Uğur Vardan

Benim hayatım, benim varoluşum…

5 Ağustos 2023
‘Başkalarının Çocukları’, âşık olduğu kişinin küçük kızı vasıtasıyla annelik duygusunu tadarken kendi varoluşsal sorunlarıyla hesaplaşmak durumunda kalan bir kadının yaşadıklarını perdeye taşıyor. Rebecca Zlotowski’nin incelikli anlatımıyla ilerleyen yapım çarpıcı ve duyarlı bir öykü anlatıyor.


Rachel 40 yaşındadır ve artık bir çocuk sahibi olma zamanının giderek azaldığı hissine kapılmıştır ki,
tonton bir dede görünümündeki jinekoloğu da her randevuda bu durumun altını çizer. Öğretmenlik yaptığı liseden artakalan zamanlarında gittiği gitar kursunda karşısına çıkan Ali’ye âşık olur ve artık kendisine karşı hisleri zayıflayan yedi yıllık sevgilisini terk ederek yeni bir serüvene doğru yelken açar. Ali onun hayatındaki yeni ilgi merkezi olmanın yanı sıra 4 yaşındaki kızı Leila’yla birlikte de farklı bir heyecanın zirvesidir. Yahudi bir aileye mensup olan ve annesini çok küçük yaşlarda yitiren Rachel, kız kardeşinin de hamile olduğunu öğrenir. Tüm bu genel tablo içinde hayatı önce hoş, sonrasında acıya da evrilmeye müsait dönemeçlerle dolu bir çizgiye kayacaktır…Rachel rolünde izlediğimiz Virginie Efira’nın performansı olağanüstü.

Rebecca Zlotowski, beşinci uzun metrajı ‘Başkalarının Çocukları’nda (Les Enfants des Autres), anne olmayı düşlerken sevdiği adamın çocuğuyla hayatına yeni bir meşguliyet gelen bir kadının öyküsünü anlatıyor. Öte yandan bu hikâye, ana karakterinin duygularıyla ve özlemleriyle baş edebilmesini ya da onları dindirme fırsatı bulmasından ziyade bir yol ayrımı meselesini ön plana çıkarıyor. Rachel hem anne olmayı istiyor hem de gerçekten sevilmeyi, aradığı şefkati bulmayı. Yaşı itibariyle bir şeyleri kaçırdığı ya da kaçırmak üzere olduğu hissine de kapılınca işler onun için iyice sarpa sarıyor.

Yönetmen Zlotowski’nin aynı zamanda kendisinin kaleme aldığı senaryo yukarıda belirttiğim meselelerin hayattaki karşılığını çok başarılı bir şekilde yansıtan olay örgüleri ve perdedeki karşılığı itibariyle inandırıcı bir şekilde güçlü somut reflekslerle dolu. Şöyle açayım; Rachel, Leila’nın hayatında yeni bir hami, yeni bir kol kanat germe noktası olarak minik kızın gündelik yaşamında yerini alıyor. Üstelik anaokuluna gidip gelme sürecinde annesi Alice’le de tanışıyor ve aralarında güçlü bir elektrik doğuyor… Lakin Leila günün sonunda hep annesini arıyor ve Rachel’ın talep ettiği güveni bir türlü sağlayamıyor.

Filtresiz bir aktarım

Bu arada filmdeki üç kilit sahne; ana karakterinin ana resimdeki yerini sorgulamasına yol açıyor. Örneğin Ali ve Leila’yla birlikte çıktıkları kısa süreli tatilde Ali, tuttuğu takımın maçını akıllı telefonundan izlemeye çalışırken (spiker Neymar’ı çok zikrediyordu, sanırım Saint-Germain’liydi kendisi!) Leila’yla ilgilenilme işini Rachel’a devrediyor ve bir anlamda kendi üzerine düşen görevden çaktırmadan çekiliyordu. Keza dönüşte istasyonda Ali kızının peşine düşerken bir anlamda kendisi için kimin daha önemli olduğunu da göstermiş oluyordu. Ama asıl kilit sahne, hafif atlatılan bir trafik kazası sonrası heyecanla hastaneye gelen Ali’nin Rachel’ın hiçbir derdi tasası ya da kazaya ilişkin travması yokmuş gibi davranıp asıl olarak Leila’yı merak ettiğini gösteren hal ve tavırlarıydı… Bütün bunlar Rachel’ın ilişkideki ve küçük kızın hayatındaki yerini sorgular bir noktaya taşıyor ve denklemin yeniden tartışılmasına yol açıyor.

‘Başkalarının Çocukları’ aslına bakarsanız hayatın içinden çekip çıkarılmış bir öyküyü ve öykünün yansıması olan kimi anları seyircisiyle paylaşmaya çalışan mütevazı bir film. Fakat Rebecca Zlotowski’nin o denli sıcak, araya ‘filtre’ koymadan aktarmayı başaran, samimi bir anlatımı var ki; Rachel’ın bütün duygu ve düşüncelerini eksiksiz biçimde seyircisinin zihnine ve yüreğine geçiriyor. Yabancı bir eleştirmenin deyişiyle filmde karakterler karakter gibi değil, gerçek insanlar gibi karşımıza çıkıyor ve bizleri dertlerine ortak etmeyi biliyor, başarıyor. Sanırım bu tablonun gerçekleşmesinde Rachel rolünde izlediğimiz Virginie Efira’nın olağanüstü performansının büyük payı var. Paul Verhoeven’in ‘Benedetta’sından da hatırlanan oyuncu ‘Başkalarının Çocukları’nda her şeyiyle çok başarılı. Keza minik Leila’da Callie Ferreira-Gonçalves çocukluğunun masumiyetiyle birlikte çok inandırıcı. Leila’nın annesi Alice’te de Chiara Mastroianni’yi izlediğimizi belirteyim. Ben bir de Rachel’ın uzattığı eli havada bırakan uyumsuz öğrenci Dylan’ı canlandıran Victor Lefebvre’ı beğendim. Yaşlı jinekologda

Yazının Devamını Oku

Masumiyetin olmadığı topraklarda

29 Temmuz 2023
Kolombiyalı yönetmen Andrés Ramírez Pulido ilk uzun metrajlı çalışması ‘Sürü’de bir grup suçlu çocuk üzerinden çizgi dışına taşan portrelerde dolaşıyor. Geçen yıl Cannes’ın ‘Eleştirmenler Haftası’nda En İyi Film ve En İyi Senaryo’yu kazanan bu yapım, insanın içine oturan bir öykü anlatıyor.

Suçlu çocukların kaldığı, gözlerden ırak, Kolombiya’nın ormanlık bir bölgesinde, bir tür rehabilite merkezi… Başta üç çocuk vardır ve liderleri olarak Eliú öne çıkar. Gün boyu yaptıkları işler merkezin yanındaki bakımsız havuzu temizlemek, ormanda ağaç budamak ve kendileriyle birinci elden sorumlu olan Álvaro’nun terapi seanslarına katılmaktır. Derken merkeze dört çocuk daha nakledilir. İçlerinde Eliú’nun eskiden tanıdığı ve birlikte suç işledikleri El Mono da vardır. Bu başına buyruk karakter, merkezin onlara dayattığı kurallara sürekli karşı çıkar ve bir tür kaosa yol açar. Güvenlik kanadındaki Godoy ise Álvaro’nun tersine baskıdan yanadır ve kafasını kaldıranın cezalandırılması gerektiğini düşünür.Seyircisini çarpan, yüreğine işleyen ve hüzünlendiren bir yapım olmuş.

1989 Bogota doğumlu yönetmen Andrés Ramírez Pulido, üç kısa filmin ardından yukarıda konusunu özetlediğim ‘Sürü’yle (La Jauría) ilk uzun metrajına imza atmış. Ergenlik, aile, suçla olan ilişki, çaresizlik, sisteme ve çevreye olan güvensizlik gibi temalar etrafında seyircisini çarpan, yüreğine işleyen ve hüzünlendiren de bir yapım olmuş ‘Sürü’. Merkezde sonradan katılanlarla birlikte toplamda yedi çocuk var. Yönetmen Pulido’nun kaleme aldığı senaryo aslında bu grubun içindeki Eliú’yla El Mono’nun yaşadıklarına öncelikli olarak kulak kabartıyor. Öte yandan öykü zamanla içindeki katları açtığında meseleye Álvaro da dahil oluyor. Ve sonrasında erkek çocukların babalarıyla olan sorunları perdede kıyıya vuruyor. Uzun süre sanki kenara atılmış ve günün birinde silaha sarılmak zorunda kalmış çocukların dertleri bize aktarılıyormuş gibi geliyor. Fakat film belli noktalardan sonra ait olduğu coğrafyanın genel kaderi üzerine de hatırlatmalarda bulunuyor.

Öte yandan ‘Sürü’ kendi içinde bir güzergâh belirleyip ilerlerken El Mono’nun aralarına katılmasıyla Eliú’nun neden o merkezde olduğuna dair soru işaretleri de zamanla şeffaflık kazanıyor. Ve içine attığı dertlerle birlikte büründüğü o, bir tür genç ‘bilge’ görüntüsünün de kaynağı açığa çıkıyor. Ben mesela bunun öyküde ağır ağır verilme biçimini çok beğendim. Filmin başardığı en önemli şeylerden biri de Álvaro’nun kişisel çabalarıyla verdiği ahlaki ve vicdani eğitimin, onlara bu ortamda bir anlamda özgüven aşıladığını belirtmesi ama aslında gerçeğin böyle seyretmediğine dair yaptığı vurguydu. Çünkü sistem için onlar ayak bağı olmanın ötesinde bir anlam taşımıyorlar. Merkezin bağlı olduğu birimin başındaki kişinin de çocuk suçluları mevsimlik işçi mantığıyla sahaya sürmenin dışında bir derdi yok.SÜRÜ

◊Yönetmen: Andrés Ramírez Pulido
◊Oyuncular: Jhojan Estiven Jimenez, Maicol Andrés Jimenez,Wismer Vasquez, Jhoani Barreto, Juan Diego Mayorga, Dubán Aguirre, Felipe Ortiz, Miguel Viera, Diego Rincón, Carlos Steven Blanco, Ricardo Alberto
Parra, Marleyda Soto, Andrés Ramírez Pulido

Kolombiya-Fransa ortak yapımı

Yazının Devamını Oku

‘Şimdi ben ölüm oldum!’

22 Temmuz 2023
Christopher Nolan ‘Oppenheimer’da ‘atom bombasının babası’ olarak da anılan, barış adına yola çıkıp onca kişinin ölümüne sebep olan J. Robert Oppenheimer’ın çalkantılı hayatını perdeye taşıyor. Film Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan bombaların inşa aşamasıyla birlikte 1950’lerde söz konusu biliminsanı hakkındaki komünizm suçlamasıyla açılan soruşturma sürecine odaklanıyor.

Zengin bir aile, iyi bir eğitim, başarılı bir akademik kariyer... Bilim kadar felsefeye, sanata, edebiyata, özellikle de şiire merak. Nihayetinde güvenilir bir fizikçi olarak yıldızı 2. Dünya Savaşı döneminde parladı. Nazilerin nükleer güce sahip olabilme ihtimali üzerine ABD’nin uygulamaya koyduğu ‘Manhattan Projesi’nin başına getirildi. İki yıl boyunca, çoğu biliminsanı olan yaklaşık 2 bin kişinin çalıştığı ve devletin 2 milyar dolar ayırdığı bu proje sonucunda iki atom bombası Hiroşima ve Nagazaki’ye atıldı. Aslında barış yanlısıydı, bir zamanlar Amerikan Komünist Partisi’nin faaliyetlerine katılmıştı. İnsanlığın daha iyi noktalara gelebilmesi için uğraşıyordu ama iki büyük katliamın yaratıcısı olmuştu.

Evet, Julius Robert Oppenheimer’ın işte böyle ‘trajik’ bir serüveni vardı. Christopher Nolan, 2005’te yayımlanan, Kai Bird ve Martin J. Sherwin’in yazdığı ‘Amerikalı Prometheus: J. Robert Oppenhei mer’ın Başarı ve Acı Dolu Öyküsü’ (American Prometheus: The Triumph and Tragedy of J. Robert Oppenheimer) adlı kitaptan senaryosunu uyarladığı filmiyle bu öyküyü sinemaya taşıdı. ‘Oppenheimer’ adındaki yapım, iç içe geçmiş bir anlatım üslubuyla iki temel meseleye odaklanıyor. Biri savaş sonrası ülkeyi saran komünizm paronayası eşliğinde ana karakterin 1954’te Sovyetler hesabına çalışıp çalışmadığının sorgulanması. Diğeriyse geçmişte tanıdığı biliminsanlarını etrafına toplayıp New Mexico yakınlarında inşa edilen Los Alamos’taki atom bombası inşa çalışmaları... Tabii bu arada Robert Oppenheimer’ın yolun başında âşık olduğu ve kendisini bir anlamda komünist ideolojiyle tanıştıran Jean Tatlock’la ilişkisi ve Kitty Puening’le olan evliliği de filmin gezindiği kıyılar arasında.

Oppenheimer Yahudiydi ve atom bombası projesinde çalışırken bir anlamda Hitler’in zulmüne ‘Dur’ diyecekti ve asıl motivasyonu buydu. Ama sonradan anlaşıldığı üzere Nazi cephesinde nükleer silah yapacak birikim ve durum yoktu. Zaten ‘Manhattan Projesi’ ete kemiğe bürünüp atılacak bombalar ortaya çıktığında ‘Führer’ ölmüş, Almanlar yenilgiyi kabul etmişti. Bu durumda ABD cephesi “Japonları teslime zorlayacağız” türünden bir gerekçeyle projeye devam etti. Birçok biliminsanı ve aydın, yetkilileri bombaların atılması fikrinden vazgeçirmeye çalıştı. İmzalar toplandı, kampanyalar düzenlendi, ama nafile...

Oppenheimer sorunlu bir kişiliğe sahipti, edebiyata, felsefeye ilgi duyuyor, ‘hümanist’ takılıyor ama bir yandan da kendi yarattığı oyuncağın şehvetine kapılıyordu. Bombaların atılmasına onay verenlerdendi o da. Süreç onu idealizmden oportünizme taşımıştı. Böylesi bir hayat öyküsü Christopher Nolan gibi her şeyiyle ‘büyük sinema’ yapmak isteyen bir yönetmenin tam da aradığı adresmiş gibi görünüyor. Lakin bence ‘Oppenheimer’ bir tercih sorunsalına yenilmiş gibi. Film dönemin Atom Enerjisi Komisyonu Başkanı Lewis Strauss’un ön plana çıktığı ve siyah-beyaz görüntülerden oluşan (bu bölümler George Clooney’nin ‘İyi Geceler ve İyi Şanslar’ filmini hatırlatıyor) soruşturma faslı vasıtasıyla çok uzamış. Ve asıl odaklanılması gereken yer gibi duran gelgitli hayat öyküsü (bu kısım da Ron Howard’ın ‘Akıl Oyunları’nı akla getiriyor) de yeterince didiklenmiyor. Çünkü Oppenheimer’ın soruşturma sonrası yaşamında da perdeye taşınacak (yıllar sonra Japonya’ya yaptığı bir tür özür gezisi mesela) yanlar var.Başroldeki Cillian Murphy oyunculuğuyla filmi sürükleyenlerden.

Oscar’lık performanslar

Oppenheimer’ı canlandıran Cillian Murphy’nin, Lewis Strauss’ta da Robert Downey Jr.’ın “Öyle performanslar ortaya koyalım ki Oscar’lık olsun” tadındaki oyunculuklarıyla sürükledikleri filmde ben en çok Jean Tatlock’ta karşımıza çıkan Florence Pugh’ı beğendim. Nolan, New Mexico çölünde Trinity adlı test bombasının patlamasını görsel açıdan etkileyici sahnelerle perdeye taşımış. Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan iki bombayıysa göstermemeyi yeğlemiş. Bu tavrını beğendiğimi söylemeliyim. Oppenheimer, iki bombanın yarattığı yıkımın ardından Japonların teslimi sonrası Başkan Truman’ın huzuruna çıkmış ve burada vicdani muhasebesinin dışavurumu olarak “Ellerimde kan olduğunu hissediyorum” demişti. Başkan da sorumluluğun kendisine ait olduğunu belirterek “Kan asıl benim ellerimde, bırakın bu konuda ben endişeleneyim” cevabını vermişti. Filmde bu konuşma da var.

Oppenheimer içinde olduğu açmazı açıklamak için bir sığınak bulmuş, kutsal Hindu kitabı ‘Bhagavad Gita’dan bir dize kullanmıştı: “Şimdi ben ölüm oldum, dünyaların yok edicisi.” Yani aslında o da biliyordu ki 200 bine yakın insanın hayatını karartan katiller arasında ön sıralardaydı.

Nolan’ın bu çelişkilerle dolu, öte yandan da sistemin kullanıp sonra bir kenara attığı portreyi perdeye taşıdığı filmini doğrusu ben çok beğenmedim. Fakat bütün dünyada göklere çıkarıldığını da belirtmek lazım. Dolayısıyla gidip görün derim.

Yazının Devamını Oku

Tom Cruise’un ‘Varlık’la mücadelesi!

15 Temmuz 2023
‘Mission Impossible’ serisinin yedinci adımı ‘Ölümcül Hesaplaşma Birinci Bölüm’de ana karakter Ethan Hunt, ‘Varlık’ adlı yapay zekâya karşı mücadele veriyor. Filmde Tom Cruise “61 yaşımda bile aksiyon yıldızı statümden taviz vermem” dercesine oynuyor. Ve oyuncu serinin geçmişteki adımlarından farklı olarak bu kez gökdelenlerin tepesinden inip Alpler’in tepesinde cirit atıyor.

ering Boğazı’nda seyreden, üstün teknolojiyle donatılmış bir Rus nükleer denizaltısı. İsmi de Sivastopol. Lakin bütün teknik donanımına karşın, eldeki verilerle çözülemeyen, bir gelişme sonucu yok edilir. Olayı değerlendirmek için toplanan Amerikan istihbaratı saldırıyı yapan gücün altını çizer: ‘Varlık’ (The Entity). Sisteme bir tür ‘illegal’ yollardan katkıda bulunan Ethan Hunt ve ekibi çok geçmeden ‘Varlık’a karşı olan mücadeleye girişecek, Birleşik Arap Emirlikleri, Roma, Venedik ve Avusturya Alpleri gibi yerlerde, adrenalini yüksek bir macerayla meseleye kalbini, ruhunu ve fiziğini (!) koyacaktır...

‘Görevimiz Tehlike’ (Mission: Impossible) 1966 çıkışlı bir Amerikan TV dizisi. Söz konusu seri bildiğiniz CIA propagandasıydı; ABD bütün mazlum ulusların üzerine çöküp demokratik mücadelelerin önünü ‘darbe’lerle keserken dizi bir tür ‘aklayıcı’ rolü üstleniyor ve “Asıl derdimiz oralara demokrasi getirmek” diyordu. 1988-90 arası meseleyi daha sakin sulara çeken ikinci bir dizi hamlesi izledik ve nihayetinde bu hafta yedincisi huzurlarımıza çıkan sinemadaki seri geldi.

Filmde Tom Cruise’a ‘yankesici’ rolündeki Hayley Atwell eşlik ediyor

Başrolünde sabit isim olarak Tom Cruise’u izlediğimiz ve hem ABD istihbaratına çalışan hem de yer yer ‘takımdan ayrı düz koşu’larda ‘asi’ kimliğiyle mücadelesine devam eden ana karakter (Ethan Hunt) genel olarak kötülere karşı dünyayı kurtarma derdindeydi. Sinema cephesinde ilk dört filmi sırasıyla Brian De Palma, John Woo, J. J. Abrams ve Brad Bird yönetti, beşinci hamle ‘Rogue Nation’dan bu yana da direksiyonda Christopher McQuarrie var. Asıl olarak ‘Olağan Şüpheliler’den tanıdığımız yönetmen ‘Yansımalar’dan (Fallout) sonra yeni ‘Mission: Impossible’ serüveni ‘Ölümcül Hesaplaşma’da da kamera arkasında. Ki bu kez macera ikiye ayrılmış durumda ve biz, bu filmle ilk bölümü izlemiş oluyoruz.

Yazının Devamını Oku

Çizginin dışında yürüyenler...

8 Temmuz 2023
‘Ren Altını’ sahne adı ‘Xatar’ olan Kürt rap’çi Giwar Hajabi’nin hayatından kesitler eşliğinde kimi kültürel, siyasal ve sosyolojik meselelere de vurgu yapan, mizah tonu yüksek bir yapım. Film için, kariyeri boyunca adı Martin Scorsese’yle anılan Fatih Akın’ın ‘Sıkı Dostlar’ı diyebiliriz.

Baba saygın bir Kürt besteci... Şah döneminde el üstünde tutuluyor, lakin Humeyni rejimiyle birlikte gözden düşüyor ve ülkeyi terk etmek durumunda kalıyor. Giwar ise bir mağarada doğuyor, bir süre Irak’ta annesiyle birlikte kaçak yaşıyor, ‘casus’ suçlamasıyla itham edilirlerken Paris’te yeni bir hayata yelken açıyorlar. Lakin burada da fazla durmuyorlar, babaya bir müzisyen için en doğru adresin Almanya olduğu söyleniyor. Bonn’a taşınıyorlar. Derken baba, orkestrasındaki bir kadına âşık olarak onu, kız kardeşini ve annesini geride bırakarak çekip gidiyor. Giwar müziğe istidatlı ama aileye de bakmak zorunda olduğunu düşünüyor. Okulda gizlice porno kasetleri satıyor ama deşifre oluyor ve okuldan atılınca da eğitim hayatına son noktayı koymak durumunda kalıyor. Sonrasında hayatı illegal yollardan kazanmanın yöntemlerini keşfediyor; uyuşturucu satıcılığına soyunuyor, giderek palazlanıyor, zamanla işi büyütüyor. Mafya içinde sağlam bir yeri olan, en yakın arkadaşı Miran’ın amcası ‘Yero’ da onlara arka çıkınca etkileyici bir güce kavuşuyorlar. Peşi sıra büyük bir altın soygunu işine giriyorlar, ancak Giwar eylemin ardından hapsi boyluyor ve burada yeni bir müzik türüyle tanışıyor: Rap...



Günümüz Alman sineması dahilinde, başta ‘Duvara Karşı’ olmak üzere filmleri, dünyası ve bakış açısıyla son derece sağlam ve etkileyici bir grafik çizen Fatih Akın, son adımı ‘Ren Altını’nda (Rheingold) tıpkı 2019 yapımı bir önceki çalışması ‘Altın Eldiven’ gibi biyografik sularda yüzüyor. Asıl adı Giwar Hajabi olan ve sahne ismi olarak ‘Xatar’ı (Kürtçede ‘Tehlike’ demek) kullanan rap’çinin çalkantılı hayatından kesitler aktaran film, söz konusu kişinin kaleme aldığı ‘Alles oder Nix’ (Ya Hep Ya Hiç) adlı kitabından uyarlanmış.

Akın’ın suça eğilimli kişiler üzerinde gelişen filmografisi içindeki yeni bir sayfa olan ‘Ren Altını’, Giwar’ı sistem dışına iten etmenlerle ilgileniyor elbette ama asıl olarak karakterin gezindiği ‘tuhaf’ dünyayı ve bu dünya içindeki ilişkileri mizah tonu yüksek bir anlatımla perdeye taşıyor. ‘Xatar’ aslında eğitimli ve kimi nedenlerden dolayı çizgi dışına çıkmasa, babası gibi müziğin daha ‘elit’ parkurlarında ilerleyebilecek bir kapasiteye sahip görünüyor. Fakat göçmen kimliği, ailesine bakma sorumluluğu ve bu sorumluluğun üstesinden gelirken yasadışı yollara sapması derken hayat onu bambaşka denizlere taşıyor.

Yazının Devamını Oku

‘Kamçılı arkeolog’ hâlâ dimdik ayakta...

1 Temmuz 2023
Sinema tarihinin unutulmaz aksiyon kahramanlarından Indiana Jones’u yeniden ayağa kaldıran ve eski günlerde verdiği o çocuksu tadı bir kez daha inşa eden ‘Indiana Jones ve Kader Kadranı’ son derece başarılı bir nostaljik yapım olmuş. Yönetmen Steven Spielberg’süz bu ilk ‘Dr. Jones’ macerasında 81 yaşındaki Harrison Ford formundan hiçbir şey kaybetmediğini gösteriyor.

IndIana Jones ve Kader Kadranı (BEŞ ÜZERİNDEN ÜÇ BUÇUK YILDIZ)

 Yönetmen: James Mangold

 Oyuncular: Harrison Ford, Phoebe Waller-Bridge, Mads Mikkelsen, Antonio Banderas, Ethann Isidore, Toby Jones, John Rhys-Davies, Boyd Holbrook, Thomas Kretschmann, Olivier Richters, Nasser Memarzia, Karen Allen, Alaa Safi, Shaunette Renée Wilson/ABD yapımı

Yıl 1944, Naziler için sonun başlangıcına dair emareler belirmiştir. Avrupa’nın dört bir yanından çalınmış hazinelerle dolu tren Berlin’e doğru yola çıkacaktır. Emanetler arasında üzerinde İsa’nın kan izlerinin bulunduğu Longinus’un Mızrağı da vardır. Arkeolog Harry Jones, namıdiğer ‘Indiana Jones’ da bu kıymetli parçaların peşindedir. Üstelik bu uğraşta İngiliz meslektaşı Basil Shaw da ona eşlik etmektedir. Sonrasında aslında trende daha büyük bir emanetin olduğunu fark ederler; Arşimet’in zaman düzeneği olan Antikythera... Bu kıymetli hazine Nazi fizikçi Jürgen Voller’in elindedir ve kadranı Hitler’e götürüp savaşın seyrini değiştirmek niyetindedir. Lakin Indiana Jones, duruma el koyar... Ve öykü 1969’a atlar. New York’ta ucuz bir apartman dairesinde yaşayan Dr. Jones, ders verdiği üniversiteden emekli oluyordur. Başından geçen trajik vaka sonucu sevdiceği Marion’dan ayrılmış, kendini içkiye vermiştir. Derken ortaya vaftiz babası olduğu Helena çıkar. Bu deli dolu varlık, Basil Shaw’ın kızıdır ve peşinde birtakım karanlık güçler vardır. Sonrasında mesele anlaşılır; Neil Armstrong ve arkadaşlarının Ay’a ayak basma hamlesinde parmağı olan ve artık Amerikan kimliği taşıyan Voller, hâlâ Arşimet’in kadranının peşindedir. Gelişmeler sonucu Dr. Jones ve Helena aynı hedefler uğruna mücadele etmek durumunda kalırlar. Peşlerinde birtakım Nazi kırıntıları, ABD’den Fas’a, oradan Yunanistan’a ve akabinde Sicilya’ya uzanan zorlu bir serüven onları beklemektedir.

Steven Spielberg’ün kariyerindeki en önemli halkalardan biri olan ve ona atfedilen ‘çocuksu sinema’nın en belirgin adresi niteliğini taşıyan ‘Indiana Jones’ serisinde yeni bir aşamadayız. Geçmiş hikâyesi dört bölümden oluşan bu zincirin yeni halkası niteliğindeki ‘Indiana Jones ve Kader Kadranı’ (Indiana Jones and the Dial of Destiny), giriş özetinde de belirttiğim üzere ana arter olarak iki ayrı zaman diliminde geçiyor (ki sonlara doğru bir başka zaman daha öyküye eklemleniyor). 1944’te Naziler döneminde inşa edilen ilk bölüm yaklaşık 20-25 dakika sürüyor. Eski bir eleştirmen tabiriyle ‘dur durak bilmeyen’ bir geçiş bu. Amerikan uçaklarının bombardımanı sonrası hareket eden tren, Indiana Jones’un Nazi birliğine karşı tek başına verdiği mücadele derken sonrasında New York’ta, ‘Soğuk Savaş dönemi’nin uzay yarışı esnasında bir geçit töreninde buluyoruz kendimizi. Bir yanda ‘Ay’a çıkmanın verdiği gurur, öte yanda Vietnam savaşı dolayısıyla yükselen anti-militarist gösteriler ve bu ortamda birden suçlu konumuna yükselen Dr. Jones’un CIA destekli bir operasyondan paçasını kurtarma çabası...

Bu arada unutmadan; bu Spielberg’süz ilk ‘Indiana Jones’ filmi ve kamera arkasında James Mangold var. Özellikle hüzünlü polisiyesi ‘Cop Land’le tanıyıp sevdiğimiz deneyimli sinemacı, gerek 1944’teki giriş kısmında gerekse New York’taki kaçıp kovalamaca cephesinde ustalığını konuşturuyor. Öte yandan film Tanca’ya (Fas) atladığında öyküye Helena’nın minik ortağı Teddy de dahil oluyor ve tablonun çizgileri netleşiyor.

Mangold’un yanı sıra Jez Butterworth, John-Henry Butterworth ve David Koepp gibi isimlerden oluşan senaryo grubu, baştan sona ‘Indiana Jones’ gibi büyük bir çınarı, geçmişten kimi hâtıralara göndermelerle, yeniden inşa etme amacı taşımışlar... Örneğin Helena ve Teddy ‘Indiana Jones and the Temple of Doom’daki Willie Scott (Kate Capshaw) ve Short Round’un (Key Huy Quan) yeni versiyonları... Nitekim kimi aksiyon sahneleri, Dionysos Mağarası’ndaki börtü böceğin çıktığı kısımlar, hepsi ‘Kamçılı Adam’ın ruhunu göndermeler eşliğinde bir kez daha ayağa kaldırmak üzere yapılmış hamleler...

Yazının Devamını Oku

Zoraki öğretmen!

24 Haziran 2023
‘Büyü de Gel’ ekonomik sorunlarını halledebilmek için utangaç ve bakir bir genci hayata hazırlamak adına ‘eğitmen’lik yapmak zorunda kalan genç bir kadının yaşadıklarını anlatıyor. Bu zıpır komedi filmini kuşağının en yetenekli oyuncularından olan Jennifer Lawrence sürüklüyor.

BÜYÜ DE GEL (BEŞ ÜZERİNDEN ÜÇ YILDIZ)

◊ Yönetmen: Gene Stupnitsky

◊ Oyuncular: Jennifer Lawrence, Andrew Barth Feldman, Laura Benanti, Natalie Morales, Hasan Minhaj, Matthew Broderick, Scott MacArthur, Ebon Moss-Bachrach, Victorya Danylko-Petrovskaya, Matthew Noszka, Kyle Mooney

ABD yapımı

Küçük sahil kasabası Montauk’ta annesinden kalan evde yapayalnız yaşayan, kısa süreli ilişkilerle idare eden ve Uber’de çalışan, yazları da ek iş olarak barmaid’lik yapan Maddie’yi kötü günler beklemektedir. Çünkü birikmiş vergi borçlarına karşılık arabasına haciz gelir. Zaten kıt kanaat geçindiği ortamda asli gelir kaynağından mahrum kalacaktır. En yakın dostları konumundaki sörfçü Jim ve hamile eşi Sara ona şaka yollu bir ilandan bahsederler. Zengin bir çift, yakında üniversitenin yolunu tutacak 19 yaşlarındaki utangaç ve de bakir oğulları Percy’yi bir an önce olgunlaştıracak ve kimi deneyimleri yaşatacak 20’li yaşlarda bir ‘eğitmen’ arıyordur ve bu iş karşılığında eğitmene lüks bir araba vereceklerdir. Bu durumun literatürdeki karşılığı ‘seks işçiliği’dir ve Maddie, ekonomik olarak yaşadığı zorlukların üstesinden gelebilmek adına Laird-Allison çiftinin kapısını çalar. Son derece liberal görünen ikili, oğulları için her türlü fedakârlığı yapmaya hazırdır ve talep ettikleri yaş aralığının çok üzerinde olan genç kadınla anlaşırlar. Maddie bir hayvan barınağında çalışan Percy’nin yanına gider ve köpek sahibi olmak isteyen müşteri kimliğiyle harekâtına start verir...

Yazının Devamını Oku

Zaman yolcusu kalmasın!

17 Haziran 2023
DC Comics ailesi üyelerinden ‘The Flash’ın ilk solo filmi, ana karakterin küçükken kaybettiği annesini yeniden hayata döndürmek için zamanla oynaması üzerine bir öykü anlatıyor. Günümüz ‘süper kahraman filmleri’ fazla fabrikasyon duruyor. ‘The Flash’ ise tamamıyla olmasa da birçok yönüyle orijinal, farklı, mizah dolu, zekice detaylara sahip bir yapım hüviyetine sahip.

The Flash (BEŞ ÜZERİNDEN ÜÇ BUÇUK YILDIZ)

Yönetmen: Andy Muschietti

Oyuncular: Ezra Miller, Michael Keaton, Sasha Calle, Ben Affleck, Michael Shannon, Ron Livingston, Temuera Morrison, Kiersey Clemons, Maribel Verdú;

ABD yapımı

Zamanda yolculuk edebilme yeteneğinin farkında olan ‘The Flash’, namı diğer Barry Allen geçmişe giderek küçük yaşta kaybettiği annesiyle ilgili trajedinin önüne geçebileceğini, onun hayatta kalmasını sağlayabileceğini düşünür. Ve bu fikrini uygulamaya koyulur. Lakin zamanın akışıyla oynayıp ait olduğu ana döndüğünde karşısında sıradan bir insan olarak hayatını sürdüren kendisini bulur. Sonrasında her şeyin tıpkı ‘Geleceğe Dönüş’ filminde olduğu gibi farklı bir kaderi yaşadığını fark eder. Örneğin, Batman yaşlanmış ve ortalıktan el ayak çekmiştir. İşin kötüsü Superman’in en büyük düşmanı General Zod, Kripton’dan kalkıp gelmiş ve Dünya’yı ele geçirmeye koyulmuştur. Ortada ona karşı koyacak ne Superman ne Wonder Woman vardır...

Yazının Devamını Oku