Nuray Mert

Hayır!

12 Temmuz 2010
NE “Evet”te, ne “Ha-yır”da hayır yok! Bir kere bunu bilelim, Hayır’ın (en azından benim için) anlamı başka. Öncelikle, “Bakın, demokratikleştirici bir sürü madde olan Anayasa değişikliği paketine ‘hayır’, diyorlar demek ki demokrat değiller” hesabı yapıp, özene bezene ‘kafa karıştırıcı’, ‘köşeye sıkıştırıcı’, ‘şekere katıcı’ bir paket tasarlayanların hesaplarını boşa çıkarmak için, köy kurnazlığına teslim olmamak için hayır!
İki kere iki dört!
HALİS DEĞİL
Niyetler halis olsaydı, iktidar partisi, paketteki değişiklik maddelerinin ayrı ayrı oylanması önerisini kabul ederdi veya en doğrusu kendisi baştan böyle bir yol izlerdi. Yoksa, mahiyeti birbirinden çok farklı değişiklik önerilerinin kopmaz zamkla yapıştırılıp sunulmasının, bunda ısrarın, halis niyetle açıklanır tarafı var mı?
Anayasa Mahkemesi’nin kararının da, bu hususla hiçbir alakası olmadığı için benim tavrımı belirlemekte etkisi yok! Zaten artık Anayasa Mahkemesi de dahil olmak üzere her kurumun saygınlığı ve ciddiyeti tartışmalı hale geldi. Herkes işine gelen kurum ve kararı ciddiye alıyor, meşru sayıyor. O da ayrı mesele!
Ben, Anayasa değişikliği paketine ilişkin referandumda, öncelikle yutturmacılığa, dayatmaya, gözbağcılığına karşı durmak adına, hiç tereddütsüz “Hayır” diyeceğim. Bunu, özellikle şimdiden açıklamak istiyorum. 
Ardından tekrar, bu ülkenin ihtiyacının topyekûn ve bir bütün olarak daha demokratik bir Anayasa değişikliği olduğunu hatırlatmak istiyorum. “Madem tamamını değiştirmiyoruz, bir adım atalım, kısmen değiştirelim” devri bitmiştir. Kürt meselesinin çözümü de, ciddi bir Anayasa değişikliği zemini gerektirir. O nedenle konu sanıldığından daha acildir. Kimse kendini veya diğerlerini, hâlâ ‘bebek adımları’ ile kandırmaya kalkmasın, iş işten geçmesin.   
Son olarak, gerçekten demokratik bir Anayasa veya gerçekten demokratik bir değişim paketi, “Ben yaptım, bu kadarını yaptım, bu şekilde yaptım, hadi demokratsanız kabul edin” üslubu ve yöntemi ile yapılmaz.
Her şeye rağmen, demokratikleşme adına bu pakete olumlu bakanlar, “Evet” diyecekler olacaktır. Bir konuda benzer şeyleri hedefleyenler de bazen farklı yolları olumlayabilir, bu noktada farklı düşünüyor olabilirler. Ancak onlara tavsiyem, demokratik kaygılarla “Hayır” diyenlere akıl öğretmeye kalkmamaları! Zira, demokratikleşme açısından en önemli sorunlarımızdan biri de, bir süredir seviyeli ve ciddi bir tartışma imkânını ortadan kaldıran, “dayatmacı demokrasi söylemi”!
İktidar ne yapsa demokratik bulan Bremen mızıkacıları bir yana, aklı başında insanların, zaman zaman bu dayatma üslubuna müracaat etmesini, en hafif deyimle son derece ‘kaygı verici’ buluyorum.
HADDİNİZ DEĞİL
Bu arada, çoktan referandum havasına giren Bremen mızıkacılarına da baştan söyleyeyim; kimin demokrat, kimin antidemokrat olduğuna karar vermek onların haddine değil! Ne zaman bu türden bir ortam oluşsa, ‘yetenek sizsiniz’ sahnesi sanıp, dikkat çekmek için laf ebeliğine girişen takımdan olanlar boşuna çene yormasınlar, bu dönem geçince gene oldukları yere dönecek, ciddiye alınmamaya devam edecekler.
Yazının Devamını Oku

Beyler, kendinize gelin! ‘Ne’ alıp veriyorsunuz?!

5 Temmuz 2010
RİZE Belediye Başkanı’nın Kürt meselesine ‘çözüm önerisi’, nasılsa “Çok konuşuldu, çok tepki aldı” diye yazmamak olmaz! <br><br>Öyle “Saçmalıyor” diye de geçiştirilemez!

İktidar partisinde, başta kadın milletvekilleri olmak üzere, birçoklarının Halil Bakırcı’yı en az partinin muhalifleri kadar yadırgadığından hiç kuşkum yok. Ancak, bu türden gafların her defasında, “Kendi görüşüdür” veya ‘saçmalık’ diye geçiştirilmesinin ötesine gitmek lazım.

CEZA DEĞİL  
Yok, cezalandırma türünden bir tedbirden bahsetmiyorum. İktidar partisinin de, her çevrenin de, bu tür olaylar üzerinden, ciddi bir zihniyet muhasebesi yapması lazım.  

Bir kere iktidar çevresinde belli ki, bu zihniyette olan sadece Rize Belediye Başkanı değil. Diyarbakır milletvekili İhsan Arslan’da, güya tepki vermek adına, “Neden Karadenizliler bizden kız alıyor da biz Karadeniz’den almıyoruz” türünden bir açıklama yapmış.
Daha kötüsü, son olay üzerine yapılan yorumlara baktığımızda, belli ki bu zihniyet sadece iktidar partisi mensupları ile sınırlı değil.

Yazının Devamını Oku

Kürtler ‘eskisi gibi’ yaşamak istemiyor!

28 Haziran 2010
Meşhur “Kürt açılımı” ilan edildiğinde, “kolektif haklar” meselesi konuşulmayacaksa, bu işe girişmenin sonuç vermeyeceğini söyledim diye, “Açılımı sabote ediyor” diye topa tutuldum.

Mesele benim topa tutulmam değil tabii, sorun, bu ülkenin geleceğinin, iktidar destekçiliği adına ortalığı kaplayan, bu “eksik akıllılığın” peşine takılmış olması!

EKSİK AKILLILIK

Zamanında, “laiklik” adına ortalığı kaplayan “eksik akıllılık” bu ülkeyi kötürüm hale getirmedi mi? “Başörtülü öğrenciyi üniversiteye sokmayalım” diye dökülen dilleri hatırlayın. “Annelerimizin başörtüsü başka, türban başka!”, “kamu alanı”, “hizmet alan-veren” tartışmalarının geldiği noktada, bu ülkenin tüm kurumlarının birbiri ile kavga ettiği bir kaosa sürüklendik.

Belli ki kimse dersini almış değil. Şimdi benzer bir kavrayışsızlık Kürt meselesinin önüne dikilmiş vaziyette! Bir zamanlar, “Eskiden başörtüsü sorunu yoktu!”, “Annelerimiz de başörtüsü takardı ama, türban siyasi” diyenler, şimdi, benzer bir şekilde, “Eskiden Kürt meselesi yoktu, zaten şimdi de yok, olay ekonomik” diyor. İşin tuhafı, kendileri, bu “anlayış” veya daha doğrusu “anlayışsızlığa” mahkûm edilenler, Kürtlere aynı şeyi yapıyor. Yüzlerce yıldır beraber yaşamaktan bahsedenler aslında, “Yeni talepler icat etmeyin” veya edenler zaten “Kürtleri temsil etmiyor” iddiasına sarılıyor.

Yazının Devamını Oku

‘Uğursuz uzlaşma’

21 Haziran 2010
TÜRK siyasetçileri sonunda uzlaştı! Demokratik çözüm konusunda uzlaşamadılar ama, bakın ‘otoriter siyaset ve savaş’ zemininde nasıl kolayca buluştular.

Demokratik çözümde uzlaşamadılar, çünkü hiçbir taraf, aslında demokrasiye inanmıyordu. Sorunları demokrasi ile aşmaya çalışmıyorlardı, demokrasi adı altında ‘bu işi bitirmeye’ inanıyorlardı. Bu işe şekilden değil, esastan girmeleri gerektiğini hiç anlamadılar, hatırlatmak isteyenleri susturmaya çalışmak demokrasiden ne anladıklarının en güzel ifadesiydi.

Peki, ‘Kürtler adına siyaset yapanlar’ demokrasiye çok mu inanıyor diyeceksiniz, diyorsunuz. Asıl mesele de bu, evet, birtakım Kürtler, inanmıyorlar, zaten demokrasiye inanan adamın dağda ne işi var? Sorun, bir noktada, birilerinin Kürtler adına, silahla siyasete girişmesi ve hâlâ bu zeminde yürümeye devam etmesi. Gelinen noktada, ‘demokratik çözüm’ dediğimiz, demokrasiye inananların, silaha inananları, ‘bu yolun yol olmadığına’ ikna etmesi idi.

Aklı şiddete yatan adamı, şiddetin maliyetini anlayamayan adamı, insan canını ödenebilir maliyet olarak sayan adamı, demokrasiye ikna etmek zor iştir. Demokratik siyasette ısrar etmek, insan hayatının, refahının kıymetini teslim etmek adına ‘zor’u göze almaktır. Kolay yoldan demokratik çözüm ise, işte bu kadar oluyor!

Diğer yandan, ‘iktidar’a talip olmak, ‘Dicle kıyısındaki kurdun kaptığı koyunun hesabını vermeye talip olmaktır’, kullandığı yetkilerin keyfini çıkarıp, yapamadıklarının faturasını, herkese dağıtmak değil! Gerisi lafügüzaf! Tüm bunlar kavranmış olsaydı, bu noktalara gelmezdik.

Yazının Devamını Oku

Böyle bir ülkeyi kimse yönetemez!

14 Haziran 2010
KÖTÜMSER tahminler, yorumlar yapmakla suçlanırım, bir süre geçer, olanların yanında benim zamanında “kötümser” denilen yaklaşımım, (en başta bana) Pollyanna’cılık gibi görünür. Benim, bir “siyaset gözlemcisi” olarak kabusum budur. Ama, bırakın benim gibi kötümserleri, Pollyanna gerçekten yaşayıp, bugünlerde Türkiye’de olsaydı, depresyona girerdi! Bizim gibi kötümser ve olumsuz bakmakla suçlananlar, kızcağızın yardımına koşmak zorunda kalırdık!
Önce “Bugünlerde Türkiye’de neler oluyor?” diye mevcut tabloya bir göz atalım. İktidar partisi ve destekçileri, ülkenin tüm sorunlarını, tartışmaları “İsrail meselesi” üzerinden savuşturmanın dibini bulmuş vaziyette! Konu İsrail olunca, İsrail yanlısı suçlaması korkusu dağları beklediği için, kimse de fazla sesini çıkaramıyor. En cesuru, Fethullah Gülen’e yaslanıp bir şeyler söyleme derdine düşmüş halde! Ben, “Demokrasi üzerinde, sivil otoriterlik tehdidi var” dedim diye kıyamet kopmuştu. Görüyorum ki, eksik söylemişim; iş neredeyse, her belayı İsrail sorunu ile savuşturan “Ortadoğu otoriter rejimleri”ne dönüyor.  
Diğer taraftan, muhalefet cenahında büyük umutlar bağlanan yeni CHP lideri, yoksulluk dışında hiçbir mesele üzerine, doğru dürüst tek laf edemiyor. Evet, “Kürt” diyemiyor, etnik siyaset yapmaktan kaçınmak ile bunun alakası olmadığını göremiyor, “dili (bu dönemin politik gerçeklerine) bir türlü dönmüyor”! Hâlâ, hiç olmazsa, “Üniversiteye giden öğrencinin başörtüsüne karışmayacağız!” diyemiyor, demiyor ve belli ki demek istemiyor.
Gazze faciası, BM Güvenlik Kurulu İran oylaması derken, Anayasa değişikliği paketi konusu bir ölçüde unutulmuştu. Doğal olarak, o tartışma kaldığı yerden yeniden başladı. Hem de ne başlama! İktidarın, Anayasa değişikliği paketini referanduma götürdüğünde, yargıyı kontrol etme ve güç yoğunlaşması amacını gerçekleştirmesinin önünde engel kalmayacağını gören muhalefet, tüm umudunu Anayasa Mahkemesi’nin kararına bağlamış durumda. Buna karşın, iktidar artık bu yüksek mahkemeyi meşru görmediğini açıkça ilan ediyor! “Demokrat” Mahkeme raportörü de, “Sakın takma, yoluna devam et!” diyor. Birileri “Meclis” gerçeğini görmezden gelmek için yolu dolandırmanın bin bir yolunu ararken, diğerleri “çoğunluk otoriterliği”nin taşlarını bir bir döşüyor, döşemecilerin başını bir hukukçu çekiyor.
Böyle bir ülkenin yönetilebildiğini ve yönetilebileceğini mi sanıyorsunuz? Veya tabii bir şekilde yönetilir de, onun adına demokrasi denmez! Bırakın, bölgede “oyun kurucu”, “dünyada sözü geçen aktör” olmayı, bu ülkede kimsenin oyun kurma kabiliyeti kalmadı, kimsenin sözü tam olarak geçmiyor. Burası artık hızla “istikrarsızlaşan” bir ülke görüntüsü veriyor. Bundan ister Kürtleri, ister Türkleri, ister iktidarı, ister muhalefeti, ister herkes aklına esen bir başkasını suçlasın, sorumlu tutsun! Bunun kimseye faydası olmayacak, bunu anlamıyor musunuz?
Yazının Devamını Oku

‘Gazze faciası’ ve ‘yeni Türkiye’

7 Haziran 2010
“GAZZE faciası” esnasında, “Doha Forum”unun davetlisi olarak Katar’daydım. Pazartesi sabahı, Forum’un açılışını yapan Katar Şeyhi ve Arap Ligi Genel Sekreteri Amr Musa, ilk tepkilerini dile getirdiler. Gemilerin bir krize neden olacağını tahmin etmek zor değildi. Ancak, can kaybı ile sonuçlanan İsrail’in vahşi baskını herkesi olduğu gibi beni de şoke etti. Hemen ardından, ne yazık ki aklıma ilk gelen, Kissinger’ın, İran-Irak savaşı için söyledikleri oldu. Biliyorsunuz, İran-Irak savaşı, devrimin hemen ardından, büyük ölçüde İran devrimini boğmak için kışkırtılmıştı.
İKİSİ DE KAYBETSE
ABD ve Arap dünyasının büyük kısmı Irak’ı doğrudan veya dolaylı destekliyordu. O esnada, sorulan bir soru üzerine, Kissinger, “Ne yazık ki ikisi birden kaybedemez” veya “Keşke ikisi de kaybetse” diye tercüme edilebilecek bir yorum yapmıştı (“Pitty that they can not both loose!”).
“Ne alakası var?” diyeceksiniz. Şöyle bir alakası var; malum İsrail yönetimi iyice zıvanadan çıkmış vaziyette (“Ne zaman zıvanadan çıkmamıştı?” da diyeceksiniz, haklısınız o da ayrı bahis!). Ama sonuçta, bir süredir, ABD ve Batı dünyası için, artık iyice kontrol edilemez ve “pahalı” bir “müttefik” haline geldi. ABD’nin İsrail yüzünden tüm Müslüman dünya ile kavgalı olması artık kabul edilemez durumda. Bir süredir Türkiye’nin İsrail’e karşı bunca sert bir tutum takınabilmesi için elinin rahatlamasında bu durum önemli bir etken oldu.
Diğer taraftan, Türkiye’nin dış politikası da, özellikle İran krizi etrafında, artık memnuniyetsizlik yaratmaya başladı. Şimdilik bu kadarını söyleyeyim ve bu krizin iki ülkeyi de farklı ölçü ve biçimde de olsa, yıpratmasının kimseyi “üzmeyeceğine” dikkatinizi çekeyim. Bu mesele üzerine daha çok konuşacağız.
Gelelim, Türkiye’de olanlara! Dönüşte, Türkiye’yi sadece haklı olarak öfkeli ve yaslı bulmadım. Bu olay üzerinden, bir “savaş dili” ve neredeyse “savaş ortamı” hâkim hale gelmiş. Bunun sonucu olan bir tahammülsüzlük ortalığı kasıp kavuruyor vaziyette. İsrail’i eleştirmekle, antisemitizm arasında olması gereken çizgiyi aşmak sorun olmaktan çıkmış. “Araplar erkekliği Erdoğan’dan öğrensin!” diline itiraz edene aşk olsun! Muhtemel bir PKK ile İsrail bağlantısı, analiz boyutundan, Kürt ve Yahudi karşıtı bir ton kazanmış! Ekranlarda, “PKK ile Hamas karşılaştırması yapanlar, PKK dili ile konuşuyor” diyen profesörler boy gösteriyor! Hemen söyleyeyim, bu “Yeni Türkiye” tablosu hiç de hayra alamet değil!
Diğer taraftan, Irak işgaline karşı ses vermeye çalışan bizlere, demediklerini bırakmayanlar, aralarında en iyilerinin savaş karşıtı gayretlerimize en küçük bir desteği bile çok görüp, ekranlarda maç muhabbeti yapmayı tercih ettiği birileri, Filistin davasının keskin destekçileri haline gelmiş.
HÜZÜN VERİCİ
Nedenini merak etmiyorum, zira o zaman biz çok yalnızdık, bu davanın ardında ise iktidar var. İşte işin burası da çok hüzün verici!
Konuşulacak çok şey var, şimdilik bunlar üst başlıklar olsun, sonra devam edelim.
Yazının Devamını Oku

Herkese lazım olan demokrasi

31 Mayıs 2010
YOK, “Kim daha fazla darbe karşıtı” yarışmasında birinciliğe oynamakla değil! “Batı tipi toplum yaratma” ihtirasıyla toplumun çoğunluğunu küçümseyenlere karşı “sandık fetişizmi” ile çıkarak da değil! Biriken öfkelerin ardına düşerek de, dün haksızlık sayılan şeylerin bugün mubah sayılması ile de değil! Her iktidara kolayca uyum sağlayanlar ve müsamere çocuklarının laf ebeliğine ön verip, saha hâkimiyeti sağlamaya çalışarak hiç değil! Bir haksızlıklar, dayatmalar, didişmeler döneminden bir diğerine yatay geçişle demokrasi falan gelmeyecek. Tüm bunları, CHP’de değişim iddialarına karşı, neredeyse ilan-ı harp edenleri izleyerek, umutsuzca hatırlatmak ihtiyacıyla söylüyorum. Oysa “müsameresi”, “parodisi” değil, toplumsal barış ve siyasetin doğru dürüst işlemesi adına, daha fazla demokrasi hepimize lazım ve daha çok lazım olacak! O nedenle, aklımızı başımıza alsak iyi olur.
HAKSIZ DEĞİLİM
AKP ilk kurulduğunda, benzer bir direnç gösterenlerle o zaman çok tartıştım. “Eski İslamcılar adam olmaz”, “Demokrasi söylemlerine neden inanalım?”, “Aslında takiye yapıyorlar” diyenlerle epey didiştim! AKP’nin bugün geldiği, demokrasi açısından kaygı verici noktaya rağmen, haksız olmadığımı düşünüyorum. Sanıyorum, siyasete fanatik bir pencereden bakmayan kimse, AKP’de siyaset yapanların, radikal İslamcı dönemlerinden çok farklı bir noktada olduklarını inkâr edemez. Bu değişimin, Türkiye’de demokratikleşme açısından olumlu bir süreç olduğunu da!
Ama şimdi, daha on sene önce, değiştiklerini kimseye inandıramayan, muazzam bir önyargı duvarına çarpanlar, CHP’de değişim adına söylenen her şeye karşı, kendilerine gösterilen tepkinin aynısını göstermekte hiçbir sakınca görmüyorlar. Kullanmadıkları bir “takiye” lafı kaldı, o da sosyal demokratlar için bir şey ifade etmediği için dolaşıma giremedi!
Belli bir süre geçse, CHP’de neler yaşandığını görsek de bu türden değerlendirmeler yapılmaya başlansa söylenecek hiçbir şey olamaz. Ancak daha “değişim” denir denmez, “Bu adamlar değişmez” itirazını anlamak mümkün değil. Unutmasınlar, bu meyanda ileri sürülen gerekçelerin hepsi ve daha fazlası AKP için de geçerliydi. CHP, bir iç hesaplaşma ve mücadele ile değil, “kaset olayı” ile değişme koşulları içine girdi ise, AKP de 28 Şubat’ın zorlayıcı koşulları ile değişim geçiren Refah Partililerden oluşuyordu. 28 Şubat olmasaydı, Erbakan’a kazan kaldırmak bir yana, önünde eğilip bükülmekten vazgeçen yoktu!
CHP’nin tabanında kemikleşmiş demokrasi zaafları varsa, Refah tabanında iki misli vardı! CHP içinde “eski kafalıların” egemenliği gibi bir badire varsa, AKP’de de benzerleri vardı.
UMUTLANDIRIYOR
Nihayetinde bir merkez sağ parti olma iddiasında olan AKP siyasetine hiç sempatim olmadığı halde, AKP’nin temsil ettiği değişim dinamiğini demokratikleşme açısından bir imkân olarak görüp, olumlu buldum. CHP’de değişim adına, hiç olmazsa bir “iddia”nın olması, beni aynı şekilde umutlandırıyor. Türkiye’de daha fazla demokrasi istediğini iddia eden herkesin de benzer bir tutum içinde olmasını beklerdim. “Değişemezler” deyip, neredeyse “Değişmesinler” temennisini dışa vurmalarını değil!
Yazının Devamını Oku

‘Kaza ve kader’!

24 Mayıs 2010
ZONGULDAK’taki feci maden kazasına dair sorgulamaya girişenlere karşı, Başbakan “kaza ve kadere imanı olmayanlarla tartışmam” demiş. Ne büyük laf! Ne ağır laf! Ne kibir!

İnananlara göre, kaderin nasıl tecelli ettiğini sadece yaratıcısı bilir. Müminlerden beklenen, kader tecelli ederken “hayra” vesile olanlardan olmaya çalışmaktır.

Para hırsı ile yola çıkıp, insan canını hiçe saymanın kaderle ilgisi olsa olsa, kadere “şer” ile vesile olmak olabilir. Gerisini, gerekirse, Başbakanımızın dediği gibi, Diyanet İşleri Başkanımıza sorarız, ama bu kadarını bilmek için sıradan inançlı biri olmak yeter!

AKİF’TEN

Öyle olmasaydı, Akif,

Yazının Devamını Oku