Yener Süsoy

Babadağ özelleştirildi yamaç paraşütü öldürüldü

19 Haziran 2006
Almanlara sordular; "Dünyanın en güzel sahili hangisi" diye. Bild Gazetesi’nin aday listesinde Şeyseller’den Maldivler’e, Copacabana’dan Sardunya Adası’na, Hawaii’den Güney Afrika’ya kadar her yer vardı.  Sonunda, oyların yüzde 89,1’ini alan Ölüdeniz açık ara birinci oldu. Bizim değerini bilemediğimiz bir cennet köşemizi daha, elin oğlu baş tacı etti. Dünyanın gözbebeği ilan edilen Ölüdeniz’imiz hakkında acaba ne kadar bilgi sahibiyiz? Gece yarısı düştüm yola, sabah gün ışırken ulaştım dünyanın en güzel sahiline. Ölüdeniz’in CHPli Belediye Başkanı Keramettin Yılmaz, doğma büyüme Ölüdenizli, 1.84 boyunda, 110 kilo ağırlığında, esmer, yakışıklı bir turizmci Yörük beyi. Sahibi olduğu The Nicholas Group’un

otelleri, apartları, villaları, turizm şirketi, kafeleri, karavanları var. Ölü Deniz kıyısındaki kamping alanının da sahibi. Dayısının kızı olan eşi Ümit, İTÜ mezunu elektronik mühendisi. Beldenin, özellikle kültür ve sanat etkinliklerinde eşinin 1 numaralı yardımcısı. Simgesi, Teke yöresi keçisi olan Ölüdeniz Kültür ve Sanat Festivali’nin yaratıcı ve yöneticisi. Bu yılki 3. festival, 22 Haziran günü dağdan sembolik günah keçisi atlatma töreniyle başlayacak. Sonrasında Sunay Akın’dan Selda Bağcan’a, Volkan Konak’tan Ferhan Şensoy’a kadar ünlü sanatçılar var. Eğer yolunuz Ölüdeniz’e düşerse, mutlaka Keramettin başkanla tanışın. İsterseniz size cep telefonunu vereyim; 0532-316 82 82. Selamımı söylemeyi de unutmayın, lütfen.

Efsane odur ki; balıkçı bir baba-oğul, bir gün fırtınaya tutulur. Oğul, kayalıkların ardında bir koy olduğunu söyleyip karaya yaklaşır. Baba karşı çıkar, tartışmaya başlarlar. O sırada baba kayalıklara çarpacaklarını sanıp, oğlunu denize iter. Dümene geçince ise, oğlunun haklı olduğunu görür. Önündeki uzun koya girip oğlunun acısıyla canına kıyar. Ölüdeniz’in çevresinde var olduğu söylenen kaya, işte o delikanlının yüzüdür. O kaya, fırtınalı havalarda gemicilere koyu gösterir.

- Ben Belceğiz Mahallesi’nde domates, biber, fasulye, patlıcanlar arasında dünyaya geldim. Ailem deniz kenarında 50 /images/100/0x0/55ea92a1f018fbb8f888ca9adönüm toprağı kiralamış, turfanda sebzecilik yapıyordu. Nisan sonunda kabak, salatalık, domates olurdu burada. 18 öğrenci, her gün 5 kilometre yol yürüyerek giderdik Hisarönü’ndeki ilkokula. Sonra Fethiye ortaokulu ve lisesini bitirdim. Üniversitelerde anarşi var diye annem babam gitmemi istemedi. Burada da yavaş yavaş turizm hareketi başlıyordu. 1982’de Hisarönü’ndeki baba toprağında 4 odalı ilk ev pansiyonunu açtım. Adını "Sannikola" koydum, ne anlama geldiğini bilmiyordum. Müşteri bulmak için, akşamüstleri en güzel elbiselerimi, ayakkabılarımı giyip Çetin Kamp’ın önüne gidiyordum. Gelen turistleri, tek kapılı Anadolumla pansiyonumu göstermeye götürüyordum. Derken, benim 4 odalı pansiyon, oldu 20 oda. 1986’da İngiliz turistler gelmeye başladı. Bu arada bir minibüs alıp köyden denize turist taşımaya başladım. Müşterim olan İngiliz turistler yüzme havuzu istedi, köyde ilk yaptıran da ben oldum. Derken turizm firması kurup, ailece otel inşaatlarına giriştik, bugünlere kadar geldik.

Ünlü İngiliz yayın kuruluşu BBC geçen yıl Ölüdeniz’i dünyanın en mükemmel plajları arasında ilk 5’te göstermişti.

- İngilizler Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne gireceğinden çok eminler. Bu yüzden Hisarönü ve Ovacık’ta yatırım amacıyla apartman dairesi, villa aldıklarını söylüyorlar. Burada 3500 kadar İngiliz yaşıyor, yaz kış oturanların sayısı da az değil. İngilizler güneş için geliyor buraya, havuz suyu olmuş, deniz suyu olmuş, onlar için önemli değil. 1986 yılından beri yılda 2 defa gelen İngiliz müşterilerimiz var. Tur operatörleri aracığıyla ne alacaklarını bilerek geliyorlar, onun dışında fazla bir şey istemiyorlar. İngilizler lüksten hoşlanmıyor, belli bir standart olsun, suyu aksın, temizliği yapılsın tamam. İngilizin baktığı tek şey, havanın güneşli olması. 14 günlük tatilleri kapalı havalarda geçerse, çok mutsuz oluyorlar. Güneş olduktan sonra, diğer şeyleri çok kolay hallediyorsunuz. Ama hava kapalı, yağmurlu olduğu zaman agresif oluyorlar. İngilizler en çok birayı seviyor.

Eskiden 70 bin atlayış  olurdu şimdi 15 bin

Yamaç paraşütü sporu, yüksek bir tepeden koşularak havalanmak bir anlamda. Eğimli ve yüksek bir tepeye açık olarak serilen paraşüt, pilotun koşmaya başlamasıyla havaya doluyor ve uçuş başlıyor.

- Dünyaca ünlü yamaç paraşütü merkezi Babadağ, Çevre ve Orman Bakanlığı tarafından 3 yıl önce özelleştirildi. Başbakana yakınlığı ile tanınan Rize kökenli Cengiz İnşaat, burasını 850 milyar liraya kiraladı. Anlaşmaya göre dağdaki atlama noktalarında sosyal tesisler, kafeteryalar, tuvaletler, butik dağ evleri yapılacak, yol asfalt olacaktı. İhaleyi alan firmanın ilk işi, Orman idaresinin profesyonel atlayıcılardan aldığı 12,5 milyon liralık giriş ücretini 25 milyona çıkarmak oldu. Dağdan kendisini atlayacak olanlardan ise 15 milyon alınmaya başlandı. Dağda hiçbir teknik alet yok, ne bir kafeterya, ne de tuvalet. Giriş ücreti şimdi de 40 milyona çıkarıldı, kendi atlayacaklardan ise 25 milyon alıyor. Yolu berbat, ancak 4 çekerli araçlar çıkabiliyor, yaklaşık 1 saat sürüyor. Beldemizdeki 9 paraşüt firması bu yıl Babadağ’ın 1700 ve 1900 metrelerdeki parkurlarına çıkmama kararı aldı. Yabancı internet sayfalarında; "Parüşütçüler, sakın Ölüdeniz’e gitmeyin, hiçbir hizmet vermeden soyuyorlar" diye aleyhimize propaganda yapılıyor. Birkaç yıl öncesine kadar Babadağ’dan yılda 70 bin atlayış oluyordu, şimdi 15 bine kadar düştü. Özel Çevre Koruma Başkanlığı’na bağlı Belceğiz kumsal plajını eskiden belediye işletiyordu. Orası da, Rize kökenli bir firmaya 406 milyon liraya kiralandı. Eskiden içki satışı yoktu, şimdi içki de veriliyor. Günübirlik alan olduğu için akşam 21.00’de kapanması şart ama, orası gece yarılarına kadar açık kalabiliyor.
Yazının Devamını Oku

Çinliler bizim elbiseleri taklit edip satıyorlar

12 Haziran 2006
O, Eskişehirli Çerçi Abdurrahman’ın Bayat Pazarı’ndaki 12 metrekarelik dükkanda yetiştirdiği 3 oğlundan en büyüğü... O, bugün dünya markası haline gelen ünlü bir Türk giyim firmasının yönetim kurulu başkanı... O, Eskişehir Ticaret Odası Başkanı... O, Eskişehir vergi rekortmeni... O, güler yüzlü, tatlı dilli Zehra hanımın sevgili eşi... O, Celallettin ve Sebahattin’in ağabeyleri... O, Lexus SUV ve Mercedes tutkunu bir hızlı sürücü... O, Eskişehirspor... O, Eskişehir... O azmin sembolü... O, Nasrettin Hoca... O, Yunus Emre... O: Cemalettin Sarar.

Baba Sarar’ın 1944’te kurduğu firmanın, bugünkü cirosu 230 milyon dolar, ihracatı ise 60 milyon dolar.

- Biz Sarar ailesi olarak hakiki bir Eskişehir milliyetçisiyiz. Ben ve kardeşlerim ticaret lisesinde okuduk, yabancı lisanımız da yok. Ne akıl hocamız var, ne de genel müdürümüz. Bütün işlerimizi kardeşlerimle kafa kafaya verip başarıyla yapıyoruz. Dünyanın dört bir tarafındaki mağazalarımızdan Eskişehirli de kazanıyor. Kazandıklarımızı yine memleketimiz Eskişehir’e yatırıyoruz. İşimizin başındayız; evler, yat almadık, kazandığımızı yatırıma dönüştürüyoruz. Bir zamanlar özendiğimiz dünya markaları, bugün bizi kıskanır hale geldi. Fabrikalarımızda günde 5 bin gömlek, 7 bin parça pantolon, kaban, mont üretiliyor. Sümerbank’ı arazisini, lojmanlarını satmak için almadık. İddialı olduğumuz "Sarev" markalı ev tekstili ürünlerimiz için 15 milyon dolarlık yatırım yaptık. Orada döşemelik, perdelik, gömleklik kumaş imalatı ve dikimleri yapılıyor. Boyadan baskıya, apreye, kesime kadar tam entegre bir tesis. Sümerbank döneminde bu fabrikada 300 kişi çalışıyordu, şimdi ise 1200 kişi çalışıyor. Ne mutlu bize ki, 5 bin kişiye aş sağlıyoruz. Biz asgari ücretin altında, sigortasız insan çalıştırmıyoruz. Eski otogarı 20 milyon 500 bin YTL gibi büyük paraya aldık. Burada 4 katlı süper bir alışveriş merkezi ile 21 katlı kule bina yaptıracağız. Eskişehir’in simgesi olacak kuledeki termal otelde, şifalı sularımızla dev bir "Spa" merkezi olacak. Bana bunları Eskişehir sevdası yaptırıyor. O parayla İstanbul’da, Ankara’da çok daha iyi mülkler alabilirdim. Şimdiden iddia ediyorum, Eskişehir’in Türkiye ve dünyada simgesi olacak.

ABD BaşkanIBush’a 197 dolarlık elbise

Sarar’ın ABD Başkanı George W. Bush’a yaptığı muhteşem takım elbiseyi görmüştüm.

- Türkiye’nin ve dünyanın en ünlü liderlerine, çok özel kumaşlardan takım elbise, tek ceket, pantolon, gömlek, palto ve pardösüler dikiyoruz. Amacımız, Türk hazır giyim sektörünün güç ve kalitesini yurt dışında göstermek. George W. Bush’tan Mihail Gorbaçov’a, Boris Yeltsin’den Pervez Müşerref’e kadar birçok isim var. Başkan Bush’a çok özel bir İtalyan kumaşından takım elbise yaptık. Ceketin sol iç tarafında altın yaldızla "George W. Bush" yazısı işlettim. ABD başkanları 200 doların üzerindeki hediyeleri kabul etmediği için, ben de 197 dolarlık fatura kestim. Daha sonra bana kendisinden çok nazik bir teşekkür mektubu geldi. Saddam’ın takım elbiselerini, tek ceket ve pantolonlarını, paltolarını hep biz dikiyorduk. Suriye, İran ve İsrail cumhurbaşkanı ve başbakanları da müşterimizdi. Şaron, tepeden tırnağa Tel Aviv’deki kendi mağazamızdan giyinirdi. Kenan Evren, rahmetli Turgut Özal, Süleyman Demirel en başta gelen isimler. Başbakanımız Tayyip Erdoğan ve birçok bakanımıza da hizmet veriyoruz. TBMM Meclisi başkanlarının smokinlerini de biz yaparız. Ayrıca milli futbol, basketbol takımlarımızı ve Galatasaray’ı da sponsor olarak biz giydiriyoruz. Aynı şekilde Efes Pilsen, Gençlerbirliği, Ankaraspor ve elbette Eskişehirspor’u da.

Dünyada 70’i aşkın ülkede markamız tescilli

Sarar, tam 15 yıl dünyaca ünlü bir Alman hazır giyim firmasına fason iş yaptı.

- Eskişehir Organize Sanayi Bölgesi’nde 1980’lerde ünlü bir Alman firmasına, yepyeni makinelerle donatılmış bir fabrika kurdurdum. Benim aldığım makinelerden değil kimsede, Almanya’da bile yoktu. Derken dünyaca ünlü bir tekstil fabrikası fabrikamızı gezdi, bize hayran kaldı. Kendileri için fason üretim yapmamızı istiyorlardı. İstedikleri 500 takım elbiseyi 15 günde diktik. Halbuki biz günde 500 tane dikiyorduk, başladık ağlamaya. Firmanın 7 mühendisi başımızda, olmadı sök, yeniden dik. Derken imalat başladı akmaya, kalitemiz süper oldu. O sayede dikişi, çalışma disiplinini ve kalite kontrolünü öğrendik.

Alman firmasıyla kontratı yenilerken, yüzde 15 zam istedim. Vermediler, kendileriyle el sıkışıp Sarar’ı dünya markası yapmak için yola çıktık. Allah razı olsun Almanlardan, iyi ki zam teklifimizi kabul etmemişler. Bugün dünyanın birçok ülkesinde devlerin korkulu rüyası durumundayız. Amerika’da New Jersey, Dallas, Chicago, Las Vegas’ta mağazalarımız var. Almanya’dan Azerbaycan’a, İsrail’den Çek Cumhuriyeti’ne kadar her yerdeyiz. Dünyanın 70’i aşkın ülkesinde markamız tescilli. Çin’den korkmuyoruz, çünkü bizim kalitemiz çok daha üstün. Dünyanın bazı ünlü giyim firmaları, Çin’de ucuza milyonlarca adet mal diktiriyor. Bu rekabet ortamında marka olamayanın malını satamayacağı bir gerçek. Çin’de bizim elbiselerimizin taklidini yapıp, Arap ülkelerine, Hindistan’a, Türk Cumhuriyetleri’ne satıyorlar. Çin’e bizzat gidip kendi gözlerimle gördüm ama, bir şey yapamıyorsun. Çinli kurnaz, bizim de kurnaz olmamız lazım.
Yazının Devamını Oku

Gökova’ya imar izni ’Mavi Yolculuk’un ölüm fermanı demek

6 Haziran 2006
Mavi Yolculuk, ünü tüm dünyayı tutmuş bir turizm efsanesi. Ege ve Akdeniz’in el değmemiş, sanki cennetin yaratıldığı "zamansız çağlar"dan bugüne kalmış doğa parçalarına yapılan bir "hac yolculuğu"... Her yıl binlerce yat, Mavi Yolculuk için Türkiye’ye geliyor ve tanıtımımızı yapıyor. Ama son günlerdeki sahilleri imara açma söylentileri ve tasarıları, pek çok kişiyi endişelendirmekten öte, "ürpertiyor". Bodrum’un CHP’li Belediye Başkanı Mazlum Ağan, "Gökova Körfezi’nin imara açılması, Mavi Yolculuğun ölüm fermanı" demek diye uyarıyoror.

"Mavi gezi bir ağaçtır/ Dalları deniz/ Mavi gezi bir bahçedir/ Gülleri deniz / Mavi gezi bir gelindir/ Telleri deniz/ Mavi gezi bir beşiktir/ Bebeği deniz / Mavi gezi bir cennettir/ Ellenmemiş, dillenmemiş/ Mavi gezi bir masaldır/ söylenmemiş/ yazılmamış, çizilmemiş." (Bedri Rahmi Eyüboğlu)

- Eğer son karar uygulamaya başlanıp, güzelim Gökova tesis yapımına açılırsa, bu Mavi Yolculuk’ların sonu olur. Çünkü Gökova, Mavi Yolculuk tutkunlarının ana merkezidir. Buralarda oteller, moteller yapılmaya başlanırsa, hiçbir yat oraya demir atmaz. Oysa deniz turizmi Bodrum için çok çok önemli. Teknelerdeki yatak sayısı hem çok, hem de kazancı çok iyi. Bir sektörü kalkındıralım derken, ötekini yıkmayalım. Bodrum, "Dünyanın En Güzel Koyları Birliği"nin Türkiye’den tek üyesi. Geçen aylarda Bodrum’da, 17 ülkenin 20 koyundan gelen 120’yi aşkın ülke ve birlik temsilcilerinin katılımıyla 3. Dünya Kongresi’nin ev sahipliğini yaptık.

Bodrum’un yeni 5 yıldızlı otellere de ihtiyacı yok. Bu yıl turist sayısında azalma olacağı şimdiden belli. Mevcut tesislerin çoğu tam kapasite çalışamazken, yenilerini yapmak fuzuli yatırım olur. "Her şey dahil" sistemi de bence yararlı değil.

BAŞBAKAN’I BEKLİYOR

"Gün her tarafta mavi bir nurdur. Öyle mavi ki, insan maviyi toplamak için avucunu göğe açacak ve elini yanaştırıp bakınca, avucunun mavileşmediğine şaşıracak." (Halikarnas Balıkçısı)

- Başta Turizm ve Kültür Bakanı Atilla Koç olmak üzere, bazı bakanlarımız Bodrum’a sık sık gelirler. Hepsi de, her defasında Bodrum’a olan hayranlıklarını ifade ederler. Ne yazık ki, bugüne kadar Başbakan Tayyip Erdoğan’ı ağırlama fırsatı bulamadık. Turgut Reis’e, Muğla’ya kadar geldi ama, bize uğramadı. Herhalde programlarının yoğunluğundan fırsat bulamadılar diye düşünüyorum. Hiç endişeleri olmasın, kendilerinden parasal bir talebimiz olmaz. İller Bankası kanalıyla devletimizden ayda ortalama 300 milyon YTL geliyor. Bodrum Belediyesi olarak devlete vergi, sigorta borcumuz yok. Belediye olarak çok gayrımenkulümüz var, devletten hiçbir yardım almadan da ayakta durabiliriz.

Kamu reformuyla belediyelerimize yetki verilecek ama, bu yetkilerin uygulamada başarılı olabilmesi için belediye gelirler yasasının bir an önce çıkması şart. Ankara’ya Bodrum’un sorunlarını anlatmaya gittiğimizde bize sadece akıl veriliyor.
Yazının Devamını Oku

Elektrik sayacını okumasın diye memurun üzerine köpek salan var

5 Haziran 2006
Bugün 5 Haziran... Bugün Dünya Çevre Günü... Bugün 3. Uluslararası Bodrum Film Festivali başlıyor. Bodrum’un "kültür-sanat kenti" kimliği bir kere daha uluslararası platformlara taşınıyor. Bu mutlu haftanın öncesinde Bodrum’a gidip mimar ve şehir planlamacısı, kaptan Belediye Başkanı Mazlum Ağan’la uzun uzun konuşayım dedim. Sadece Türkiye’nin değil, dünyanın gözdesi olan Bodrum’u yöneten kimdi, kimlerdendi? Yoldaki tozdan elektriğe, suya, yağmura, denize, çöpe, gürültüye kadar hep onu suçluyorduk. Bu kez de söz Mazlum başkanın olsun. Ağanlar’ı, görkemli Rixos Hotel Bodrum’a davet ettim. Prenslerin, prenseslerin ağırlandığı 8 numaralı villanın büyük salonunda çay, kahve içtik. Genel Müdür Ahmet Çolakoğlu, yardımcısı Vedat Dalkıran ve Esat Şimşek organizasyonunda tek kusur yok. Gün kararırken Mazlum başkan bizi "Şef" adlı teknesine götürdü. Meğer eşi Asuman Hanım, iki kızıyla birlikte bizim için muhteşem bir deniz mahsulleri sofrası hazırlamış. Kızlarından İren, /images/100/0x0/55eb0b0bf018fbb8f8a7503aBahçeşehir Üniversitesi mimarlık, Deniz ise Bodrum Anadolu Lisesi öğrencisi. Yedik içtik ama, Bodrum üzerine konuşmamıza hiç ara vermedik. Gece yarısı tekneden ayrılırken, Halikarnas Balıkçısı’nın sesini duyar gibi oldum: "Sanma ki geldiğin gibi gideceksin/Senden öncekiler de böyleydiler/Akıllarını hep Bodrum’da bırakıp gittiler."

"Burası engin göklerin memleketidir. İçten gelen bir türküyü kapıp koyuverin, uzaklaştıkça türkü gökte masmavi olur. Başka yerlerde ölüp nur içinde yatılacağına burada nur içinde yaşanır." (Halikarnas Balıkçısı)

SU:
Turizmin çok yoğun olduğu dönemlerde su sıkıntısının olduğu bir gerçek. Yüksek sezonda 150 bin yatağa ulaşıyoruz. Ama su konusunda genelde fazla bir problemimiz yok. Her şey doğru giderse, 2011 yılından önce su sorununu temelden çözmüş olacağız. Büyük tesisler, Bağkur emeklisi suyun tonuna ne para veriyorsa o fiyattan alıyor. Bu fiyatı bile pahalı bulup gizlice tankerle su getirenler bile var. Suyun dağıtımı, bakımı, sayaç okuma gibi konuları yakında ihaleyle özel sektöre vereceğiz.

ELEKTRİK: Özellikle turizm sezonunda çoık sık elektrik kesintileri yaşıyoruz. Bu konuda çok da yatırım yapılıyor ama yine de önlenemiyor. Belki de projelerde bir hata var, tesis yanlış herhalde. TEDAŞ müdürünün de yapacağı bir şey yok, para olmadığı zaman hizmette zorlanıyor. Kaçak elektrik kullanımı da çok yaygın, dışardan gelenler Bodrum’un toplum yapısını da değiştirdi. Hayatımda görmediğim sistemleri bu görevde görüyorum. Saati ters bağlamalar, toprak altından gizli hatlar. Sayaç okunmasınlar diye köpeklerini memurlarımızın üstüne salanlar bile var.

ÇÖP: Temizlik hizmetlerini özelleştirdik, 24 saat aralıksız hizmet veriyoruz. Yarımada bazında diğer belediyelerle katı atık çalışması yaptık. Çevre düzeni planında bile katı atığın nerede yapılacağı gösterilmemişti. Plana itiraz ettik, yer gösterilmesine istedik. Yasaya göre yeri bakanlık gösterecek, belediye planlarını yapacak. Mahkemeye gittik, yürütmeyi durdurma kararları aldık. Halen çöpleri vahşi depolama olarak Torba’nın üst tarafına atıyoruz. Oradaki ortamdan utanıyoruz, Bodrum hak etmiyor bunları. Devletten bir kuruş istemiyoruz, yine de bürokrasi önümüzü tıkıyor.

KANALİZASYON: Kanalizasyon arıtma tesisini de yapmak istiyoruz, Avrupa ülkelerden alacağımız krediler bile hazır. Ama projelendirme ve karar verme konusunda yine bürokrasiye karşı elimiz kolumuz bağlı. Derin deşarj Türkiye’nin kabul ettiği sistem, denizde kirlilik yapmıyor. Ama, Avrupa Birliği bunu kabul etmiyor, mutlaka arıtma istiyor.

GÜRÜLTÜ KİRLİLİĞİ: Denetim bu yıl belediyelere verildi, hazırlıklı değildik doğrusu. Bir adet desibel ölçme cihazımız var ama, denetimi tam sağlıklı olarak yapamıyoruz. 65 zabıtayla 24 saat yaptığımız hizmete bir de bu konu eklendi. Biz ölçüm yapmaya gittiğimiz zaman sesler kısılıyor, uzaklaştığımızda yine bildiklerini okuyorlar. Ayrıca kentin içindeki otogar ve sanayi sitesinin de şehir dışına çıkarılması şart. Sanayi sitesi tarihi bir hipodromun üstüne yapılmış, onu da gün yüzüne çıkaracağız. Bu arada herkesten bir ricam var, Bodrum’da "Barlar Sokağı" diye bir yer yok. Orasının gerçek adı "Cumhuriyet Caddesi"dir.

BALIK ÇİFTLİKLERİ: Kent içinde her yeri denize girilebilir duruma getiriyoruz. Limanı da temizleteceğiz, projeler son aşamada. Balık çiftlikleri konusunda ise, yetki bizde değil. Mesela, birkaç sene öncesine kadar Torba’nın açığındaki ikiz adaya yatlar demirlerdi. Şimdi ne gelen var, ne giden, balık çiftlikleri yat turizmini bitirdi. Sözde adalarda iskan yasak ama, hepsi baraka, insan doldu. Güzelim denize yığınla çöp, poşetler, balık yemi torbaları, eski ağlar atıyorlar.

Bodrumspor’un Fenerli kaptanı

- Ailem Girit kökenli ama, sonra Kos’a göç etmişler. 1930’lardaki büyük depremde evleri yıkılınca Bodrum’a geliyorlar, 7 kardeşimden bir kısmı Kos doğumludur. Ben 1949 Bodrum doğumluyum. Kumbahçe, eski adıyla Giritli Mahallesi’nde büyüdüm. Babam kaptandı, kendi yük teknemizle tüm Ege sahillerinde mısır, un, şeker taşırdı. Çocukluğum çok mutlu geçti, en büyük tutkum futboldu. O zamanlar ilkokul öğrencilerinin sokaklarda futbol oynaması yasaktı. Bu yüzden her cumartesi ve pazartesi müdürden dayak yerdim. Futbol tutkum lisede de devam etti, Bodrumspor’da oynamaya başladım. 8 numara giyerdim, takımın kaptanlığını da yaptım. Topu boş kullanmayı hiç sevmem, taca, kornere atmam.

Baltalarla zabıta binamıza saldırdılar

"Belediye zabıtası: Kanunlarla belediyeye verilmiş emir ve yasakları belediye sınırları içerisinde takip etmekle görevli kolluk kuvveti, belediye polisi." (TDK Güncel Türkçe Sözlük)

- Zabıtamız yeterli değil Yener Bey, toplam 65 elemanımız var. Bu kadar küçük bir ekiple günün 24 saati hizmet vermeye çalışıyoruz. Bu hükümet döneminde çıkan yasayla yeni eleman almak da yasaklandı. Eskiden geçici işçi statüsüyle yaz aylarında personel sayımızı arttırabiliyorduk. Zabıtalarımızı göreve tek kişi olarak gönderemiyoruz, en az 3 kişi gidiyorlar. Çünkü burası artık bizim gençliğimizdeki Bodrum değil, işletmecilerin yapıları çok değişik. Aslında 4 göndermem lazım, çünkü bazı işletmecilerle meseleleri konuşarak halletmek mümkün olmuyor. Zabıtaya karşı hemen kaba kuvvete başvuruyorlar, dayak atıyorlar, hatta bıçaklıyorlar. Baltayla zabıta binamıza saldırıldı, arkadaşlar pencerelerden atlayarak canlarını zor kurtardı. Binada ne kadar doğrama, halı, cam, çerçeve varsa baltalarla parçalayıp gittiler. Hukuka gittik de ne oldu, hiçbir şey olmadı. Polisten yardım isteniyor ama, anında gelemezse yediğiniz dayakla kalıyorsunuz. Polisin de personel sıkıntısı var, onlar da haklı. Bu nedenle, özel güvenlik birimlerinden hizmet karşılığı eleman almaya karar verdik.
Yazının Devamını Oku

Yabancılar marka satıyor bizde ise kalite daha iyi

30 Mayıs 2006
Dünyaca ünlü Kütahya Porselen’in sahibi Nafi Güral, Yener Süsoy’a Türk porselenciliğinin dünyaca çok yakından takip edildiğini ve çok kaliteli olduğunu söyledi. Nafi Güral, "yabancılar marka satıyor, bizde ise kalite öne çıkıyor" dedi. Porseleni nedense kullanmaya kıyamayız. Ben dahil, çoğumuz analarımızdan yadigár diye saklarız.

- Çok haklısınız, eskiden porselen vitrin süsüydü ama, artık sofraların baş tacı oldu. Porselen çeşit çeşit, mesela otelde kullanılan porselen mutlaka desensiz, beyaz ve kalın olacak. Kalınlığı, yemeğin sıcaklığını uzun süre muhafaza etmesi için. Evde kullandığınız porselenler ise sizin zevkinizi yansıtır. İnceliği kalite göstergesidir, ışığa tuttuğunuz zaman elinizin gölgesini görebilmelisiniz. Türk yemek kültüründe çok çeşitlilik var ama, mesela Avrupa’da çorba, salata kültürü yok. Bu yüzden oralara yaptığımız yemek takımlarında çukur tabak ve salata tabağı olmuyor. Sofra takımlarımız 24 parçadan başlıyor, özel siparişlerle 350 parçaya kadar çıktığımız oluyor. Çok ünlü bir işadamımız teknesi için bize özel bir sipariş verdi. Her tabakta dünyanın değişik bir deniz haritasını yaptık, altın varaklarla. Bu arada içimi yakan bir konuyu da söylemek isterim, Türkiye’nin yabancı temsilcilikleri yabancı porselen kullanmayı tercih ediyor. Halbuki, bizim dünyada bizim porselenciliğimizin üstüne yok. Onlar marka satıyor, bizde ise kalite önde geliyor. Dünyadaki bütün büyükelçiliklerimizin porselen takımlarını değiştirelim. Kendilerine hediyemiz olarak yepyeni, TC armalı çok değerli özel takımlar yapalım.

Gülsüm-Nafi Güral çiftinin 3 kızından seramikçi Sema Güral Sürmeli, babasının başyardımcısı. Diğer kızı Gülden Güral, Boston’da finans okuyor. İşletmeci Hediye Güral Gür İstanbul’da şirketin ticaret bölümünü yönetiyor. Oğulları Erkan ise Kütahya Seramik’in başında. Güral ailesi, röportaj sırasında Süsoy’u çarkın başına da oturttular.
Yazının Devamını Oku

Çin porseleni zehir saçıyor

29 Mayıs 2006
Dünyaca ünlü Kütahya Porselen’in sahibi Nafi Güral, Kütahya Erkek Sanat Enstitisü mezunu bir çelebi adam. Ağzını açar açmaz sanıyorsunuz ki Harvard mezunu. O ne retorik, o ne olgunluk, o ne dünya görüşü, o ne üretim ve finans saile reisliği, o ne alçakgönüllülük. Bir insan kendini ancak bu kadar yetiştirebilir, pes doğrusu. Düşünsenize, 44 yaşında özel öğretmen tutup 2 yıl, her gün 2 saat ders alarak anadili gibi İngilizce öğrenmiş. Eşi Gülsüm tam bir Anadolu hanımefendisi. Seramik bölümünü yöneten Fenerbahçe tutkunu sempatik oğlu Erkan ile güzel kızları seramikçi Sema Sürmeli ile İstanbul’da okuyan Hediye de ailenin gözbebekleri. Yakışıklı damat, EGİAD Başkanı Onur Sürmeli derseniz bir başka beyefendi. Kütahya Ticaret ve Sanayi Odası ve TOBB konsey başkanlıklarını sürdüren Nafi Güral, 1945 Kütahya doğumlu. 4 kuşak Kütahyalı Gürallar, 1960’larda Türkiye’nin en ünlü kereste firmasının sahibiymiş. 1970’lerde Değirmisaz’daki kömür ocaklarını /images/100/0x0/55eac632f018fbb8f895db3aişletmişler. 1984’te ise halk şirketi olarak kurulan, Türkiye’nin 2. porselen fabrikası Kütahya Porselen’in hisselerini bankalardan devralmışlar. Nafi Güral, doğup büyüdüğü kent için her daim seferber. Nafi Güral Fen Lisesi’nden yeni hizmete açtıkları 5 yıldızlı Güral Harlek Termal Oteli’ne, Eskişehir yolu üzerindeki Saklı Dünya’ya kadar. Kütahya Porselen fabrikaları kapılarını ilk kez bize açtı. Önlük giyip çamur yoğurduk, saatlerce gezdik, fırın önlerinde yandık, piştik. Sonra Güral Harlek’e döndük, kaplıcaya girdik. Sonra da bahçedeki çam ağacının gölgesinde gördüklerimizi, duyduklarımızı yazdık.

Türkiye’nin pek çok yerinde olduğu gibi, Kütahya’nın giriş ve çıkışında ucuz Çin malları satan dükkanlar var.

- Yener Bbey, paradan para kazanma devri bitti, şimdi tasarımdan para kazanılıyor. Bizim gibi, tasarım anlayışını benimsemiş olanlar, Çin korkusuna kapılmaz. Biz iç pazarda Çin’den etkilenmiyoruz, kaliteli ürün, özel tasarım ve kabul edilebilir fiyatlarımızla onların hedef kulvarının dışındayız. Sıradan bir Çin malı, emsalsiz Kütahya porseleninin, çinisinin yerini tutabilir mi? Alelade Çin malları, Kütahya çinisi, porseleni olarak yutturuluyor; bunları alanlara şaşıyorum. Çin kökenli ucuz ürünlerin dekorunda veya sırrında, ucuzu çıksın diye "kurşun kadmiyum" kullanılıyor. Bunlar hem bizim laboratuvarımızda, hem de Ankara’da yapılan bilimsel incelemeler sonucunda kanıtlandı. Kurşunun insan sağlığına çok ciddi zararları olduğu zaten biliniyor. Dünyada başka hiçbir ülkede bizdeki gibi başıboşluk yok. Her şeyden önce ürününüzün sağlık sertifikası olacak.

Ürünlerimiz, İsrail’e girerken oradaki en hassas laboratuarlarda titizlikle inceleniyor. Ürününüzü İsrail topraklarına sokabiliyorsanız, en yüksek standarttasınız demektir. Eğer ürününüz uygun kalitede değilse, imhası için bütün masrafı sizden alıyorlar. Çin’den ithalatta en son moda, gözü kapalı konteyner satın almak. Mesela bin dolarlık bir konteyner satın alıyorsunuz ama, içinden ne çıkacağını bilmiyorsunuz. Ayakkabı çekeceği de çıkabilir, tarak da, kağıt peçete de, şapka da, bunların hepsi de. Bazı uyanıklar, oralarda satılmayan ne kadar mal varsa konteynerlere doldurup bize pazarlıyor. Ne kalite garantisi var, ne de zaman. Bu mallar gümrükten nasıl geçiyor bilmiyorum, normalde beyana tabi olması lazım. Türk sanayicileri olarak, devletimizden bir an önce gümrüklere hakim olmasını bekliyoruz.

Porselencilikte dünya bizi izliyor

Nafi Güral’dan daha iyi kim bilebilir, Türk porselenin dünyadaki konumunu...

- Dünyada bizden daha kaliteli, daha vasıflı porselen üreten bir fabrika, hatta bir ülke yok. Porselencilikte biz dünyayı değil, dünya bizi takip ediyor. Buna rağmen, Türkiye’deki çoğu porselen fabrikası kendi porselenine güvenmediği için yabancı isimler kullanıyor. Biz de ürettiğimiz porselenlere yabancı ülke damgası vursak, rahatlıkla iki 2 kat fiyatına satarız. Ama, biz ülkemize, Kütahya’mıza, kendi alın terimize inanıyoruz, ürünlerimizle gurur duyuyoruz. Dünyadaki bütün teknik gelişmeleri yakından izliyoruz, en üstün laboratuvarlara sahibiz. Güral ailesi olarak Türk porselen piyasasının yaklaşık yüzde 75’ine hakimiz. Dünyada aile olarak ilk sıradayız, Avrupa’da ise birinciyiz. Toplam 120 milyon sofra eşyası üretiyoruz, sadece bizim fabrikanın 170 bin metrekare kapalı alanı var, 2400 kişi çalışıyor.

Yener Bey, porselen eşya değildir, bir kültürdür, yarınların antikasıdır. En önemlisi, porselen sağlıktır. Porselenin inceliği kadar beyazlığı da kalitesi için önemli bir göstergedir. "Opak" dediğimiz kar beyazı olmayacak, kesinlikle. Hakiki kaliteli bir porselende, derinliğinde "mavi" görebildiğimiz bir beyazlık olur. Bu mavilik, sırrın içindeki ana madde "masse"nin görüntüsüdür aslında. Göz yanılması var mı diye beyazı ölçen aletlerimiz de var ama, hálá en geçerli yöntem gözle kontrol.

25 milyarlık porselen vazo

Evde, lokantada, özellikle tavernada tabak kırıldıkça Nafi Bey’in yüreği yağ bağlıyor olmalı... (Mı acaba?..)

- Bir porselen kırıldığında tahmininizin aksine sevinmem, yüreğim yanar. Siz de gördünüz, bu iş o kadar emek-yoğun ki, her bir porselende işçilerimizden en üst düzeye kadar takım olarak herkesin alın teri var. Bunun için "Ateş saçan çiçekler" adını verdim kampanyamıza. Bir çamurun ne emeklerlerle nasıl bir güzelliğe dönüştüğünü kendi gözlerinizle gördünüz. Mesela odamda duran iki büyük vazo, dünyada ilk defa bu büyüklükte yapılan porselen vazo. Altın kabartma tekniğiyle yapıldı, yaklaşık 1.50 m boyunda. Hamit ustamız el tornasında şekil verdikten sonra bir ay kurutuldu. 1000 derecelik fırında pişirildikten sonra, 1400 derecede sır yapıldı. Ahmet Ercan ustamız da, sır üstü çalışmasıyla tamamen kendi hayali olan desenleri renklendirdi. Kullanılan gümüş 925 ayar. Böyle bir eser Çin vazolarıyla mukayese bile kabul etmez. Fiyatını sorarsanız, Ahmet ustanın "Seda" adını verdiği bu vazoların tanesinin satış fiyatı 25 bin YTL.

YARIN: BATI MARKA SATIYOR, BİZ İSE KALİTE
Yazının Devamını Oku

Fener’e büyük iyilik yaptım

22 Mayıs 2006
Geride bıraktığımız sezonda Galatasaray ile Fenerbahçe’nin son maçlarına çıkmasına 10 dakika kala sordum "Ali Ağabey, sizce hangisi şampiyon olur" diye. "Elbette gönlümden Galatasaray geçiyor ama, Fenerbahçe ayağına gelen bu fırsatı kaçırmaz" dedi, üzgün bir şekilde. Maçın bitiş düdüğüyle birlikte, telefonum çaldı. Ali Ağabey’di arayan; "Yahu böyle büyük sürpriz olamaz, mucize bu. Haftalardır gözüme uyku girmiyordu, ilk defa bu gece rahat uyuyacağım" dedi... Galatasaray’ın efsanevi başkanı Dr. Ali Tanrıyar’ın kartviziti çok kalabalık. Tıp doktoru, Taksim İlkyardım Hastanesi kurucu başhekimi, ANAP kurucusu ve genel başkan yardımcısı, milletvekili, içişleri eski bakanı, Galatasaray Kulübü eski başkanı ve de Turgut Özal’ın bacanağı. Ali Tanrıyar, 92 yaşına meydan okurcasına her gün çat orada, çat burada. Korumaları bile ona yetişmekte zorluk çekiyor. Onun için varsa yoksa Galatasaray. Eşi Selma, oğlu Mustafa, gelini Şükran, torunları Ali ile Sibel’in de Galatasaraylı olduklarını söylemeye gerek var mı? /images/100/0x0/55ea4ce4f018fbb8f876e258

Tanrıyar’ın Gayrettepe’deki mütevazı dairesine gittiğimizde, aile tam kadro bizi bekliyordu. Masada ise ev yapımı pastalar, börekler, kurabiyeler ve mis gibi çay, kahve. Meğer oğul Mustafa’nın da doğum gününe denk gelmişiz. Galatasaray’ın "Spor Ali"si yaşamındaki en özel anılarını anlatacak bize. Sevgili Ali Ağabey. "Galatasaray’ı sevmeyen ölsün" dediğini de unuttuk, 87 yaşında TÜPRAŞ yönetim kuruluna atanmanızı da. Yeter ki, konuştuğunuz, elini tuttuğunuz Atatürk’ü anlatın.

Galatasaray camiası, efsanevi başkanları Ali Tanrıyar’ı "Spor Ali" diye tanır.

- Bütün sporları yapmışım; futbol, boks, basketbol... Galatasaray Lisesi’nde 1935’ten 1942’ye kadar spor işlerine baktım. Mecliste oturuyoruz, Mesut Yılmaz geldi; "Ali Ağabey, şu Galatasaray’ın başına geç de, bunca sene sonra şampiyonluk yüzü görelim" dedi. "Güzel ama, yönetmelik müsaade etmiyor" dedim. "Ben akşam tetkik edeyim" dedi. Ertesi gün geldi, "İnceledim, olabilirsin" dedi. Ben hemen okul müdürüne, kulübe, divan başkanına telefon açtım. Başkan Ali Uras’la görüştüm, zaten yeniden aday olmayacağını açıklamıştı. Neticede, 13 sene, 12 sezon şampiyonluk yüzü görmeyen Galatasaray’a başkan oldum. Başkanlığı 2 dönem yaptım, isteseydim daha da yapardım. Üstün vasıflı arkadaşlardan kurduğum ekiple zaferden zafere koştuk. Galatasaray, benim zamanımda 13 dalda şampiyon oldu. Dünyada hiçbir kulüpte böyle bir başarı yoktur. Başkanlık yaptığım 1986-1990 arasında futbolda lig şampiyonluğu dışında, 2 TSYD Kupası, 2 Cumhurbaşkanlığı Kupası, 2 de Başbakanlık Kupası şampiyonluğu kazandık.

Fenerlilerle kol kola maç izlerdik

"Spor Ali" son 10 yıldır Galatasaray-Fenerbahçe maçlarını ne statta, ne ekranda izliyor. Heyecandan.

- Fenerbahçe’ye benim yaptığım iyiliği kimse yapmadı ama, bir teşekkür bile etmediler. Kalamış’ta Fenerbahçe, Galatasaray tesisleri ile Yelkencilik yan yana. Oranın sahibi aslında İstanbul Büyükşehir Belediyesi. Fenerbahçe’nin başkanı Metin Aşık, ben de Galatasaray başkanıyım. Ankara’da otururken, bizim kulübün müdürü aradı. "Başkanım, Büyükşehir Belediyesi burasını bizden alıyor, otel yapacaklarmış" dedi. İlk uçakla İstanbul’a gittim, kulüpten Fenerbahçe ve Yelken’e telefon ettirdim. Onlardan gelecek birer temsilciyle Dalan’a gideceğim. Yelkencilerden geldi, Fenerbahçe’den hiç ses yok. Kalktık iki kişi gittik, Dalan yurt dışındaymış, rahmetli Atanur Oğuz’a çıktık. Ben iki kulübün Türk sporuna hizmetlerini anlatıyorum, Atanur dayatıyor. Neticede yerlerimizi vermedim, Fenerbahçe adına da imzayı ben attım. Fenerbahçe’ye kötülük yapmayı düşünseydim "Zaten Fenerbahçe de memnun değil bu yerden" derdim. Bizim zamanımızda Fenerbahçe’yle kardeştik, maçlara kol kola gider, kol kola çıkardık.

Atatürk’le 3 unutulmaz anı

- Atatürk’ü 3 defa görmek, hem yakınında olmak, konuşmak nasip oldu bana. Onu ilk defa 2 Aralık 1930’te, orta 1 talebesiyken okulumuzu ziyaretinde gördüm. Mazhar Hoca’nın edebiyat dersindeydik, birden içeri Atatürk girdi. Heyecanla ayağa fırladık. Yanında Afet Hanım vardı. Bize oturmamızı söyledi, oturduk. Hocamızdan üç talebeyi tahtaya kaldırmasını istedi. Onlara tek tek "Türkiye Cumhuriyeti ebediyen yaşayacaktır" yazdırdı. Atatürk’ü ikinci görüşüm, orta 3’ ten lise 1’e geçerken oldu. Yine Afet Hanım’la birlikte okulumuza geldi, yurt bilgisi imtihana girdi ve gitti. Üçüncü görüşüm ise 1935’te oldu, temmuzun 20’siydi. İstanbul’da Balkan Festivali var, ülkelerin folklor grupları İstanbul’un muhtelif yerlerinde gösteriler yapıyor. Ekiplerin hepsi bizim okulda kalıyor, mektep tatil. Ben devamlı leyli (yatılı) talebe olduğum için hep okuldayım. Ekipler o gece Park Otel’de Atatürk’ün huzurunda gösteri yapacak. Biz 4 arkadaş gösteriye gitmeye karar verdik. Sorduk, soruşturduk, ekiplerle beraber gidebileceğimizi söylediler.

Balo salonunun bir köşesinde ayakta duruyoruz. Derken Atatürk salona girdi, yanında Nuri Sait Paşa ve Afet Hanım vardı. Yerine oturur oturmaz gözü bize takıldı, tam karşısındayız. Eliyle yanına çağırdı, heyecanla koştuk. "Oturun" dedikten sonra, adımı, nereli olduğumu sordu. "Kavala’nın bir köyündenim" dedim. Masanın üstünde sarı leblebi ve rakı vardı. Rakıyı gösterdi, "Bunun menşei nedir" dedi. "Paşam bilmiyorum" deyince, "Arak" dedi. Sonra "Ali, bana bir şarkı söyle bakayım" dedi. Hemen aklıma; "Mani Oluyor Halimi Takrire Hicabım" geldi ama, müziğini hatırlayamıyorum, çıldıracağım. Atatürk "Söylesene be" dedi. Rumeliler konuşmalarının sonunda "be" der. "Söyleyeceğim paşam" dedim, yine aklıma gelmiyor. Baktım olacak gibi değil, başladım "Dağ Başını Duman Almış" diye. Atatürk güldü, yanağımı okşadı. "Söyle bakayım, Türklerin menşei neresidir" dedi. "Orta Asya’dır paşam" diye cevap verdim. Bir aferin de oradan aldım.

Sonra dans başladı, Atatürk karşısındaki masayı göstererek "Git misafir kızlardan birini dansa kaldır" dedi. "Baş üstüne paşam" deyip gösterdiği masaya gittim. Masadaki bir güzel Bulgar kızını dansa kaldırdım. Bir baktım, Atatürk dahil bütün salon dans ediyor. Dans faslı bitince, Atatürk zeybek istedi. Herkes kenara çekildi, Atatürk’ün zeybek oynayışını seyretmeye başladı. Öyle güzel bir zeybek oynadı ki, hálá gözümün önünde. Folklorcular gittikten sonra salona uzun bir masa kuruldu. Bu arada Şükrü Saraçoğlu ile Ruşen Eşref geldi. Atatürk masaya oturduktan sonra, Safiye Ayla şarkı söylemeye başladı. Bir saate yakın kaldı, bazı şarkılara Atatürk de iştirak etti.
Yazının Devamını Oku

Spermi olmayan erkeğe kök hücre

9 Mayıs 2006
İstanbul Memorial Hastanesi Tüp Bebek ve Genetik Merkezi Başkanı Prof. Dr. Semra Kahraman, Yener Süsoy’a genetik bilimindeki son gelişmeler sayesinde, kısır erkeklerin de baba olması yolunda önemli ilerlemeler kaydedildiğini belirtti. Yakın bir gelecekte, spermi olmayan erkekler, kök hücre tedavisiyle geliştirilmiş spermlerle baba olabilecek.

Kök hücre denen mucize, örneğin spermi olmayan erkeklerin derdine derman olabilecek mi?

- Spermi olmayan erkeklerde kök hücrelerden sperm geliştirme çalışmalarımız hızla devam ediyor. Bu yöntem başarılı olursa, hiç sperm üretemeyen erkekler için de tedavi imkanı doğmuş olacak. Hayvanlar üzerinde yapılan çalışmalar daha olumlu sonuçlar verdi. Aynı yöntemde kadın yumurtalık hücrelerinden de yumurta üretimi çalışmaları devam /images/100/0x0/55eb2d62f018fbb8f8b058afediyor. Kök hücrelerden üreme hücrelerini elde edebilirsek, başkasından sperm ve yumurta hücrelerinin alınmasına gerek olmayacak. Günümüzde tüp bebek tedavisine başlarken hangi kadına, hangi dozda hormon vereceğimizi tam bilemiyoruz. Bu nedenle bazı kadınlar ilaçlara aşırı cevap veriyor, yumurtalıkları aşırı uyarılıyor. Bu durum kadının genel durumunu bozuyor, bazen yaşam tehdit edici boyutlarda aşırı yumurtalık uyarılması olabiliyor. Kadının genetik olarak hangi ilaca cevabı ne kadar olacak, bunu önceden belirlemek için kan örneği alıp ölçüyoruz. Farmakogenetik adı verilen bu çalışmalar yakın gelecek için büyük umutlar vaat ediyor.

Embriyoları, yumurtaları, spermleri nasıl dondurup, nerede saklıyorsunuz?

- Embriyoların dondurulması, tüp bebek tedavisinde çiftlere birçok kolaylık sağlıyor. Tedavi sonucu elde ettiğimiz fazla sayıda, sağlıklı ve iyi kalitedeki embriyoları "Vitrifikasyon" denilen "hızlı dondurma tekniği"yle dondurup daha sonraki denemeler için uzun yıllar güvenle saklayabiliyoruz. Dondurma işleminde, her aşamanın kendine özel bir teknikle yapılması lazım. Çözme işleminde de, hücrelerin canlılıkları devam ettirip ettirmedikleri son derece önemli bir konu. Biz, özellikle 4, 5 ve 6. gün aşamasındaki embriyoların dondurulmasında günümüzün en ileri tekniği olan vitrifikasyon’u kullanıyoruz. Embriyoları, anne rahmi ortamı gibi düzenlenmiş inkübatörlerden, artı 37 derecede çıkararak vitrifikasyon’a alıyoruz. Bu yöntemdeki işlemle embriyo, dakikada eksi 20 bin derece ısı kaybediyor. Böylece, önceki dondurma yöntemine göre 10 bin kat daha hızlı soğutularak dondurulmuş oluyor. Embriyolar eksi 196 derecede sıvı nitrojen tankları içerisinde saklanıyor ve aynı şekilde hızlı çözme yöntemleri ile çözülüyor. Bu sistem hücre içindeki suyun buz kristalleri oluşturması engelleniyor, embriyo zarar görmüyor. Eski yöntemlerde yüzde 60 olan embriyo canlılık oranı, vitrifikasyon sayesinde yüzde 90’ların üzerine çıktı. Yine aynı yöntemle, yumurtalık dokusu içindeki olgunlaşmamış yumurtaları da dondurup saklayabiliyoruz. Ayrıca, sperm hücreleri ve erkeğin yumurtalık dokusu, yani testis de dondurularak saklanabiliyor.
Yazının Devamını Oku