Çağlayan Çevik

Su'yun şiiri

5 Temmuz 2015

Divan şairi Fuzulî, ünlü Su Kasidesi’nin en güzel beyitlerinden birinde şöyle seslenir: “Dest-bûsı ârzûsıyla ger ölsem dostlar/ Kûze eylen toprağum sunun anunla yâra su”. Yani, aşağı yukarı şöyle der şair; “Dostlarım! Şayet onun (sevgilinin) elini öpme arzusuyla ölürsem,/ Öldükten sonra toprağımı testi yapın ve onunla sevgiliye su verin.” Türkçede su denince akla ilk gelen bu şiir aynı zamanda, ‘su’yun kültürümüzdeki yerini de gösterir. Diğer taraftan bugün; su kaynaklarıyla ilgili, oldukça sorunlu, daha doğrusu sorumsuz bir dönem içindeyiz. Birçok çevreci veya başka sivil toplum kuruluşu, ‘su’yun yaşamımızdaki önemine dair dikkatleri çekiyor yıllardır, boşuna değil. Aykut Derman’ın çevirisiyle YKY tarafından yayımlanan Jean Matricon’un ‘Yaşasın Su’ kitabı, bize suyun bütün dünyadaki hikâyesini anlatıyor. Sadece bir ‘element’ olarak değil, bütün canlılar için hayati rolünü ve binlerce yıllık kültürel yönlerini aktarıyor. Su kullanımından su tanrılarına, susuzluktan su tablolarına kadar uzanıyor. Tam olarak ‘hayat’a dair bir kitap.

BAMBAŞKA BİR ZİHİN

Yine Ahmet Cemal’in mükemmel çevirisinden okuyacağınız ‘Saatin Gizli Yüreği’, Elias Canetti’nin asla bir yazar olmadığını, onun aslında bir ‘zihin’, bir düşünme biçiminin tam olarak sözlük karşılığı olduğunu gösteriyor. Çünkü tam olarak ‘deneme’ diyemeyeceğimiz bir yapıda ve dilde sesleniyor bize. Örneğin “Amartmayı kurtarmak. Aklı başında ölmemek.” diyor bir yerinde. 1973’te almış bu notu. Bir öncesinde de şöyle diyor; “Kitle ve İktidar’a giden yolu uzatmak için pek çok ve çeşitli şey okuduğum hazırlık yılları sırasında, sanki kitaplardan oluşma bir okyanusta yitip gitmiş gibiydim.” Başka hangi yazardan böyle kudretli bir itiraf ve aynı zamanda sarsıcı bir paylaşım okudunuz? Kendine veya okura seslenen notlar alıyor Canetti sürekli. Hesaplaşma da var, paylaşma da; itiraf da var, seslenme de. Canetti’nin nasıl bir ‘zihin’ biçimi olduğunu yine kendisi söylüyor 1983’te, “Sözcükleri tanıdığım sürece, nasıl can sıkıntısı çekebilirim?” Mutlaka okunması gereken, sürekli yanınızda taşıyacağınız bir kitap. Sel Yayıncılık’tan çıktı.

YETMEYECEK

‘Bir Denge Oluşturmak’ başlıklı 12’nci bölümde Osho, nevroz ile ilgili şöyle sesleniyor okuruna: “Geçmişte nevroz bugünkü kadar yaygın olmamıştı. Neredeyse, insanın normal akli durumu haline gelmek üzere. Bu anlaşılmalı. Geçmiş, ruhsal açıdan daha sağlıklıydı, zihin aşırı yüklenmemişti.” Son derece, basit, net ve doğru biçimde söylüyor sözlerini Osho. ‘Sırların Sırrı (Altın Çiçeği Sırrı)’ adlı kitabında Osho, tam 31 bölümde (günde), hayat ve varoluş üzerine Taocu öğretileri anlatıyor uzun uzadıya. Her bölümü “Bugünlük bu kadar yeter” sözüyle bitiriyor üstad. Hâliyle 31 gün süresince düzenli okuyup, üzerine düşünüp, nihayetinde Osho’nun vaadettiği sırra ereceğiniz bir kitap. Nurdan Soysal’ın Osho’nun “bütün yalın dilini” açıkça ortaya koyan çevirisiyle Omega kitap tarafından yayımlandı. Bitirdiğiniz zaman şayet üstadın dediklerini yaptığınız takdirde devamını getireceğiniz, yeni bir dünyaya dahil olacaksınız.

BU AĞAÇLARLA İGLİLİ BİR ROMAN DEĞİL

Yazının Devamını Oku

Din ve demokrasinin dalgalı ilişkisi

28 Haziran 2015
Yakın zamanda sözünü ettiğimiz ‘Sıfır Yılı 1945’ adlı kitabında II. Dünya Savaşı’nın hemen ertesi gününden başlayarak, soğuk yenen intikam yemeği haricindeki o ara sıcak dönemi anlatıyor, bize bambaşka bir bakış açısı getiriyordu Ian Buruma.

Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi’nin Deniz Ali Gür çevirisiyle yayımladığı ‘Dinin Demokrasiyle İmtihanı’ ise Amerika, Avrupa ve Asya’daki din ve seküler idare arasındaki ilişkiyi irdeliyor. Çıkış noktası Tocqueville’in demokratik toplumlarda dinin yerini değerlendirdiği fikirleri. Ve Buruma, gerek onun nerede yanıldığını, gerekse Avrupa ve Amerika’da kilisenin etkisini, Çin ve Japonya’da dinî otorite tesirini, Avrupa’da kendini daha net biçimde hissettiren Müslümanlık’ın sosyal ve siyasal alandaki etkisini ele alıyor. Çok önemli ve etkili tespitlerde bulunup, zihin açan şeyler söylüyor Buruma.



‘BEN Mİ ANLAMIYORUM YOKSA’ KÂBUSUNA SON!

Malum ‘bienal’ senesindeyiz. Gidebilen şanslı sanatseverler haricinde, gidemeyenler de yerli ve yabancı basından Venedik Bienali’nin bütün havasını soludular. Sonbaharda da konusu ‘Tuzlu Su’ olarak belirlenen 14’üncü İstanbul Bienali başlayacak. Paralel etkinlik ve sergilerle beraber düşününce yine esaslı bir çağdaş sanat mevsimi yaşayacağız. Ama hâlâ birçok ziyaretçinin, “Şimdi bu eser ne anlatıyor, ben anlamıyorum” diyeceğini tahmin etmek zor değil. Keşke Rönesans veya benzer akımlar zamanında olsaydı. Ya bir soylunun portresi, ya Meryem’e müjde, ya Hz. İsa’nın hayatından bir kesit, ya bir aziz ya da mitolojik hikâyeyi görür görmez anlamak hiç de zor değil. Oysa 19’uncu yüzyıl sonu itibariyle ortalık karışmaya başlıyor. Artık işin içine birçok manifestolar, siyasal, sosyal olaylara dair göndermeler, kavramsal yaklaşımlar, soyut çalışmalar, zaman ve perspektif kırılmaları, izlenimler, dışavurumlar, öz yıkımlar ve daha nice karışık teknik giriyor işin içine. Hâl böyle olunca az biraz konuya, döneme dair bilgisi olmayan insan karşısına çıkan ‘pisuvar’da nasıl bir sanat yaratımı olduğunu saatlerce sorgulayabiliyor... Okuyacağınız üç kitap, sizi bu karabasandan kurtaracak. İlki Will Gompertz imzalı ‘Pardon Neye Bakmıştınız?’. YKY tarafından yayımlanan ve Süreyyya Evren’in çevirdiği kitap, Gompertz Duchamp’ın ‘Çeşme’sinden (1917) bugüne kadar anlatıyor her şeyi. Üstelik müthiş eğlenceli ve neyin ne olduğunu detaylarıyla izah eden bir dille. Hayalperest Yayınları’ndan çıkan John Thompson’ın ‘Modern Resim Nasıl Okunur - Modern Ustaları Anlamak’ ve Michael Wilson’ın ‘Çağdaş Sanat Nasıl Okunur - 21. Yüzyıl Sanatını Yaşamak’ kitapları ise kronolojik olarak tek tek akım, sanatçı ve eser izahı üzerinden ilerliyor. Ünlü eserler üzerinden sanatçıları ve genel olarak modern ve çağdaş sanatın başyapıtlarını nasıl değerlendireceğimizi izah ediyorlar.

Yazının Devamını Oku

Haftanın kitapları

7 Haziran 2015

Proust yaşamınızı değiştirecek

Alain de Botton’un sorduğu ‘Proust Yaşamınızı Nasıl Değiştirebilir?’ sorusunu hatırlıyorsunuzdur. Her ne kadar orada detaylı cevabını farklı açılardan verse de, cevabı çok basit bir soru bu: Onu okuyarak. 7 ciltlik Kayıp Zamanın İzinde’yi okumak kadar onun diğer yazılarını okumaktır bunun en basit yolu. YKY tarafından yayımlanan, Proust’un ‘Edebiyat ve Sanat Yazıları’ adıyla bir araya getirilen deneme ve eleştirilerini Roza Hakmen yine ustalıkla Türkçeye aktarmış. Metinleri seçen Mehmet Rifat, aynı zamanda gerekli notlarla olası ıskalamaları önlüyor. Başa dönelim, Proust’un bu kitapta yazdığı yazılar, gerçekten birçok konuya bakışınızı değiştirecek. Yazardan örnek verelim ve susalım: “Günümüzde Balzac Tolstoy’dan üstün sayılıyor. Çılgınlık bu. Balzac’ın eserleri sevimsiz ve yapmacıktır, alaylıdır; insanlık onun eserlerinde bir şaheser yazmayı arzulayan bir edebiyatçı tarafından yargılanır, Tolstoy’un eserlerinde ise dingin bir tanrı tarafından.”

Farklı bir 90’lar kitabı

2000’lerin başı itibariyle moda olmuştu 80’leri bilhassa birbirinin tekrarı ‘çocukluk özlemi’ biçiminde anlatmak. 2010’lara doğru bu, 90’ları komik ‘ergenlik anısı’ biçiminde anlatmaya evrildi. Oysa aynı yıllarda dönemin başbakanı Tansu Çiller’in açıklamaları sonrası art arda Kürt kökenli iş adamları faili meçhullere kurban gitmişti. Köyler yakılıyordu. Kürtçe kaset, müzik hatta ‘ıslık’ bile yasaktı hâlâ. Saymaya kalksak, şirinlik akan diğer 90’lar kitaplarından daha kalın bir hacim tutar. 26-27 Nisan 2014 tarihlerinde İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde birtakım konferanslar gerçekleştirilmiş ve 1990’larda Kürtlerin dünyasında yaşanan önemli gelişmeler ve dönüşümler, sosyal, siyasal ve kültürel soyutlarıyla analiz edilmişti. Üstelik sadece Türkiye odaklı değil; akademisyenler tebliglerinde Irak, Suriye ve İran’a kadar uzanmışlardı. Konferansın düzenlenmesinde rol oynayan akademisyenler Ayhan Işık, Bülent Bilmez, Tahir Baykuşak ve Ronayi Önen, o konferansın metinlerini ‘1990’larda Kürtler ve Kürdistan’ kitabında bir araya getirdiler. Meseleyi doğru kavrayabilmek için önemli metinler.

O ‘ses’in sahibi cinnet geçirirse
Simültane çeviri kavramı, Türkiye’de en yaygın kullanım alanına, televizyonlardan naklen yayımlanan Körfez Savaşı sırasında ulaşmıştı. Karanlıkta havada uçuşan mermi ve roket görüntüleriyle beraber muhabirlerin veya liderlerin konuşmaları, bir ses tarafından özenle seçilmiş kelimelerle Türkçeye aktarılıyordu, üstelik anında! Yüzünü anımsamayıp seslerini muhakkak hatırlayacağımız o kişilere ‘simültane çevirmen’ deniyordu... ‘Eşzamanlı Çeviri’, matbu bir metin çevirmekten çok daha farklı dinamiklere sahip, biraz düşündüğünüz zaman içinden çıkılmaz onlarca düğüm barındırdığını fark edebileceğimiz bir mecra. Söz konusu ‘eşzamanlı’ çeviriyi yakından tecrübe eden Enis Batur ve yazarlığının yanında ‘eşzamanlı çevirmen’ kimliğiyle tanıdığımız Yiğit Bener bir araya gelip, o sesin sahibini, içinde bulunduğu odadan çıkarıp karşımıza oturtuyorlar. Simültane çevirmenin tam ‘o anda’ başına gelebilecek olası bir ‘cinnet anı’nı düşünüp kuruyorlar. Ortaya hem muazzam bir kurmaca hem de yazın/dil/metin/çeviri kavramlarının belini getirecek bir düşünceler silsilesi çıkıyor. ‘Simültane Cinnet’ Batur ve Bener ortak imzasıyla Sel Yayıncılık’tan çıktı.

Yazının Devamını Oku

Haftanın kitapları

31 Mayıs 2015

Cahil kimdir? Hayatı, sanatı, eserleri nelerdir?

Anadolu’nun farklı yörelerinde farklı şekilde karşınıza çıkan meşhur sözdür, bilirsiniz: “Etme cahille sohbet, kızdırırsın / alma cam kırığıyla taharet, çızdırırsın.” Türkçe edebiyatın “keskin zekâ”larından Ferit Edgü, ‘Cahil’ adlı yeni aforizmalar kitabında bize bu sözü 193 sözle izah ediyor. Aslında önce bize, sonra şayet bu kitabı okuyacak olur(lar)sa cahile 193 tokat atıyor Edgü. Bunu öyle ustalıkla yapıyor ki, kısık gözlerle, hatta dilinin ucunu da bize hafifçe göstererek, keh keh gülüyor sanki karşımızda. Önce “Aptal, salak, gerçek, cahil... Tüm bunlar yakın akrabadırlar. Bunların en yaygını, en tehlikelisi cahillerdir. Çünkü o her şeyi bilir. Doğduğunda hattâ doğmadan önce her şeyi öğrenmiştir. Bu anlamda Tanrı’nın seçkin kuludur. Yoluna çıkmaya gelmez, sizi ezer geçer.” sözleriyle cahilin kim olduğunu tanıtıyor bize. Sonra işaret parmağını uzatıp tek tek tek gösteriyor cahilin hayatını, cehaletle var ettiği sanatını ve bu cehalletle yarattığı eserlerini... Daha bismillah “Cahil, kendini sultan sanır” diyerek ilk avazda taşı gediğine koyuyor Edgü. Sonra kendimizden başlamak üzere herkesi sorgulamamızı sağlıyor. Kürsülerde, farklı kanallarda ama birbirinin aynı televizyon programlarında, gazetelerde, “bağıra bağıra” konuşan cahilleri gösteriyor bize ve uyarıyor! Tercihinizi yapın, ya o cahiller safına katılın ve mutlu mesut yaşayın, ya da bu cehalete daha fazla göz yummayın! Kimseyi kastetmiyor Ferit Edgü! Halimizi anlatıyor aslında. Bütün insanlığın hikâyesini söylüyor. ‘Cahil’ Sel yayınlarının Geceyarısı Kitapları arasından çıktı.

Bugünün Decameron’u

Rana Dasgupta ‘Tokyo Uçuşu İptal’de insanlığın epik hikâyesinin çağdaş romanını yeniden yazıyor. Hem de klasikleri bir adım ileri taşıyarak... Japonya semalarında yaşanan büyük kar fırtınası yüzünden şehir kar örtüsü altındadır, daha fenası hiçbir uçak inip kalkamamaktadır. Kendi dertleriyle başbaşa 323 insan ortalıkta dolanıp durur. Şirketler otellere herkesi yerleştirmek istese de 13 yolcu açıkta, yani havaalanında kalır. Farklı ülkelerden, farklı hayatları yaşayan 13 insan, tek bir yerde. Çaresiz bir aradaki 13 kişi kendi hikâyesini anlatmaya başlar. Dasgupta kahramanlarına anlattırdığı 13 hikâyeyle hem yazarlığının sınırsızlığını gösteriyor hem de Decameron, Canterbury Hikâyeleri gibi büyük eserlere selam veriyor. Deniz Keskin’in ustalıklı çevirisiyle, Metis tarafından yayımlandı.

Yetmez ama evet

Can Yayınları’nın inceleme dizisi arasından çıkan, Nedret Tanyolaç’ın hazırladığı ‘Söylem, Söylen, Yazın” kitabı, Tahsin Yücel’e armağan bir kitap. Akademisyen, çevirmen ve çok önemli romanları, belki onlardan çok daha önemli denemeleriyle Türkçe edebiyata derinlik katan, Tahsin Yücel’e 80’inci yaş armağanı. Yani, aslında yetmez. Peki ne zaman evet? Önce bu kitabı, sonra Tahsin Yücel’in diğer kitaplarını okuduktan sonra. ‘Yalan’ romanını örneğin veya ‘Gökdelen’i. Ki ‘Gökdelen’deki 2073’ün İstanbul’unu okuduğunuzda onun yıllar önce bugünü yazdığını görürsünüz. ‘Salaklık Üstüne Deneme’sini okuyun sonra. Tanyolaç’ın hazırladığı kitapta akademisyen ve yazar dostları Yücel’i anılarla veya eserlerinden hareketle Tahsin Yücel’i daha yakından tanımamızı sağlıyorlar. Sonrası onu okumak...

Yazının Devamını Oku

Haftanın kitapları

10 Mayıs 2015

OLAYLARIN GEÇTİĞİ YERDEN

Ahmet Tulgar, siyasi tavrını her zaman açıkça dile getirmiş yazarlardan birisi. Gazete yıllarında, diğer yazılarında, öykü ve romanlarında ‘insan’ ve insanca olana odaklanmıştır her zaman. Birçoğu, Tulgar’ın son dönemdeki siyasi duruşunun açık birer yansımaları olan öykü kitabı ‘Duygusal Anatomi’de prizmatik bir gerçeklik oluşturuyor. Sol siyasi, Kürt siyasi ve silahlı mücadelesine de değiniyor, eşcinselliğe de. Dağ’da, asker ocağında, mahpus damında yoldaşlığın, silah arkadaşlığının, koğuş arkadaşlığının içindeki ‘aşkî’ olanları anlatıyor. İç içe geçmiş kimlik öykülerinde edebiyatı politikasına feda etmeden başarıyor bunları Tulgar. Kimi öyküde ‘gerçek mi’ sorusunu soracaksınız. Cevabını söyleyelim; Tulgar hikâyelerdeki olayların geçtiği yerde bulunmuş birisi sadece…

KENDİ HİKÂYESİ OLAN BİR ROMAN

Fikret Otyam’ın ‘Arkadaşım Orhan Kemal ve Mektupları’ kitabında yer alan; 24 Nisan 1956 ve 2 Mayıs 1956 tarihli iki mektupta şöyle yazıyor Orhan Kemal: “Yeni romanımın ismi, ‘Kenarın Dilberi’, ‘Halk’ gazetesinde başlayacak.” Bu cümleyi okuduğu ilk günden beri bütün arşivlerdeki ‘Halk’ gazetelerini tarasa da, tefrikaya bir türlü ulaşamamış, yazarın birçok kayıp eserini ortaya çıkaran oğlu Işık Öğütçü. Yıllar sonra aynı dönemde yayınlanan ‘Siyasi Halk’ adında bir gazetenin daha olduğunu fark etmiş. Ve nihayet! Orhan Kemal’in ilk defa kitap olarak yayımlanan ‘Kenarın Dilberi’ romanının hikâyesi bu. Edebiyatımızın hiçbir zaman eskimeyecek ustalarından Orhan Kemal’in ‘yeni’ bir kitabını okumak için büyük şans!

SİGMUND FREUD’A BAŞLAMAK İÇİN

Kim ne derse desin 20’nci yüzyılın ‘şahsiyet’i Sigmund Freud’dur. Çünkü ondan sonra her şeyi ya onun sözlerinden hareketle, ya onun bir devamı ya da ona karşı bir anlayışla değerlendirdi bütün felsefeciler, tarihçiler, eleştirmenler, sanatçılar, bilim adamları… Bu adamın söyledikleri, yazdıkları ve yaptıklarının peşine çok düşmüş olmamızdan olacak, hayatını ‘insan’ tarafını ve bilimsel yaşantısıyla ilişkisini daha yeni yeni öğreniyoruz. Haldun Bayrı’nın çevirdiği ve YKY Genel Kültür dizisi içinde yayımlanan Pierre Babin’in ‘Sigmund Freud – Bilim Çağında Bir Trajedi Yazarı’ adlı kitabı çağın düşünce şeklini değiştiren adamın hikâyesini ve yaptıklarını hayatıyla bir arada anlatıyor.

Yazının Devamını Oku

Haftanın kitapları

3 Mayıs 2015

FERİT EDGÜ’DEN ‘YENİ’ ÖYKÜLER

‘Yeni’ eklemelerle genişlemiş bir kitap ‘Giden Bir Kedinin Ardından’. Ama söz konusu imza Ferit Edgü olunca her okuduğunuzda yenidir yazdıkları. İlk defa okuduğunuzda da aynı oranda tanıdık gelir. Öyküler, anı metinler, anlatılardan oluşuyor kitap. ‘Öteyaka’ adlı ikinci bölüm ise Sel Yayınları tarafından yapılan yeni baskının ‘hazine’si. Orhan Duru, Güzin-Abidin Dino ve Melih Cevdet’i selâmlıyor burada, Edgü. Bilhassa kuşakdaşı Orhan Duru’ya dair yazdıklarıyla ‘ölüm’ karşısındaki alaycı tavrını bütün çıplaklığıyla gösteriyor. Tıpkı ‘Do Sesi’ndeki gibi...

CÜMLE ESNAF BU KİTAPTA

‘Kolay Gelsin’ adlı kitabında Rita Ender, İstanbul’daki tam 82 meslek erbabıyla yaptığı söyleşiyi bir araya getirmiş. Berge Arabian’ın fotoğrafları, Reysi Kamhi’nin çizimleriyle daha da zenginleşen kitapta örücülükten zangoçluğa, domuz kasaplığndan pulculuğa, cenaze müzisyeninden faytoncusuna, manken üreticisinden eczacısına cümle esnafın kapısını çalıp, mekânında söyleşmiş. İş incelikleri, eski günleri, bugünü anlatmışlar. Bir ‘kültürün’ son temsilcileri de var, İstanbul’un kozmopolit kimliği de.

KENDİ DİNİNİN PEYGAMBERLERİ

Biri Kâtip adında hayatını kendi uydurduğu prensiplere adamış bir katil. Diğeri kendine isim olarak ‘Ahtapot’ gibi bir omurgasız canlının adını seçmiş, hayatta hiçbir prensibi olmayan bir adam. İkisi de kendi dininin peygamberleri adeta. Ertuğrul Özkök, ‘Tuhaf Bir Çocuğun Fevkalade Hikâyesi’ adlı romanında birbirinin tam tersi iki karakter üzerinden, ahlaki ve dinsel bir sorgulamaya girişiyor. Kâtip ve Ahtapot, iki ayrı kahraman olduğu kadar, tek kahramanın iki ‘zamanı’ adeta. Ve onlar aracılığıyla bizi de düşünmeye çağırıyor, Özkök.

Yazının Devamını Oku

Haftanın kitapları

18 Ocak 2015

Roman1914Jean EchenozÇev.: Mehmet Emin ÖzcanHelikopter Yayınları


2014’te I. Dünya Savaşı’nın 100’üncü yılıydı ve birbiri ardına kitaplar yayımlandı. Kalın, tuğla gibi incelemeler! Hatta meşhur TASCHEN savaşın, cepheden ve cephe gerisinden ilk defa ‘renkli’ fotoğraflarını yayımladığında ne kadar önemli bir iş yaptığını dile getiriyordu uzmanlar. Oysa Jean Echenoz’un küçümen kitabı ‘1914’ savaşı bütün rengiyle gözler önüne seriyor. Toru topu 60 küsur sayfada, meşhur ‘Büyük Savaş’ı anlatıyor. Hem ne anlatmak! Parisli Anthim ve arkadaşlarının yaşadıkları ‘epik’ günler bütün doğallığıyla gözümüzün önüne geliyor. Üstelik, kimilerinin onlarca sayfa tasvirle anlatacağı büyük çatışmaları, siper savaşlarını, kopan kolları, bacakları; sanki gökten bir mitolojik tanrı tarafından, o an, o askerin sağ kolunu, tek hamlede kesip almak için fırlatılmış şarapnel parçalarını, kısacık bir cümlede anlatarak yapıyor her şeyi. Her kelimesinde bir bomba patlıyor, her harfte bir insan ölüyor, kanı da görüyoruz, mosmor soğuğu da hissediyoruz. Çamura batmış botlar bizim ayağımızı üşütüyor, bite doymuş parkalar bizi kaşındırıyor! Aynı zamanda Paris veya dünyanın diğer şehirlerinde bütün olağanlığından uzaklaşmış ‘savaş esnası’ndaki gündelik hayatı da anlatıyor Echenoz. Gerçekten iğne deliğinden Hindistan’ı geçiriyor yine. Nasıl mı yapıyor? 1914’ü okuduğunuzda göreceksiniz.


Kahramanın Yolculuğu - Mitik Erkeklik ve Suç Draması / Volkan Yücel / İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları / Sosyoloji

Attila İlhan’ın vaktiyle ‘furya’ halini alan yerli televizyon dizileri için söylediği yerinde bir tespitti; “Zamanın Yeşilçam’ı bunlar, geçer gider.” Birçoklarının zamanında anlayamadığı bu sözün son iki yılda nasıl ‘cuk’ oturduğunu görür gibiyiz. Gerçek hayatta neredeyse imkânsız olan zengin-fakir aşklarından mürekkep, birbirinin aynısı konular, komedi derken karikatür tiplerden geçilmeyen farslar, dönem anlatalım derken gerçek-hayâl birbirine karışan olaylar, baştan sona ağlak melodramlar ve art arda patlayan tabancalar, tüfekler! Tabii onlarca yıllık tiyatro ustasını canlandırdığı ‘Dayı’ rolünden sonra tanıyanlar veya dizide ölen kahramana ölüm ilanı veren insanlar da cabası... Bir de art arda yayına girip, birkaç bölüm sonra ortadan kaybolan milyonluk yatırımlar var. Hâsılıkelâm memleketin panoramasını görmek için dizilerin akıbetini analiz etmek kâfi. Volkan Yücel söz konusu analizi ‘erkek’ kahramanlar üzerinden yaparak, diziler ile TV kanallarının toplumda yarattığı etkiyi irdelerken, “memleketin kültürel kodları”nı ifşa ediyor aslında. Kabadayı misali yürüyen, herkese atarlanan, attı mı vuran, baktı mı âşık eden, kimseye eyvallahı olmayan mitik “errkek” kahramanların suç dramasındaki tezahürünü irdelerken aslında ‘unutulmuş’ kadını da işaret ediyor.

Yazının Devamını Oku

Haftanın kitapları

11 Ocak 2015

RomanKızböcekleriTahir Musa CeylanDoğan Kitap

2014’ün kasım ayında yayımlandı ‘Kızböcekleri’. Aralık ayında duyulan boza sesleri dolayısıyla arada kaynamasın istedim. ‘Kestane Kıranında Kadınlar’, ‘Elli Yıl Sonra Kül’, ‘Bir Zamanlar Bakırköy’ gibi usta işi romanlara imza atan Tahir Musa Ceylan üç yıl sonra sessiz sedasız yeni romanıyla çıktı karşımıza. Arada başka kitapları da vardı elbet, ama onun romanları bir kenara koyulmalı mutlaka! Üstelik, ‘Kızböcekleri’nde Türk edebiyatının en büyüleyici kahramanlarından biriyle tanıştırıyor bizleri; Bektaş Toztoprak! Daha soyadına bütün bedbahtlığı sinmiş bu tuhaf öğretmen, talihsiz erkek, mıymıntı kardeş, ezik adamın hayatının son birkaç yılı üzerinden bütün bir ömrünü anlatıyor, Ceylan. Farklı açıdan çağımızın bir kahramanı o. Çünkü vardır böyle adamlar, olmamış, tutturamamış, hiç başaramamış, başaramadıkça küçülmüş küçüldükçe içine kaçmış insanlar. Sağlaması bir türlü tutmayan bir matematik işlemi gibi yaşıyor hayatı Bektaş Toztoprak. Sürekli bir muhasebe. Hep borçlu çıktığı işlemler silsilesi bir hayatın kahramanı. Sonu ne kadar güzel bitebilir ki böyle bir hikâyenin? En sıradan haliyle bir trajedi kahramanı yaratmış Tahir Musa Ceylan. 2015’in başında bu kitabı okuyun mutlaka! Geçen sene asıl neyi kaçırdığınızı görün…


Melankoli/ Eugenio Borgna/ Çev.: Meryem Mine Çilingiroğlu/ YKY/ Felsefe - Düşünce

Kazandıkları yarışmanın sonunda tacını takan güzellik kraliçelerinin kurdukları ilk cümlede “dünya barışı” dilemeleri gibi, 2015’e girilmesiyle bütün ‘dünya liderleri’ de dünyaya huzur, barış dileklerinde bulundular. Paris’te yaşanan katliam, İstanbul’daki canlı bomba ve kim bilir nerelerde cereyan eden diğer bilmediğimiz hadiseler bu dileği uzun süre tekrarlayacağımızın ispatı! Hasılı kelam geçtiğimiz sene, hatta birkaç sene boyunca gerilen sinirler daha da gerilecek gibi duruyor. Yani başta memleket, akabinde dünya için ‘depresyon’ dolu günler bizi bekliyor. Ki bu durum kimilerinde ‘melankoli’ olarak tezahür ediyor. Dolayısıyla çağın diğer vebasını daha yakından tanımanız gerek. Aslında ikisi de aynı şey. Ancak kimilerinin yaşadıkları psikolojik dönemi/durumu tanımlarken kullandığımız depresyonu, bazıları melankoli diye adlandırıyor ve kimileri işi biraz daha ileri götürüp manik-depresif psikoz diye açıklıyorlar bu durumu… Borgna’nın ‘Melankoli’ adlı müthiş kitabında söze; “Manik depresif psikoz kavramının kurumsal ve klinik bakımdan kabul görmediği günümüzde depresyon ve (yoğun anlam doluluğuna sahip olması bir yana) melankoli arasında terminolojik ve içeriksel bir ayrım yapmaya bir neden yok,” diye girip ‘parantez içi’ndeki cümlesini açıyor kitap boyunca. Melankoli’nin yoğun anlam doluluğunu ortaya koyuyor. Gerek klinik olarak, gerek kültürel ve düşünsel olarak melankoli ve kimi zaman mukayeseyle izah ettiği depresyonun resmini çiziyor.

Yazının Devamını Oku