İlber Ortaylı

Tarihimizin en kara mütarekesi: Mondros

1 Ekim 2023
Mondros Mütarekesi, Türk İmparatorluğu’nun Avrupa topraklarından tamamıyla itilmesi, Akdeniz ve Karadeniz üzerindeki bağlantının beynelmilel kuvvetlere geçmesi ve en güçlü bahri kuvvet olarak İngiltere tarafından yönetilmesi, Türklerin imparatorluğunun Küçük Asya’da da sınırlı bir parçaya nakledilmesidir. İstiklal Savaşı’nın başarıyla tamamlanması ve Lozan’a gidilmesi bu projeleri durdurdu.

30 Ekim 1918 tarihi, kaderin cilvesi diyebiliriz. Birinci Dünya Savaşı’nın seyri olduğunu söylememiz daha rasyoneldir; bu tarihten tam 4 yıl evvel Rusya ile resmen savaş ilan ederek harp eden devletler arasına girmemizden sonra bu sefer teslim bayrağı çektik ve mütarekeye başvurmak zorunda kaldık. Avusturya-Macaristan, Bulgaristan gibi ağır müttefikler bizden evvel çekilmişlerdi. Almanya ise bir müddet sonra çekilecektir. Mütareke Limni Adası’nın Mondros Limanı’nda olacaktır.

Türk heyetinin başında Bahriye Nazırlığı’na gelen Rauf Bey, İngiliz heyetinin başında Sir Somerset Arthur Gouch Calthorpe vardır. Şartlar malum devletlere İtilaf Devletleri tarafından empoze edildiği gibi ağırdır.DEVLET-İ ÂLİYYE’YE DAYATILAN AĞIR ŞARTLAR

1. Bütün tersaneler teslim edilecek, donanmalar da bu tersanelerle birlikte bağlantı altına alınacaktır.

2.  Mevcut askerî kuvvetler terhis edilecek, sadece asayişi sağlayacak kuvvetler kalacaktır. Osmanlı Genelkurmayı’nın doğrudan doğruya işgal kuvvetleri ile işbirliği hâlinde çalışması söz konusudur. Bu husus, ikinci işgal sırasında doğrudan doğruya Genelkurmay’a gelen yazışmaların kontrol ve sansür altında tutulmasına dönüşecektir.

3. Asayiş için Devlet-i Âliyye’nin bölgeleri İtilaf Devletleri’nin işgaline bırakılacak, devlet gereken yerlerde asayişi sağlayamazsa müdahale imkânı olacaktır. Bu madde de çok fazlasıyla ve abartılarak uygulanmıştır.

4. Doğrudan doğruya Birinci Dünya Savaşı’nın öncesindeki şartlara dönülecektir. Dolayısıyla İtilaf Devletleri’nin Türkiye’deki kapitülasyonlar konusunda ne kadar titiz oldukları, bu konunun üzerinde dikkat ve ciddiyetle durdukları, dostane ve hakkaniyetli bir yaklaşım beklemeyecekleri açıktır. Şahsen Rauf Bey mütareke sırasında Calthorpe’a yeniden bir gözden geçirmenin yapılabileceğini söylemiştir. Tabii İngiltere bu durumu Lozan Barışı’na kadar götürecek ve hatta Lozan görüşmelerinin çığırından çıkmasına sebep olacaktır.

İtilaf Devletleri savaşın daha sonrasında muhtelif safhalarda birbirleriyle ihtilafa düştükleri hâlde, mütarekede dahi, Lozan görüşmeleri sırasında hep bir arada kapitülasyonlar için hassasiyetlerini korumuşlardır. Bundan başka idarenin ve ordunun her safhada kontrolü vardır. İdarede bu sansürün ve kontrolün çok ileri gittiği; haberleşmeye el konulduğu, bundan daha fazlası Hariciye Nezareti’nin tüm mütareke dönemi boyunca çok açık bir şekilde İtilaf Devletleri ve İngiltere ile işbirliği yapması Ankara Hükümeti’ni çileden çıkaracaktır. Zaferden sonra Osmanlı Hariciye Nezareti’nde büyük ölçüde tensikata (işten çıkarmalara) gidilmesi tesadüf değildir.

Rauf Bey, Osmanlı milletinin fazla iyi niyetli davrandığını, İngiltere’den ve sözcüleri Amiral Calthorpe’dan daha soğukkanlı ve daha mutedil bir muamele gördüklerine inandıklarını belirtmiştir.

Yazının Devamını Oku

Turizmin karanlık geleceği

24 Eylül 2023
Bugün Ege kıyılarında insanlar bir restorana girmeye çekiniyor. Bodrum’da plajlar paralı ve çok pahalı. Fiyatlar lüks tatil merkezi Mykonos’un üstünde diyorlar. Ulaşımın artması, hızlı teknelerin sefere girmesi ile Ege kıyıları daha çok darbe yiyecek çünkü karşıda çok daha iyi restoranlar ve hizmet yarı yarıya düşük fiyatlarla.

Yetkİlİ turizm otoriteleri şikâyetlerini yücelttiler. Turizm gelirleri bu yılın sonunda ve gelecek yıl hiç de iç açıcı rakamlara ulaşmış değil. Artış düşük, seneye hatta daha düşük olacak. Asıl önemlisi içeriye turist yığınını getirmek değil, gelir olmalıdır. Amerika Birleşik Devletleri’ne gelen turist sayısı Avrupa’nın büyük turizm merkezlerine gelen sayıyla mukayese edilemeyecek kadar düşüktür ama elde ettikleri turizm geliri daha yüksektir. Ürün çeşitliği, arz edilen malın ucuzluğu, fiyat düşüklüğü, insanların dudaklarını uçuklatan restoran ve servis hizmetleri yanında pekâlâ orta sınıf insanları tatmin edecek, yüzlerini güldürecek hatta daha iyisini aratmayacak bir hizmetin Avrupa’ya göre çok daha ucuza temini. Bu Amerikan iktisadi anlayışının bir gereğidir.

İNSANLAR RESTORANA GİRMEYE ÇEKİNİYOR

O kadar uzağa gitmeyelim. Ege kıyılarındaki restoran ve otel fiyatları lüks hizmetin pahalılığına sahip ama onun yanında insanın yüzünü güldürecek rahatlığın ve kalitenin eksiliği mevcut. Bugün Ege kıyılarında insanlar bir restorana girmeye çekiniyor. Bodrum’da plajlar paralı ve çok pahalı. Fiyatlar bu konuda Yunanistan’da ölçüyü kaçırmış diye bilinen lüks tatil merkezi Mykonos’un üstünde diyorlar. Ulaşımın artması, katamaran gibi hızlı teknelerin sefere girmesi ile Ege kıyıları daha çok darbe yiyecek çünkü karşıda çok daha iyi restoranlar ve hizmet yarı yarıya düşük fiyatlarla. Bu yıl bizdeki fiyatlar hiç kimseyi memnun etmemişe benziyor. Hatta burayı “eli mahkûm” nitelendiren Arap turistleri bile.

Geçen hafta sevgili dostlarım Büyükelçi Ayşe ve Aydın Sezgin ile Midilli’ye geçtik. Mevsimin dönüşe geçtiği günlerdi. Midilli yeşil bir ada. Aynı paraleldeki kuzey Ege kıyılarıyla aynı iklime sahip olduğunu söylemek gereksiz. Şu farkla, orada zeytinlikler ve tabiat korunuyor. Çevrenin istismarı bizimle mukayese edilmeyecek derecede az. Midilli kıyılarını gezdikçe, yeşil alanların nasıl korunduğunu gördükçe insan zeytinlerin beş para etmez binalar için kesildiği, hoyrat yapılarla kıyıların kapatıldığı Türkiye’deki Ege’nin hüznünü daha iyi anlıyor. Çirkin bir bloğu yapan adamın binasının temelini atmadan evvel kıyısını betonla kapatıp örtmesi âdet hâline gelmişken, her yeri altyapısız bungalovlar sarmışken, Midilli’nin güzelliğine her seferinde daha hayran olurum ve gıpta ile bakarım. Halbuki Küçük Asya’nın zenginliği ve güzelliği antikiteden beri bütün yazar ve coğrafyacıların kalemindedir. Bu laubalilik bakalım ne kadar devam edecek. 

ŞARTLAR AYNI KALİTE FARKLI

Karşıda her şey ucuz göründü ve öyle; restoranlardaki yemekler, deniz ürünleri, ulaşım hizmetleri, hepsi ve canlılığın çoğu eskiden beri yükselen Türk turizminin ilgisi nedeniyle. Hadise çıkmadan alıcılar da satılar da memnun hayat sürüyor. Bu arz ve talebin birbiriyle uyuşması demek. Çünkü Yunan adalarındaki turizm sektörü mensupları çalışıyorlar. Aynı iklim şartlarına sahipler. Onların yazı da bazı yerde kısa bazı yerde uzun sürüyor ama müşteri ilgisinin mevsimden ve iklimden çok daha hassas olduğunun farkındalar.

Şikâyet edeceğinize yaptığınız işi ve kalite fiyatını ayarlarsınız. Yabancı turistten evvel Türk turistin canı yanıyor.

Yazının Devamını Oku

Ayasofya’yı koruyalım

17 Eylül 2023
Ayasofya herkesin elini kolu sallayarak geçeceği bir yol değildir. Zira altındaki dehlizler, atık ve nem sularını taşıyacak suyolları, havalandırma sistemi bu kadar ziyaretçiyi taşıyacak güçte değil. Giriş ve görüşleri zaruri olan tarihçi, arkeolog gibi bilim insanları, büyük dinler dünyasının temsilcileri, devlet adamları ve memurların oluşturduğu yıllık 20-30 bin kişilik bir kitle bile buranın ziyareti için kalabalık olabilir.

Sadece hatırlatmak için tekrarladığım cümleler: Ayasofya beşeriyetin hâlâ ayakta olan, kullanılan ve orijinal yapısıyla korunan en eski mabedi. Şekil ve hacim değişimleri itibariyle Ayasofya’dan daha eski olan kiliseler var ama bunların sanat tarihinde öncü bir rolü olmadığı gibi teknik bakımdan da hiçbir şekilde Ayasofya’daki mühendislikle mukayese edilemezler.

Ayasofya yapıldıktan bir müddet sonra bir zelzeleyle kubbede kısmî çökme meydana geldi ve onarıldı. Asıl büyük onarım ise Mimar Sinan’a aittir. Sinan bu restorasyonundan o kadar müftehirdi ki Tophane’deki Kılıç Ali Paşa Camii’ni Ayasofya’yı model alarak yaptı.

ORTAÇAĞIN EN YÜKSEK BİNASI

Mühendislik harikası eserin kubbe genişliği Roma’daki Pantheon’dan daha geridedir. Ama Pantheon bir bardağın üzerine konmuş yarım elma gibi statik bakımdan daha bilinen bir gelişmeyi temsil eder. Ayasofya ise sütunlar ve kemerlerin üzerine kurulmuş muhteşem bir merkezi kubbedir. Bu özellik ona bütün ortaçağlar boyu şehrin en yüksek binası olma özelliğini kazandırdığı gibi binanın içindeki ihtişam hâlâ devam etmektedir. Ayasofya’da giriş narteksinde Hz. İsa’ya değerli hediyeler sunan iki imparator var. İmparator Konstantin, Konstantinopolis’in yani İstanbul’un maketini, Justinianus ise Ayasofya’nın maketini sunuyor.

Burada şunu da söylemek lazım. Tabiat harikası İstanbul’u iki bin yıldır, şu son kötü yapılaşmaya kadar, mimari bir şaheser şehri hâline getiren eserlerin başında Ayasofya gelir. İkincisi Mimar Sinan ve ekolünün eserleridir. Justinianus gerçek, inanmış bir Hristiyan’dır. Konstantin Hristiyanlığı, vaftiz oluşu, pozitif tarihçilik bakımından tartışılıyor. Topladığı ilk konsülün (325 yılı Nicea) takbih ve aforoz ettiği Aryanizm’e mensup olduğu da Caesarialı Eusebius aracılığıyla Aryanizm’e sempati duyduğu da dedikodular arasındadır. Onun Hristiyanlığı, Hristiyan tebaanın destek ve başarılarına karşı duyduğu borcun getirdiği gösterimden ibaret olmalı. Gerçek Hristiyan imparator Justinianus’tur. 6. asırda vahdete ulaşan ilk ve tek hükümdardır. Onun eseri bugüne kadar devam ediyor. Koyduğu ad eski kiliseninkidir. Müslüman İstanbul da bu hoş tabiri (ilahi hikmet) kaldırmadı ve cami bu adla devam ediyor.

Etrafındaki Osmanlı ilaveleri; türbeler, çiniler ve dört minare sonraki ilavelerdir. Ne dışında ne de içinde Ayasofya’nın orijinal hâlini gölgede bırakacak bir ilave yok. Bu bakımdan tüm İstanbul’un Ayasofyası, Kurtuba’daki mescide benzer bir zulme uğramamıştır. Bunu belirtmekte büyük fayda var.

Hâlihazırda minarelerin restorasyonu söz konusu; bu doğrudur.

Yazının Devamını Oku

IV. Murad’ın tahta çıkışının 400. yılı

10 Eylül 2023
400 yıl evvel bugün, Bağdat’ın ikinci fatihi, Erivan’ı imparatorluğa katan Sultan IV. Murad Han, 11 yaşında tahta çıktı.

Bir müddet usul gereği naibe olarak valide sultan devleti idare etti. Çocukluktan 18 yaşına kadar başkaları onun adına ortalığı karıştırdı. Ancak 10 sene imparatorluğu idare etse de kan ve ateşle toplumun içine düştüğü anarşiyi önledi.

10 Eylül 1623’te, yani bundan tam 400 yıl önce bugün Sultan IV. Murad Han tahta oturdu. 17. yüzyılın muamma tarihi portresi Sultan Murad Han, bir bakıma son muzaffer ve cihangir padişahtır, aslında kendisinden sonraki kuşaktan sefere çıkan II. Mustafa’dır. O, bildiğimiz gibi Zenta’da Prens Eugene karşısındaki hazin yenilgiyi temsil eder. Bundan sonra da Osmanlı padişahları sefere çıkmadılar.

ÇALKANTILI YÜZYIL

27 Temmuz 1612’de doğdu. Geçiş dönemi olan 17. yüzyılın seyri içinde her yerde karışıklıklar, değişim sancıları duyuluyordu. 17. yüzyılda İngiltere Cromwell olayını, iç savaşı yaşadı. Fransa’da Fronde hareketleriyle ortalık altüst oldu. Rusya tarihiyse onun doğduğu yıl en karmaşık dönemlerini yaşıyordu. Sahte Dimitri; Çar Korkunç İvan’ın (IV. İvan) öldürüldüğü iddia edilen oğlu olduğu iddiasıyla taraftar toplamıştı. Yanına Polonya’nın desteğini de alarak Rusya içlerine yürüdü ve Moskova’yı işgal etti. Rusya ilk olarak hem aristokratların hem esnafın hem de halkın birleştiği bir mukabil direnme hareketiyle onu ve Polonyalıları çıkardılar. Bir sene içinde de saltanat Romanovlar hanedanın eline geçti.

Bunların üzerinde şunun için duruyoruz. 17. yüzyıl Osmanlı tarihi içindeki kargaşayı tarihçiler duraklama devri diye izah etmişlerdir, oysa 17. yüzyıl her yerde 16. yüzyıl saltanatlarının kaydettiği büyük ilerleme, despotça da olsa kurdukları düzenin bir biçimde sarsıntı geçirdiği, sancılandığı bir devirdir.

IV. Murad tahta çıktığı zaman babası I. Ahmed genç yaşta ölmüştü. Gözdesi ve sevgili hasekisi Kösem Sultan âdet üzere ‘Eski Saray’a kapatılmıştı. Osmanlı hanedanın hakikaten meczup olan tek üyesi I. Mustafa tahttaydı. İki kere tahta çıkarıldı. Genç Osman’dan evvel ve Genç Osman’ın ‘hal’inden; yani feci bir şekilde utanmazca hakaretlerle idamından, Osmanlı hanedanının ve Türk siyasetinin daha üç asır dehşetle hatırladığı meşum olaydan sonra... Lakin devletin deli tarafından idaresi mümkün değildi. Herkes müştekiydi. Çaresiz I. Ahmed’in küçük oğlu şehzade Murad, IV. Murad olarak Osmanlı tahtına oturdu. Abdülkadir Özcan Hoca’nın kaleme aldığı biyografide bu dönemin teferruatıyla hikâyesi yer alıyor (VI. Murad Şarkın Sultanı, Kronik Kitap).

Çocuk da olsa yeni padişahın tahta çıkışı bir nefes alma ve kurtuluş olarak göründü. Halk ve yeniçeriler sanki büyük bir adamın geldiğini hissetmişlerdi. Ancak büyük adamın büyüklüğünü göstermesi için yaşı henüz çok küçüktü.

Yazının Devamını Oku

Baharda bir başkadır Türkiye

3 Eylül 2023
Türkiye eylül ve ekim aylarında yaşaması ve gezmesi kolaylaşan bir yer çünkü iklimin normalleşmesi yanında kitle turizmi de oldukça hafifliyor. Gezeceğimiz yerler en başında tabii ki Ege ve Akdeniz’dir. Antalya’nın batısı ve Muğla civarı sayısız harabelerle ve romantik görünümlerle kaplı.

Yaz sonu geliyor. Okullar açıldı. Çocuklu aileler geri dönüyor. Üniversiteler ise her zaman olduğu gibi ekim ayı başlarında faaliyete geçecek. Üniversite gençliği için bulunmaz bir zaman. Mali yükü az, hareket kabiliyeti çok yüksek bir gezi düşünebilirler. Türkiye tıpkı İtalya gibidir. Yakın mesafelerde inanılmaz tarihi zenginliklere ve tabiat harikası köşelere el’an rastlanabiliyor. Bunların arasındaki ulaşım da bütün artan fiyatlara rağmen henüz normal ödeme düzeyinde.

YETERİNCE KULLANILMAYAN BÜYÜK İMKÂN: MÜZEKART

Bütün ülke sathına yayılan yüzlerce müzemiz Kültür ve Turizm Bakanlığı’na bağlı olduğu için buralara giriş “müzekart” ile neredeyse bedava düzeyde (müzekart tam fiyat 60 Türk Lirası talebelere indirimli fiyat, engelli ve 65 yaş üstü vatandaşlarımıza da ücretsiz). Bu kartla istediğiniz müzeye istediğiniz kadar girebilirsiniz. Üstelik de iyi ve tasdikle hazırlandığı için kimlik yerine geçiyor. Oysa yurttaşlarımız bu olanağı henüz yeterince kullanmıyorlar. Bize müzelerin pahalılığından şikâyet ediyorlar; pahalı değil ucuz bile. Mevcut turist akınını göz önüne alırsak daha da artırılmasını düşünmelisiniz; vatandaşlık imtiyazından yararlanırız. Çünkü Kültür ve Turizm Bakanlığı müzekartı son zamanda çıkan kararname ile Millî Sarayları da içeriyor, hatta bazı özel müzeler de buna katılmaya başladı.

Memleketimizin her yerinde pahalı oteller olduğu gibi otellerin şimdi çok şikâyet ettiği özel pansiyonlar da var. Bu pansiyonların kontrol edilmesine evet, fakat son tedbirlerle aşırı vergi uygulanmasına karşı çıkmamız lazım. Mevcut düzen yeterlidir. Türkiye’nin konaklama ihtiyacını mücessem otel bloklarıyla karşılayamayız. Bu tip oteller usulsüz olarak tabiatı tahrip ediyor ve çevre kirliliği yaratıyor. Bunu önlemek için otel yapımına izin vermemek yerine insanlarımızın hesaplı otel, pansiyon tercihini desteklemek durumundayız.

Eylül ayında gezeceğimiz yerler en başında tabii ki Ege ve Akdeniz’dir. Antalya’nın batısı ve Muğla civarı sayısız harabelerle ve romantik görünümlerle kaplı. Antalya’nın doğusundan İskenderun’a kadar ise antik dünyanın önemli merkezleri görülür. Henüz Orta Anadolu’nun önemli Hitit merkezi Boğazköy, Alacahöyük, Van civarındaki Urartu merkezleri, Ahdamar gibi Ortaçağ Ermeni katedralleri de iklim bakımından gezmeye müsaittir. Türkiye eylül ve ekim aylarında yaşaması ve gezmesi kolaylaşan bir yer çünkü iklimin normalleşmesi yanında kitle turizmi de oldukça hafifliyor.

Yazının Devamını Oku

İngiltere müzeleri

27 Ağustos 2023
Korunan eserlerin zaman zaman müzelerden çok iptidai bir şekilde götürüldüğü açık. Son olarak British Museum’un eksperlerinden birinin (Peter Higgs) uzun bir zamandır Yunan-Roma koleksiyonlarını ayıklayıp sattığı, hem de pazarlamayı internet yoluyla yaptığı açığa çıktı. Bu hırsızlık tespit edildi ama Türkiye’deki Britanya kazılarına dahi katılan bu uzmanın (Orada hangi küçük parçaları götürdüğünü Allah bilir) bir ceza bile almadığı açık.

Dünyada eski eser kaçakçılığı aslında aşağı yukarı 17. yüzyıldan beri çok yaygındır ve bu eser taşımanın klasik dünyanın âşıkları tarafından yapıldığı ileri sürülür. Oysa bu dönemde oluşan koleksiyonların en önemlisi İtalya’dadır. İtalya ahalisi başta Papalık olmak üzere çevre bölgelerden eser yağmalamaktan çok, bazı Roma-Yunan buluntularını özellikle Laocoon (orijinali Rodoslu üç heykeltıraş Agesander, Polydoros ve Athenodoros tarafından yapılmıştır) gibi Klasik Yunanistan’ın eski Roma ustaları tarafından iyi yapılmış taklitlerini saklamışlardır.

KLASİK ESERLERE HOYRAT DAVRANILDI

II. Pius yeryüzüne dünyanın ilk kamusal müzesini hediye etmiştir. İtalya’da buna rağmen klasik eserlere hoyrat davranıldığı bellidir. Bu hoyratlık şüphesiz ki bazı ülkelere benzemez ama daha çok irredantist Birleşik İtalya’nın getirdiği milliyetçilikle klasik dünyanın değerlendiği görülür. 18. asır boyunca İtalya’ya inenlerin de sistematik toplayıcılıktan çok değerli malzeme elde ettikleri açıktır. Johann Joachim Winckelmann (1717-1768) Almanya’nın ilk ciddi arkeolojik Roma eserlerini, özellikle sikkeleri, koleksiyoner zihniyeti ve sistematik bir tasvirle toplamıştır.

Mısır dünyasının tahribi ise çok daha hazindir. İnsanların hiyeroglifin çözüldüğü zamanda bile bu medeniyete saygı göstermekten ziyade Londra salonlarında meraklı amatör bir kitle tarafından mumya teşhir ettikleri, parçaladıkları malum. Edepsizlik o dereceye varmıştır ki sağdan soldan piramitlerin dışındaki mezarlardan bile devşirilen eserler ve mumyaların Kahire’de ve Asvan’da sokakta işportada satıldığı görülmüştür.

Kütüphaneleri toplamak daha eski bir meraktır. Hiç şüphesiz bu toplamanın ilmi tarafı vardır ama kitap toplayıcılığı bugün bile daha başka problemler arz ediyor. Toplanan yazmalar veya nadir baskılar (incunabel) diyebileceğimiz Şark eserleri çoğu zaman Batı’da veya Japonya gibi bu dallara merak duyan ülkelerde sadece birkaç binin bakabileceği koleksiyonlarda tutuluyor. En hazini 18. asırda Osmanlı İmparatorluğu’nun bütün eyaletlerinin yağmalanmasıdır. Türklerin bu işten anlamadığı söyleniyor. Yağmacılar ve hırsızlık Osman Hamdi Bey’in kazılar yaptığı, müze kurdurduğu, müze müdürü olduğu zamanda bile görünür, hatta daha arsızca hırsızlıklar da yapmışlardır. Ayasofya haziresinde II. Selim türbesinin çinilerini değiştirmek gibi...

Lord Elgin bütün Parthenon’un kabartmalarını götürmüştür. Bugün görülen tahribat onun taşımasına aittir. Son senelerde Parthenon’un eteğinde açılan modern Parthenon Müzesi’ni müteveffa Profesör Bandırmalidis ile gezmiştim. Hazin bir manzaraydı, alınlığın monte edildiği bölgede eldeki eserler bütünün yarısını bile bulmaz. Bu arada Almanya’nın bir kabartmanın elinin üçte birini hediye etmesi de trajikomik bir görünümdü.

Parthenon Müzesi’nin (Akropolis Müzesi) aydınlık, mükemmel teşhire müsait yapısı dururken British Museum’un ne lüzumu vardır.

Yazının Devamını Oku

Yok olup giden kıyılarımız

20 Ağustos 2023
Son dönemin turizm politikası, İspanya’nın çoktan terk ettiği bir “kale turizm tesisleri”ne dönüşmüştü. Birileri gelip otel kuruyor, manzarayı kapatıyor, sıkılmadan kıyıları da kapatıp çeviriyor. İleriki Türkiye bugünkü gibi bilinçsiz olmayacak ve bu binalar yıkılacak. Fakat tahrip ettikleri tabiat o kadar çabuk düzelemeyecek.

Türkİye’nin üç taraflı denizlerle çevrili bir kara olduğu çok tekrarlanır. Bu tekrar ilkokul müfredatından başlayarak bütün hayatımızca benimsetilen bir mütearifedir ve çoğu zaman bizim denize karşı hoyrat davranışımızın da gerçek sebebidir.

Üç tarafımız denizle çevrilidir; sıradağların hükmettiği kuzey ve güney kıyılarının ortasında aslında bir “caldera”, dipsiz bir derinlik olması gerekir. Celâl Şengör ve arkadaşlarının teorisine göre jeolojik oluşumda bu bölgede, yeryüzü madenlerinin kaynayarak üste çıkması, çökerek soğuması ve tekrar kaynayarak üste çıkmasıyla oluşmuş bir yayla vardır.

Bu yayla Ukrayna ovaları gibi verimli değildir. Madenler bakımından zengindir ama kaliteli madenlerden çok, çeşit söz konusudur. Tarım bakımından şüphesiz Orta Asya steplerine benzer, İran’ın ortasındaki çöl mıntıkasıyla çok az ilgisi vardır fakat Balkanların verimliliği de söz konusu değildir. Yani dikkatle çalışılması, işlenmesi, yeraltı su kaynaklarının ölçülü kullanılması gerekir.

Sınırsız sandığımız kıyılar Ege adalarından hiçbirinin elimizde olmaması nedeniyle kıyı zenginliğimizin (uzunluğumuzun) sınırlılığını getirir. Bu sınırlılığı turizm sektörümüzün öncülerinden Mukadder Sezgin, Turgut Özal’ın başbakanlığı döneminde çılgın turizmin, kıyılardaki binalaşma ve otelleşmesine karşı vurguladığı bir gerçektir. O günden beri çok az insanın zihninde yer eder, etmediği için de kıyılarımızın ne hale geldiği gördük.

GUDUBET OTELLERİN YÜKSELİŞİ

Türkiye koyları tıpkı İspanya gibi dikkat edilmesi gereken bir zenginliktedir. Her yerine rastgele bina yapamazsınız; yani Antalya’nın doğusundaki Belek denen bölgede pinus (fıstık çamı) ormanının yok edilmesiyle sözde görgüsüz golf sahalarını, kıyıları kapatan garip gudubet otellerin yükselmesiyle nasıl bir kirlilik meydana geldiği açıktır. Aynı kirlilik Batı Antalya’da da söz konusudur hatta başlamıştır.

Ege Bölgesi’nde ise bu tip yatırımlar hiç de o kadar imkân bulacak durumda değildir. Ege’nin su kaynakları kısıtlıdır. Artan nüfusu hesaba katarsak Türk milletinin denize girebilmesi, deniz tatili yapması için araziyi ve deniz kıyılarını çok dikkatli kullanmak gerektiği açıktır. Yani bu kıyılarda kitle turizme açık oteller yapılamaz. Birtakım insanların yılda 15-20 gün ancak kullanacakları yüksek binaların içinde geniş meskenler meydana getirilemez. İnsanların Ege Bölgesi kırsalındaki yapıları ancak mütevazı binalar ve mümkün mertebe kıyının dışında olmalıdır.

Zira bir tehlike daha var; Ege Bölgesi dünyanın en zengin ve kaliteli zeytin rezervlerine sahiptir.

Yazının Devamını Oku

Sadece akademinin değil herkesin ilgilenmesi gereken sanat: Arkeoloji

13 Ağustos 2023
Hiç şüphesiz ki Bizans’ın sahip olduğu Küçük Asya, donanım bakımından bilhassa İstanbul, bütün şehirleri geçecek durumdadır. Aynı talih Selçukî Türkiyesi ve ardından Osmanlılar için de söz konusudur. Böyle bir yerde arkeolojinin millî bir sanat olması, arkeolojik kazıların akademik heyetlerin dışında geniş vatandaş kitlesini ilgilendirmesi gerekir. Bu düzeye erişmekte bir hayli sorun yaşıyoruz.

ESKİ çağlar ve orta çağlar tarihinin merkezi Küçük Asya’dır. 11. ve 12. asırlarda atalarımızın bu ülkeye gelişiyle biz buraya Roma İmparatorluğu; Rumî dedik. İtalyanlar ise buraya Türkiye dediler çünkü Küçük Asya’nın baştan başa dağları, köyleri ve şehirlerinin yoğun bir Türk nüfusuyla dolduğu anlaşılıyordu. Evet, ilk defadır ki dağlık bölgelere bile Türkler yerleşiyordu. Hellenistik ve Roma devirlerinde dağ şehirlerinin sayısı çok azdır. Ancak denize çok yakın Likya ve Pisidia gibi yani bugünkü Antalya’nın Batı ve Kuzeybatı bölgelerinde Sagalassos ve Termessos gibi şehirler vardı.

Türkiye’nin Türkler gelmeden evvel son derece zengin bir tarihe sahip olduğu belli; bu artık açık bir şekilde ortada. Roma İmparatorluğu’nun bile en zengin bölge ve şehirleri burada. Bütün İtalya’da Roma vardı, öbür şehirlerin sayısı, hacmi ve nüfusuna göre Küçük Asya; Ephesus ve Antiochia’nın yanında 2. ve 3. derecedeki şehirleriyle bu konudan da çok zengindi. Bugün sadece bir Roma garnizon şehri Galatia’nın merkezi olan Ankara (Ancyra) bile önemli bir antik alandır. Başkentte kazıların yapılması gerekir; yani Ankara’nın Çankırı Caddesi, İsmetpaşa Mahallesi, ta yukarı kaleye kadar kazılara konu olmalıdır. Ortaya çıkacak eserlerle bu görülecektir. Zira Augustus Mabedi’nin yapılması ve kült merkezi olarak gelişmesi için bereketli bir şehir gerekir. Kalemiz Roma’dan evvelki devre aittir, Galatialılar tarafından yapılmıştır. Orta çağlar boyunca zaten Bizans’ın ama asıl önemlisi Selçukluların stratejik bir merkeziydi.

TARİH DOLU TOPRAKLAR

Hiç şüphesiz ki Bizans’ın sahip olduğu Küçük Asya, donanım bakımından bilhassa İstanbul (Konstantiniyye) bütün şehirleri geçecek durumdadır. Aynı talih Selçukî Türkiyesi ve ardından Osmanlılar için de söz konusudur. Böyle bir yerde arkeolojinin millî bir sanat olması, arkeolojik kazıların akademik heyetlerin dışında geniş vatandaş kitlesini ilgilendirmesi gerekir. Bu düzeye erişmekte bir hayli sorun yaşıyoruz.

Türk arkeologlar bu bölgenin sadece Yunan, Roma değil zengin İranlı geçmişiyle de ilgileniyorlar. Mesela iki arkeoloğumuzun bu alandaki eserleri çığır açıcı bir yenilik; Sevgi Sarıkaya’nın Anadolu’da Persler: Daskyleion Satraplığı ve Şehrazat Karagöz’ün İngilizce yazdığı Anadolu’daki Yerel Halklar ve Kültürler Üzerindeki Ahamaniş Etkisi kitapları iftiharla övüneceğimiz monografilerdir. Evet, Ahamanişler devri İranı’nın en zengin eserleri Daskyleion gibi, Behramkale gibi eski satraplık merkezleridir. Bunlar bazı hâlde İran’daki miras ile yaraşılabilecek durumdadır.

HER ŞEY YERİNDE AĞIRDIR

Avrupa müzelerindeki Anadolu’dan ve Yunanistan’dan kaçırılan eserlerin bir bütünlük göstermediği ve bir uygarlığı anlamak bakımından pek bir şey ifade etmediği açıktır.

Yazının Devamını Oku