Nuray Mert

CHP imkânını tüketmek!

17 Mayıs 2010
NEDEN bir konu, bir sorun çerçevesindeki farklı unsurları birbirinden ayırıp tartışamıyoruz, anlayabilmiş değilim! İktidarın muhalefet partisi başkanına yönelik hukuksuzluğu aydınlatma görevi vardır.

Nokta. İşin ahlaki boyutunun siyasal tartışma malzemesi yapılması yakışıksızdır. Nokta. Bunların dışında, “kimin, neyi, niye yaptığı” sorusunun artık önemi yoktur. Bu noktadan sonra, CHP’nin mevcut durumda, liderlik sorununu en iyi şekilde çözmesini beklemek zorundayız. Bu koşullar altında, Baykal’ın siyasete geri dönmesi en kötü çözümdür.

TEŞHİR SÜRECİ

“Komplo” bahanesi bu sorunun hallini geciktirmek için bir gerekçe olamaz. Bu bahaneye sığınılacaksa, bu durum, ancak (eğer varsa) CHP’ye yönelik “komplo”nun amacına ulaşmasını sağlar o kadar! CHP, şimdiye kadar kendisine yöneltilen tüm eleştirileri, yani “kişi partisi” olduğunu, “cemaat” kuralları ile hareket ettiğini, “kapıkulları” sistemi işlettiğini teşhir etme sürecine girmiştir. Bu intiba ve ithamlardan kurtulmak veya buna teslim olmak kendi iradelerine kalmıştır. Diğer taraftan, CHP’nin tüketilmesi veya kendini tüketmesi, Türkiye’de siyaset sahnesinde, müthiş bir boşluğun ortaya çıkmasına neden olur. Bundan kimse medet ummasın, zira, bu türden bir boşluk, Türkiye’de mevcut siyaset krizini hafifletmez, tam tersine azdırır.


Bu noktada, açıklığa kavuşması gereken diğer bir husus, CHP’nin siyaset sahnesinde doldurduğu yerin “sol” siyaset değil, Cumhuriyet rejiminin “kurucu değerlerini temsil eden parti” olma iddiasıdır. O nedenle, bugüne kadar CHP’ye yöneltilen “gerçek sosyal demokrat” parti olup olmadığı yönündeki eleştiri ve zorlamalar isabetsizdir. Bu eleştiriyi en çok dillendirenlerin, Cumhuriyet’in kurucu ilkeleri ile sorunlu olan, sağ-muhafazakârlar olması da ayrıca anlamlıdır.

Yazının Devamını Oku

Çok çirkin!

10 Mayıs 2010
ÖZEL hayat’ deyip geçmeyelim, “ahlak veya cinsel ahlak”, “etik veya cinsel etik” tartışmaya değer önemli konulardır.

Her derin konuda olduğu gibi bu konularda da, tartışmaların sonu gelmez o başka. Ancak, sonu gelsin gelmesin, kesin yargı mümkün olsun olmasın, insanlık kendine dair her şeyi sorun etmeden yaşayamaz, insanı diğer canlılardan ayırt eden en önemli özelliklerinden biri budur.

HAYIR UMMAYIN

Diğer taraftan, ahlak veya etik tartışması yapmanın asgari koşulu, tartışmanın temel kaygısının bizatihi ahlak veya etik kaygılar, akıl yürütmeler olmasıdır. Bu açıdan, merkezinde CHP Genel Başkanı’nın bulunduğu skandalın, ahlaki zeminde tartışmasını yapmak mümkün değil. Bu skandal, içinde bulunduğumuz siyasi krizin tırmanış eğrisinde gelinen son nokta. Kıran kırana bir mücadelenin, belden aşağı vurma yöntemlerini devreye soktuğu bir ortamda ahlaki bir tartışma yapılamaz.

Böyle bir ortamda en çok yaralanan ahlaki veya etik değerler ve kaygılar olur. Birileri, siyasal hedefli olduğu için, olayın mahiyetini hafifsemeye, görmezden gelmeye yatkın hale gelir. Kendilerinden birinin benzer bir ahlaki zaafını örtbas etmekte hiç sakınca görmeyen diğerleri ise, ahlak bekçiliğine soyunur. İkiyüzlülük, diz boyunu aşar, boğaza dayanır. Ve inanın, nihayetinde hepimiz böylesi bir çirkef içinde boğulur kalırız.

İçinde bulunduğumuz siyasi krizin hepimizi boğacağı gerçeğini görmezden gelmekte ısrar devam ediyor. Ettikçe, işler sarpa sarıyor, sardıkça, iş çirkefe dökülüyor, siyasi kriz, en sefil düzeyde, ahlaki krize dönüşüyor. Bundan kimse hayır ummasın.

BAYKAL’SIZ CHP BÜKÜLÜR 

Tarzını, içeriğini beğenelim veya beğenmeyelim, demek ki, CHP gerçekten, etkili muhalefet yapmaya başladı. Yoksa, bunca yıl sonra bir kaset çıkmaz, Baykal bunca hedef olmazdı. Benim bu olaydan anladığım budur. Parti bu olay karşısında ne tavır alır, Baykal ne yapar bilemem. Bildiğim, sosyal demokratların yıllardır, Baykal’a ilişkin sızlanmaları ve suçlamalarına karşın, halihazırda Baykal’sız bir CHP’nin belinin büküleceğidir. Belli ki, kasetçiler de bu gerçeği gayet iyi biliyormuş ki, iyi bir zamanlama ile devreye girdiler.  Çok çirkin, çok yaralayıcı, çok umut kırıcı!      

 

Yazının Devamını Oku

Karartma günleri

3 Mayıs 2010
GEÇTİĞİMİZ hafta, basında, dört yıl önce işlenen “Danıştay cinayeti”ne ilişkin, olayı aydınlatmaya yönelik yeni bulgular ortaya serildi. Ama ne yazık ki, o zaman bu olayı “şeriatçıların” örgütlediğinden hiç kuşku duymayanlar olaya yaklaşımlarına ilişkin özeleştiri yapmaktan imtina ettiler. Diğer taraftan, diğer bazıları, hastalıklı bir mantıkla bu olayı Anayasa değişikliği tartışmalara bağlamakta tereddüt etmediler. Eski yazılarıma gönderme yapmaktan hiç hoşlanmam, ama halihazırda yaşadığımız bu “karartma günleri”nde bunu yapmak zorunda hissettim.
KARANLIK İŞLER
Zira, bu karartma günlerinde, zamanında 12 Eylül rejimi ile işbirliği yapanlar, başörtülü kızların eylemlerine “anarşi” diyenler, karanlık siyasi cinayetleri “vatan savunması” diye takdim edenler ve nihayet bir siyasi lideri aşağılamak için, “Tayyip” demekte ısrar edenler baş demokrat, her koşul altında demokratik duruşundan taviz vermemekte ısrarlı olanlar, “darbeci”, “askerci”, kısaca demokrasi düşmanı ilan ediliyorlar.
Daha önemlisi, “irtica” gerekçesi etrafında çevrilen karanlık işler aydınlanıyor ama nedense, sol siyasetle mücadele etrafında dönen karanlık işler hiç aydınlanmıyor. O dönemin hesabı en fazla ve  güya TV dizileri ile veriliyor.  Tam da bu nedenle, şimdilerde aydınlığa kavuşan bazı karanlık işlerin sonunda büyük bir aydınlık göremiyorum. Öyle olsaydı, bu süreç, seçilmiş aydınlatma, öte yandan karartma, karalama ve karanlık bir propaganda şeklinde yaşanmazdı.
Bakın ben Danıştay saldırısı üzerine 25 Mayıs 2006 tarihli, “Karanlık İşler” başlıklı yazımda özetle ne demişim.
“Danıştay saldırısı, benzer vakalarda olduğu gibi açığa çıktıkça karanlıklaşıyor. Karanlıklaştıkça kimin neden ne yapmak istediği belirsizleşiyor... Evet, her ülkede siyaset sahnesinin görünen yüzünün ardında karanlık bir sahne vardır. Ama hiçbir demokratik ülkede, iç siyaset bu kadar alacakaranlık bir ortamda cereyan etmez, etmemeli...
Bu ülkede bir sürü insan kendi ve kendi gibi düşünenler olmasa, diğerlerinin gözlerini kırpmadan vatanı satacağından emin görünüyor. Bunun ötesinde gücü yeten ‘tedbir’ almaya yelteniyor... Yine evet, bu ülkenin yakın tarihinde travmatik bir parçalanma ve çöküş var. Evet, bu travmanın toplumsal hafızada bıraktığı izler var. Ama o toplumsal hafızanın bir yerlerinde, bu ülkenin yakın tarihinde benzer mantıkla yola çıkanların sebep olduğu felaketler silinmiş görünüyor. Beline tabanca alanın kabine bastığı, köprü üstünde adam öldürüldüğü, gizli mi gizli teşkilatlar kurduğu devirlerin üzerinden daha bir asır geçmedi...
Bazı akıllara göre farklı düşünen ortadan kalkarsa sorunlar bir günde çözülecek. Ne öyle uzun boylu düşünmeye ne demokratik yollar gibi dolambaçlı yollar izlemeye gerek var. ‘Memleketi sattığı’ düşünülenlerin ayağı kaydırılırsa, her şey rayına girecek. Bu kısa devre kafası yüzünden karanlık operasyonların heveslisi, fedaisi, azmettireni, azmedeni bol.”
SİLİNMEZ KAYITLAR
Evet, demokrasi adına kimin ne dediği, ne yaptığı “silinmez kayıtlar”da! Yeter ki, karartma, karalama çabaları sonuç vermesin. Halihazırda, sonuç veriyor, olan biten demokratikleşme diye yutturuluyor, ama bir gün, kimin ve neyin ne olduğu mutlaka açığa çıkacak.
O nedenle, doğru bildiğimizi söylemekte sonuna kadar direnmek zorundayız.
Yazının Devamını Oku

Kürt Kadınları Konferansı

26 Nisan 2010
HAFTA sonu, Leyla Zana’nın davetlisi olarak Diyarbakır’daydım. Davet, Kürt Kadın Konferansı’nı (Konferansa Jınen Kurd) izlemek üzereydi. Kadın meselesini diğer meselelerden ayıran çalışma ve etkinliklere genelde uzak dururum.

ZANA’NIN HATIRI

Ancak hem Zana’nın hatırı var, hem epeydir Diyarbakır’a gitmemiştim, iyi bir vesile olacağını düşündüm.

Gelmeden konferansın mahiyetini bilmiyordum, dört farklı ülkede (İran, Suriye, Irak, Türkiye) yaşayan Kürt kadınlarının ilk buluşmasıymış. Komşu ülkelerden gelenler arasında öne çıkanlar doğal olarak Irak’tan gelenler. Farklı politik grupların temsilcileri olduğu için tek sesli de konuşuyor değiller. O nedenle aralarında ciddi tartışmalar geçiyor. Zaten konferans, genel olarak, benim sandığım kadar romantik bir havada olmadı.

Kürtlerin kimlik sorunlarının kadınlara yansıması ötesinde, bölgede baskın geleneksel yapı ve kadına karşı tutumların sorun edildiği son derece serinkanlı değerlendirmeler yapıldı.

Yazının Devamını Oku

‘Her zaman konsensüsle olmuyor’

19 Nisan 2010
HEMEN söyleyeyim, ben bu “konsensüs” lafını hiç sevmiyorum.

Sadece ona değil, genelde İngilizceden tercüme lafların olur olmaz Türkçe içine çekilmesine karşıyım. “Konsensüs” kelimesinin Türkçe karşılığı var; yerine göre, uzlaşma veya oydaşma.

Diğer taraftan, ben eski tabirleri daha çok sevdiğim için “mutabakat” kelimesini kullanmayı tercih ediyorum, isteyen onu da kullanabilir. Hal böyleyken, “konsensüs” lafı neden ortalığı kaplamıştır, anlamıyorum. Bu yazıda, Sayın Cumhurbaşkanı’nın Anayasa tartışmaları konusundaki tavrını tartışmak istediğim için, onun ifadesini kullanmak istedim, onun için başlıkta bu kelime geçiyor.

ÜMİDİM KALMADI

Sayın Cumhurbaşkanı, CHP’nin uzlaşma teklifi sonrası görüş açıklarken,  “Çoğulcu demokrasilerde Anayasa değişiklikleri ve kanunların çıkışı her zaman büyük konsensüsle olmuyor... Ümit ederim ki, daha çok işbirliği, daha çok istişare ve neticede fikirlerin daha çok birleştiği bir süreç gerçekleşir” demiş.


Doğrusu benim bu konuda fazla ümidim kalmadı.


Yazının Devamını Oku

‘Kırgızistan Kıssası’ndan çıkan hisse

12 Nisan 2010
TAM beş yıl önce, Kırgızistan’da ‘Lale devrimi’ adı altında yaşanan politik değişim, yurdumuzda büyük bir ilgi ve sevinçle karşılanmıştı.

Bu gelişme, 25 Mart 2005 tarihli iki büyük gazetenin manşetinden verildi; Hürriyet’in manşeti; “Domino taşı gibi”, Sabah’ın manşeti, “Kapitalist Lenin”di.  

Her iki başlık altında, Gürcistan (Gül devrimi) ve Ukrayna’nın (Turuncu devrim) ardından Kırgızistan’da esen “demokrasi rüzgarı”ndan heyecanla bahsediliyordu. Aslında, tam da aynı zamanlarda, Lübnan’da da “Sedir devrimi” heyecanı vardı. O da benzer bir heyecanla karşılanmıştı.

6’LI GANYAN MI     
Soğuk savaş dönemi sonrasında, dünyayı pembe bir geleceğe taşıyacak, “değişim ve demokrasi rüzgarı”nın estiğine hükmedenler, bir yandan, gelişmeleri sevinçle izlerken, diğer yandan, bu gelişmeleri sorgulayan herkesi, “tarihin akışı”nı kavrayamayanlar olarak suçlayıp, üst perdeden atıp tutuyorlardı. Geçtiğimiz günlerde, Kırgızistan’da, “Lale devri”nin feci bir ters tepme ile bitmesi, basında haber olarak yer aldı ama, “Lale devri çocukları”, olanların muhasebesini yapmaya hiç yanaşmadı. Gürcistan’da Gül devrimi batağa saplandığında da, Ukrayna’da son seçimler, “Turuncu devrim”i “Turuncu kabus”a dönüştürdüğünde de aynı şey olmuştu.   

Yazının Devamını Oku

‘Yararsız doğrular’‘yararlı yanlışlar’

5 Nisan 2010
BİR kısım demokrat aydınlar iktidarın anayasa değişikliği paketini demokratikleşme süreci açısından, son kertede olumlu bir aşama olarak değerlendiriyor. Olabilir.

Benim de aralarında bulunduğum başkaları bu görüşte değil. Bu grup, kuşkusuz her konuda anlaşan türdeş bir çevre değil. Ancak, bu yönde hazırlanan bildiriye imza verenlerden dört kişi, hangi konuların sorun olarak görüldüğü konusunda Milliyet gazetesine bir röportaj verdiler (29-30 Mart).

MUTABAKAT!

Sonuçta, ileri sürülen sorunlar konusunda çok ilginç bir “mutabakat”ın olduğu ortaya çıktı. Meğer değişim paketine destek verenlerin birçoğu da benzer görüşteymiş! Anlaşamadığımız konu, söylenenlerin “yararsız doğrular” olduğu imiş. Yani “doğru” ama, “karşılığı yok, derde derman değil, zamanı değil, şartlar uygun değil, öncelikleri iyi tanımlamak lazım, mükemmel iyiyi kovar, vs.” imiş. Bu tabiri icat eden, solcu demokrat bir hukukçu, Mithat Sancar. Sancar’ın bu veciz ifadesi, sarılacak ip arayan birçoklarınca hızla benimsenip, anayasa paketi konusundaki tavırlarının formülü oldu. Nereden baksanız çok acıklı bir tablo. Dediğim gibi, bazı demokrat aydınların değişiklik paketini olumlu bulup desteklemeleri değil, bunu izah ettikleri çerçeve, Sancar’ın tabiri dolayısıyla, çok tatsız bir yere vardı, acıklı olan o.

İZAHI ZOR

Hiç düşünmüyorlar ki, siyasal alanda, insanlığın daha adil ve özgür geleceği adına yola çıkan tüm görüşler, hayatın gerçeklerine uymamakla, hayalcilikle, naiflikle mahkum edilip dudak bükülmüştür. Sağ muhafazakârlığın, solcu, devrimci söylemlere karşı en güçlü tezi, gerçeklik hatırlatması zeminine dayanır.

Muhafazakârlığın ötesinde, tüm otoriter söylemler, tarihsel zorunluluk ve gerçekçilik tezlerine sarılır. Sol siyaset söyleminin siyasetin güncel koşullarını değerlendirmek adına, “öncelikler”, “temel çelişkiler”, “taktik/stratejik sıralama” tartışmalarının, ciddi bir birikim ve çeşitlilik sergilediğini gayet iyi biliyorum. Ancak bu arkadaşlar, istedikleri kadar, solcu gençlik günlerinin Lenin’li tartışmalarına utangaç/nostaljik gönderme yapsınlar, sol siyaseti kendi durdukları yerde tanımlamakta ısrar etsinler, geldikleri noktayı “sol” veya “demokratlık” ile izah etmek giderek zorlaşıyor.


Yazının Devamını Oku

Matbaaya veya demokrasiye direnmek

29 Mart 2010
SON yıllarda siyasi çatışmalar, büyük ölçüde gürültü patırtı, kavga dövüş çerçevesinde geçti. Ama sonunda galiba siyasi tartışma yapmayı yavaş yavaş öğreniyoruz.

Kendilerini laikliğin teminatı sayan çevre, epeyce hırpalanmaya maruz kaldı ama hiç olmazsa bu sayede, mesnetsiz racon kesme alışkanlıklarından büyük ölçüde vazgeçmek zorunda kaldılar.

KARİKATÜR ŞAHSİYETLER

“İrtica tehlikesi” gerekçesi ve dincilik suçlamasının ardında kurdukları güvenceli alan ortadan kalkınca, düşünme tartışma tembelliği ve rehavetinden bir ölçüde kurtuldular. Laikliğe titizlenmenin zart zurt etmekle değil, demokratik bir tartışma çerçevesinde akıl yürütmek şeklinde olması gerektiğini bir ölçüde anladılar. Darısı, “demokrasi” diye kendini ortaya atanların başına!

Zira “Laiklik denince akan sular durur”, ‘Söz söylenmez sözümüz üstüne” anlayışı zora girince, bu kez ortalığı aynı tavrı ve üslubu “demokrasi” adına benimseyenler sardı. Her tür sorgulamanın önüne bu sefer de, “demokrasi düşmanlığı”, “demokrasiye direnmek” gibi yaftalamalarla çıkmak âdeti hasıl oldu. Ne de olsa yerleşik bir siyasi kültür kolay kolay değişmiyor. Ama mutlaka değişmek zorunda.

Yazının Devamını Oku