Sevgi'nin Diviti

Bu yaşıma geldim, noel ağacı sanatını yeni öğrendim

22 Aralık 2002
Metropolitan Müzesi'nde Loretta Hines Howard'ın hibe ettiği koleksiyon sayesinde her yıl 26 Kasım'da napoliten bir noel ağacı kuruluyor. 18. yüzyılda Napoli'de doğan bu sanat, noel ağacının eteklerine konulan koyun sürüleri, çobanlar, egzotik Asyalı ve Afrikalı tipler, şehir ve köy halkı karakterlerinin temsil edildiği hoş figürlerden oluşuyor. Kim ne derse desin, noel ağaçlarına öteden beri meraklıyımdır. Her ne kadar inançlı bir Müslüman isem de, evimde noel ağacı süslerim. Bu ağaçları süslemenin bir sanat olduğuna, insanların yaratıcılık yönünü geliştirdiğine ve uğur getirdiğine inanırım. Ağacımı her sene süsleyip tamamladıktan sonra onu göstermek ve takdirlerine sunmak üzere eşimi dostumu davet ederim.

Nedense iki senedir ağaç yapmak kısmet olmuyor, zira hep yurt dışında bulunma mecburiyeti çıkıyor. Gene yurdumun dışında, New York'tayım. Metropolitan Müzesi'nin meşhur noel ağacını hep duyardım ama görmek bir türlü kısmet olmamıştı. Bu sefer gittim, gördüm, hayran oldum ve gene bayıldığım Amerikan ádetleriyle bu müzelerin nasıl yaşatıldığının misali bir kere daha gözümün önüne serildi.

Hazır önümüzdeki hafta Hıristiyan dostlar noellerini kutlayacaklarken, ben de size bu ağacı anlatmaya çalışayım.

Çok uzun zamandan beri gelenek olarak her sene Ortaçağ salonlarının ortasında dikilen bu noel ağacı ve eteklerindeki Barok Napoliten noel sahneleri 26 Kasım'da kuruluyor. Altı metre yüksekliğindeki ağaç, mavi çam türü taklidi ve üzeri 18'inci asırda İtalya'nın Napoli şehrinde doğmuş bir sanatın ürünü olan elli adet melek ve kerubinlerle süslü. Üzerleri ufacık ampullerle aydınlatılan mumlar araları dolduruyor ve asıl önemlisi her bir melek ve kerubin ayrı ayrı mevzii lambalarla tepeden aydınlatılıyor. Muhteşem görüntülü ve zevkli bir sanat eseri bu ağaç herhalde bugüne kadar gördüklerimin en güzeli.

Bu ağacın oluşmasında ve kurulmasında Loretta Hines Howard Vakfı maddi destek sağlıyor.

NADAN KIZA GEÇEN GELENEK

Her sene noel'de bu ağacın kurulması Loretta Hines Howard'ın tutkusu, bağımlılığı ve hovardalığıyla mümkün olabiliyor. Loretta Hines Howard, 1925'ten itibaren bu Noel sahneleri figürlerini toplamaya başlamış. Hemen akabinde, Roma Katolik Kilisesi'nin adeti olan bu noel sahnelerini, kuzey ülkelerinin Protestan adeti olan noel ağacıyla birleştirmek fikrini geliştirerek koleksiyonunu ilk defa 1957'de Metropolitan Müzesi'nde sergilenmeye başlamış. 1964'den itibaren de 200 adetten fazla 18. yüzyıl Napoliten figüründen oluşan bu koleksiyonu Metropolitan Müzesi'ne hibe etmiş. Figürler 35 senedir her noelde ortaya çıkarılıp ağacın üzerinde ve eteklerinde sergileniyor. Bayan Howard'ın kızı olan Linn Howard, uzun seneler annesiyle birlikte bu ağacın kurulmasına nezaret etmiş. 1982'de annesinin ölümünden sonra bu adeti devam ettiren ve yeni ilávelerde bulunan Linn Howard'a şimdi onun kızı Andrea Selby Rossi yardım ediyor ve aile geleneği devam ediyor. Masrafları ise bu iş için kurdukları vakıf karşılıyor...

HEYKELTIRAŞLARIN ESERİ

Ağacın eteklerinde koyun sürüleri, çobanlar, egzotik Asyalı ve Afrikalı tipler, muhtelif hayvanlar, renkli şehir ve köy halkı karakterlerinin temsil edildiği hoş figürler sergileniyor. Bütün bunlar 18. asırda Napoli'de yaşayan üç ailenin birbirlerine gelenek halinde hediye vermeleri neticesinde ortaya çıkan bir sanatın ürünleri. Çoğu zaman bir sahne dekoratörü tarafından planlanıyorlar. O çağın en önemli heykeltıraşları olan Giuseppe San Marino ile talebeleri Salvatore di Franco, Giuseppe Gori ve Angelo Viva bu heykelciklerin terrakota yüzlerini ve açıkta kalan vücutlarını neredeyse canlı gibi yaratmışlar. Kıyafetleri, ailelerin kadınları tarafından yaratılmış ve en pahallı kumaş parçalarıyla gümüş, altın ve yarı kıymetli taşlar kullanılarak büyük bir özenle dikilmiş.

İnsan mafyanın kol gezdiği Napoli şehrinde böyle ince ve güzel ürünlerin yaratılmış olduğuna inanamıyor. Anlaşılan, dünyanın her yerinde medeniyetle gelen bir yozlaşma oluşuyor.

İşte bu da bir sanat kolu. Bu yaşıma geldim, böyle bir sanatın varlığını ilk defa duydum ve öğrendim.

Bu vesileyle, bütün Hıristiyan dostlarımızın noelini kutlarım.
Yazının Devamını Oku

Kötü, deli ve tehlikeli Lord Byron

15 Aralık 2002
National Portrait Gallery'deki Byron sergisinde Arnavut kıyafetleri içindeki portresi de yer alıyor. Şair, 1809'da aldığı bu kıyafeti bir mektupta şöyle anlatıyor: ‘‘Birkaç tane harika Arnavut kıyafeti aldım. Her birine 50 gine verdik. Üzerlerinde o kadar çok altın var ki, İngiltere'de herhalde her biri 200 gine ederdi.’’ Bu başlığı, Londra'daki National Portrait Gallery'deki Lord Byron sergisinden aldım, bana ait değil. Ama bu üç kelime, bu şairi hakikaten tam anlamıyla ifade etmiyor.

Günün birinde Avrupa Topluluğu'na girmek için tarih alacağız ve yanıbaşımızdaki Yunanistan ile de dost olacağız. Byron bu dostumuzun dostu ama bize karşı komşumuz Yunanistan'ı kışkırtıp Yunan İstiklal Savaşı’nın başlamasına öncülük etmiş bir İngiliz yazar. Zaten her türlü karışıklıkların altında muhakkak bir İngiliz parmağı aramanız gerekiyor.

Bu şair Yunan taraftarı ama tam benim hayalimin entelektüeli.

Asıl adıyla George Gordon, yani 'Altıncı Lord Byron', herhalde ariktokratlar arasından çıkan en meşhur yazar. 'Childe Harold'un Kutsal Yolculuğu', 'Cantos I ve II' en önemli eserleri. Mart 1812 de 'Bir sabah uyandığımda, çok meşhur olduğumu anladım' dedi. İki sene sonra, 'Korsan' isimli eseri ise 10 bin adet sattı.

Byron'un karizmatik şahsiyeti, edebi ününü daha da arttırmıştı. Zekası, sevimliliği ve asaletinin verdiği güven, entelektüel ve seksüel pervasızlığı ona daha da cazip bir hava vermekteydi. Olağanüstü yakışıklılığı doğuştan hafif aksak olan sağ ayağıyla hoş bir kontrast temin etmekteydi. Şairlikle, olayların içinde yer almakla, aristokratlıkla ve devrimcilikle karışık nadir bir şahsiyetti.

1788'de Londra'da doğmuş, kaptan babasının yokluğunda annesi tarafından yetiştirilmişti. Büyük amcasının ölümüyle '6. Lord Byron' ünvanını elde etti. Harrow'da ve Cambrigde'deki Trinity College'de eğitimini tamamladı. 1812-1815 arası, yazarlığının en verimli çağıydı. 'Türk Hikayeleri' adında bir eseri daha vardı. Ama ben okumadım nasıl bakış açışı sergiliyor, bilmiyorum.

Çapkındı. Lady Caroline Lamb ve Lady Oxford'la aşk maceraları olmuştu ve üvey kız kardeşi ile ilişkisi skandal yaratmıştı.

1809'da iki senelik bir yolculuğa çıkarak Akdeniz sahillerinde Arnavutluk, Türkiye ve Yunanistan'ı ilk defa ziyaret etti.

1815'te Annabella Milbanke ile evliliği bir sene sonra kızları Ada'nın doğumuna rağmen kötü bir şekilde sona ermişti. Gayri ahlaki ve kötü cinsel ilişkileri hakkında çıkan dedikodulara dayanamayıp İngiltere'yi terk etti.

1816'da İsviçre'nin Cenevre kentindeydi ve ilişki kurduğu Clare Clairemont'tan Allegra adında bir kızı daha doğdu.

1817 - 1821 yılları arasında Venedik, Ravenna, Pisa ve Genova kentlerinde yaşayarak Malta, Arnavutluk, Yunanistan ve Türkiye gibi ülkeleri yeniden ziyaret etti.

Yunanlı devrimcilere katılarak evvela Almanlar'a ve daha sonra 1923'te Türkler'e karşı savaştı. Yunanlıların bağımsızlıklarını elde etmelerinde onun da katkısı vardı.

19 Nisan 1824'te ateşi yükselerek ölen Lord Byron'un naaşı İngitere'ye gönderildi. Cenaze merasiminin Westminster Abbey'de yapılması engellendi ve Nottinghamshire'daki aile kabristanına gömüldü.

Bu sayfada, Byron'un bir portresini görüyorsunuz. Yazar bir Arnavut kıyafeti içinde ve Londra'daki National Portrait Gallery'deki Lord Byron sergisinde bu kıyafet de sergileniyordu.

Kıyafet hakikaten hoş ve orijinaldi. 1809 da satın aldığı elbiseleri annesine gönderdiği bir mektupta şöyle anlatıyordu: 'Bir kaç tane harika Arnavut kıyafeti aldım. Bu ülkedeki en pahalı ve satın alınabilir eşyalar... Her birini 50 gineye aldım. Üzerlerinde o kadar çok altın var ki, İngiltere'de satın alsaydık, herhalde her biri 200 gine ederdi.'

Yakında dost olacağımız komşumuzun dostunu tanıyalım dedim...
Yazının Devamını Oku

Bu da benim hamam hikáyem

8 Aralık 2002
Gazetenin Murat Bardakçı'nın editörlüğünde çıkardığı tarih dergisinin bu haftaki sayısındaki hamam bahsini okurken aklıma bundan aşağı yukarı yirmi sene evvel tertiplediğimiz bir hamam partisi geldi. Çok eğlendiğimiz bu olayı sizlere anlatmak istedim.

Bendeniz hiç bir zaman yabancı misyon temsilcileriyle yani buraya gelen sefir süfera takımı ile ahbaplık kurmam. Zaten kendi sevdiğim dostlarıma zor vakit bulduğum için gelip geçici ilişkilere maalesef vakit ayıramam. Ancak bazıları ile hasbelkader dost olmuşumdur. Bunlardan birisi de 1980 ile 83 seneleri arasında İstanbul'da bulunan Yunan Konsolosu Aleko ve Helen Philon'du.

Helen ile o kadar çok müşterek enternasyonal dostumuz vardı ki, hem ona benim adımı, hem de bana onun adını salık vererek birbirimizle tanışmamız gerektiği önerisinde bulundular. Helen, sanat tarihçisiydi ve Benaki Müzesi’nde çalışmıştı. Bendeniz ise Sadberk Hanım Müzesi'nin başındaydım. Bütün bu müşterek konular ve ahbaplar bir tarafa, biz birbirimizi çok sevdik ve çok anlaştık. Dolayısıyla aramızda çok hoş bir arkadaşlık başladı. Beraberken aynı şeylere gülüyorduk ve aynı türden uçuk meraklarımız vardı. Helen ve Aleko Philon çifti ile arkadaşlığım hálá devam ediyor. Neyse ki artık Atina'ya döndüler de birbirimize nisbeten daha yakın mesafedeyiz.

Ben, sevgili Helen'in sayesinde ilk defa bir tekkeye gittim. Antalya Kale İçi'ndeki evleri ilk defa onunla gezdim ve orada bir ev sahibi oldum. Kendisinin de Atina'nın eski şehri Plaka'da bir evi vardı ve orada beraber kalmıştık. Akropol'ün arkasında mehtabı seyrederek muhtelif konular üzerinde tartışarak sabahlamıştık.

İstanbul'u Helen'le tanımış ve Helen'le dolaşmıştım. Zaten bu karı kocayı herkes çok sevdi ve biz Türkler'den pek çok ahbapları oldu.

Burada üç sene kaldıktan sonra tayinleri çıktı. Artık İstanbul'dan ayrılma zamanı gelmişti. Gitmelerine bir iki ay kala, Helen ‘‘Bu şehri dolu dolu yaşadım, görmediğim yer, girmediğim delik kalmadı ama yapamadığım bir tek şey kaldı, o da bir Türk Hamamında yıkanmak’’ diye dert yandı. Kocası da ‘‘Ben de Abanoz Sokağı'nda bir eve gidemedim’’ dedi. Aleko'nun problemini ben halledemezdim ama Helen'i buradan ayrılmadan muhakkak bir hamama götürmeliydim ve bizim usul yıkanmalıydık.

Bu konuşma Helen'in doğum gününe yakın bir tarihte yapılmıştı ve Helen'in doğum gününü hanım arkadaşlarımızla beraber bir hamamda kutlamaya karar verdik.

İlk işimiz bütün İstanbul hamamlarını dolaşmak ve kendimize uygun bir hamam bulmaktı. Bu sayede, İstanbul kazan biz kepçe bütün hamamları dolaştık. Kiminin sahibini beğenmedik, kiminin mekánını sevmedik, kiminin saatleri bize uymuyordu. Sonunda Zeyrek'teki Barbaros Hayrettin'in leventleri için Mimar Sinan'a yaptırttığı Çinili Hamama karar verdik. Çinileri hep çalınmıştı ama ne de olsa 16 yy. dan kalmaydı, Mimar Sinan'ın eseriydi ve bize yakışırdı.

Derhal Cağaloğlu'na çıktık, sokakta tebrik kartları satan tezgáhlardan üzeri bol yaldızlı güllerle süslü en kiç kartı bulduk. Bunu davetiye olarak kullanacaktık. Sonra Kapalı Çarşı'dan hamam tasları ve futalar aldık. Hacı Şakir sabunlarının ilk örnekleri olan eski yazılı kalıp sabunlardan ısmarladık ve davetli hanım arkadaşlarımıza davetiye ile birlikte birer sabun yolladık. O gün hamama gelen herkese birer tas ve birer futa hediye edildi.

Hamamı kapatmıştık, davetliler arkadaşlarımızdı. Göbek taşında yattık, keselendik, kurnalardan taslarla sular dökünüp yıkandık.

Hiç unutmuyorum, beline kadar gür saçlı yazar Nermin Bezmen'in başını üç kişi ancak sabunlayabilmiştik. Arkadaşlarımızdan Stella göbek dansı kılığında bizlere çok güzel bir sürpriz hazırlayarak raksetmişti. Limon sorbesi hararetimizi bastırdı. Yenildi, içildi birbirimizin haline gülerek tam eski günlerdeki gibi yaşadık. Çıktığımızda cildim pamuk gibiydi ve bu teravet günlerce sürdü.

Her ne kadar hálá bu güzel dostluk devam ediyorsa da bütün aklımıza, geniş dünya görüşümüze rağmen, konu ülkelerimizin sorunlarına geldiğinde, maşallah ikimiz de dişlerimizi birbirimize geçirmekte hiç sakınca görmüyoruz. İnşallah Avrupa Topluluğu'na gireriz de bu diş gösterme işini de böylece sona erdirmiş oluruz.
Yazının Devamını Oku

Ahláksızlığın en büyüğü korsan kitap basmaktır

1 Aralık 2002
Ülkemizdeki kitapçı dükkánları ve onları işleten firmalar 2002 senesinin sonuna doğru en nihayet artık oturdular ve galiba yerleşik bir düzene de girdiler. Birleşik Amerika'da Barnes&Noble ve İngiltere'de Foyle isimli kitapçı dükkanı zincirleri aynı zamanda bir department store (bölümler ihtiva eden dükkan türleri) niteliğini taşır. Bunların Türkiye'deki karşılığını, küçük boyutlarda da olsa, şimdilik Remzi Kitabevi temsil ediyor. Ben, size İngiltere'deki Foyle kitapevlerinin hikayesini anlatacağım.

William Foyle ve kardeşi Gilbert ilk kitapçı dükkanlarını 1903'de açmışlar ve 1920'ye gelindiğinde uluslararsı bir üne kavuşmuşlardı.

Dükkanlarında iki milyon adet kitap, elli kilometre uzunluktaki raflarda sergilenmekteydi ve Londra'da 'kitap satıcısı' denince akla gelen ilk isim onlardı.

ZİNCİRE GİDEN YOL

William Foyle, 4 Mart 1885 de Shoreditch kasabasında doğmuş, Owen's Okulu'nda ve King's Kolej'de sıkı bir eğitim görmesine rağmen bürokrat olabilmek için girdiği imtihanı kazanamamıştı. 1902'de gümüş koleksiyonu yapan Sir Edward Marshall Hall'un ayak işlerinde yardımcı olmak üzere işe girdi. Patronu kendisini sık sık müzayede salonlarına gönderiyordu. Öteden beri kitaplara merakı olan Foyle, bu mezat salonlarında bulduğu hemen her kitabı satın almaya başladı.

1902'de bir gün, kardeşi Gilbert'la birlikte bürokrat olmak istedikleri yıllarda aldıkları eski okul kitaplarını satmak için reklam yaptılar. Satışın olacağı gün öyle bir alıcı izdihamı ile karşılaştılar ki, ilk kitapçı dükkanlarını açmaya karar verdiler. 1903'te Londra'nın kuzeyindeki bir depoda ticarete başladılar ve kısa zamanda Pekham'da ilk dükkanlarını açıp daha sonra kitapçıların bulunduğu meşhur Cecil Court pasajına taşındılar ve talebelerden, müzayede salonlarından, evlerden ikinci el kitapçılardan nereden ne bulurlarsa satın almaya başladılar. 1906'ya gelindiğinde Londra'nın muhtelif semtlerinde Foyle kitabevleri zinciri kurulmuştu.

William, kitaplarla yaşamaktaydı. Dünya çapında, her tür insan için her konuda, bir kitapçı dükkanı hayali vardı. Chiswell Sokağı’ndaki James Lackington'un içinde at koşturulan kitabevi onu etkilemekteydi. Foyle kardeşler büyük bir kitabevi kurmak azmindeydiler ve 1929 da Charing Cross yolu üzerinde bir mülk satın alarak en büyük kitapçı dükkanını kurdular ve böylece Foyle ismi kitapsevenlerin Mekke'si oldu. Kurdukları bu 'department store' tipi kitabevinde 24 bölüm bulunmakta, 300 eleman çalışmakta ve her hafta 40.000 yeni ve eski kitap satılmaktaydı.

1930 da William'ın 19 yaşındaki kızı Christina harika bir fikirle öne çıkarak meşhur yazarları, önemli kişileri ve kitap severleri bir araya getirerek dünyadaki ilk edebi öğlen yemeklerini başlattı. Bu gelenekleri bugün bile hálá sürüyor ve işleri William'ın torunları Christopher ile Anthony Foyle devam ettiriyor.

William Foyle geniş vizyonu olan, sevimli, egzantrik, hassas, resim yapma kaabiliyetli ve iyi piyano çalan hoş bir adammış. Bireysel hareket eden ve komitelere inanmayan bir kişiliği varmış. Aza olduğu az sayıdaki kulüpler oldukça bohemmiş ama kaba insanlarla ilişki kurarmış. Her dakika gülen, nadiren ciddi olan bu kişiliğinin gerisinde zehir gibi keskin bir zeká yatıyormuş. 1943'te 'Beeleigh Abbey' adındaki eski bir kliseyi satın alıp içine eski ve kıymetli kitaplardan oluşturduğu kütüphanesini yerleştirmiş ve hayatının son zamanlarını burada kitaplarıyla mutlu ve mesut bir şekilde yaşamış.

GELELİM BİZE...

Şimdi, bizim ülkemizi düşünüyorum. Bir kere, okuma geleneğimiz olmadığı için kitapçı ailelerin uzun zamandan beri devam ettirdiği böyle bir şirketimiz yok. Kitapçı dükkanı olan adamın ya karısı veyahut çoçukları bu işi sevmiyorlar. Zaten ne derler? Kütüphanelerin üç büyük düşmanı varmış, rutubet, kurt ve kütüphane sahibinin karısı.

Ülkemizde bir de feci bir ahláksızlık hüküm sürüyor: 'Korsan Yayıncılık'. Eminim, bu ahláksızlığı başka ülkelerde de düşünenler olmuştur ama kanunlar vardır, takibat altındadırlar ve cezalar çok ağırdır ve dolayısıyla bu korsan faaliyet oralarda hiç bir zaman yeşermemiştir.

Hep politikacılarımıza 'ahláksız' damgasını vururuz ama öteki ahláksızlıklar hiç konuşulmaz. Hem telif haklarını hem de vergiden çalan bu ahláksızlarla ne zaman uğraşmaya başlayacağız, bilmiyorum. Hizaya sokulması gereken o kadar çok işimiz var ki...
Yazının Devamını Oku

Gittim, gördüm, beğendim, kıskandım ve çıktım

24 Kasım 2002
İkibinli senelere gireli İngiltere ile kısmetim bağlandı. Eskiden çok sık geldiğim Londra'ya en nihayet şeytanın bacağını kırdım ve dört günlüğüne gelebildim. İki senede neler olmuş neler. İngilizler 2000 senesi hatırası olarak Londra'ya iki adet kubbe hediye ettiler. Birinci kubbe, adı üstünde ‘‘Dome’’du. Güya sergi sarayı, fuar alanı, vs. gibi olaylara hizmet verecekti. Önünde uzun kuyruklar oluşan bu ‘‘Kubbe’’yi sonra görürüz demiştik ama maalesef bu mekánı işletecek olan şirket iflas etmiş ve kubbe kapanmıştı. Anlayacağınız, göremedik.

Ama İngilizler ikinci bir kubbe daha yaptılar ve 2000 senesinin sonunda açılan bu kubbeyi görmek nasip oldu. Bu kubbe Londra'nın meşhur British Museum adıyla anılan, büyük arkeoloji müzesinin içindeki kubbeydi. Gittim, gördüm, beğendim, kıskandım ve çıktım.

Son zamanlarda Avrupa müzeleri, Amerikan müzeleri ile yarışmaya başladılar. İmparatorluk müzelerinden Paris'teki Louvre Müzesi ayağa kalktı ve o eskimiş, köhne, insanın içinden gidip gezmek bile gelmeyen demode yapının iç kısımları tamamen yenilendi.

Louvre Müzesi'ne dört değişik kapıdan girilmekteydi. Hangi kapıdan girdiğinizi iyi bilmeniz gerekiyordu ki, ona göre hangi seksiyona gideceğinizi kestirebilesiniz. Tabii, eğer kapıları biliyorsanız veya şanslı iseniz hemen ilgilendiğiniz bölümü bulabilirdiniz. Aksi takdirde rastgele bir seksiyona girip, görmek istediğiniz seksiyonu bulmak için bayağı bir mesafe katetmeniz ve daha ilgilendiğiniz seksiyona ulaşamadan yorgunluk hissetmeye başlayıp, gördüğünüz eserlerin çokluğundan hazımsızlık çekmeye başlamanız işten bile değildi.

Sonunda, akıllıca bir çözüm bulundu. Bu çözümü Çinli mimar I.M.Pei mi buldu bilemiyorum ama, U formundaki Louvre Sarayı'nın önüne ve tam ortasına camdan bir piramit yaptılar. Bu piramitten içeri girerek istediğiniz seksiyonu bulup gezerek göz zevkinizi ve akıl dağarcığınızı zenginleştirebiliyor, kapatılan dört kapının önünde ‘‘Nereye girdim ben şimdi?’’ diye tereddüt geçirip aranmıyorsunuz. Her ne kadar Fransızlar bu piramidi sevmediklerini her vesile ile söylüyorlarsa da, bence hem çok pratik oldu hem de eski Louvre Sarayı ile yarışmayan ultra modern bir yapı geldi önüne oturdu. Aynı zamanda anlamı da çok büyüktü, zira oldukça zengin olan eski Mısır koleksiyonları Napoleon zamanında Mısır'dan talan edilmişti.

Şimdi, gelelim British Museum'a. Bu müze oldukça köhneleşmişti. İnsana keyif vermeyen bir karışıklık içindeydi, onlar da yenilemeye karar erdiler. Kaç senedir bu müzenin bir kısmı kapatılmıştı ve bir kubbe yapıldığı söyleniyordu. Herhalde Louvre'u taklit edip bunlar da önüne bir kubbe oturtacaklar diye düşünüyordum. İçerideki kütüphanenin kaldırılacağını da duyuyordum ve çok üzülüyordum. Zira 1823'te Kral Dördüncü George'un hediye ettiği 85 bin adet kitap, benim bayıldığım tarzdaki bir kütüphanede barınmaktaydı. Maalesef kütüphaneyi St. Pancras'ta yeni bir binaya taşıdılar ve bence bu müzenin adını yücelten, oldukça önemli bir bölüm ayrılmış oldu.

Müze, dört taraftan çevrilmiş bir binadan oluşuyordu. Bu hesaba göre ortasında da kocaman bir iç avlu varmış. İçerideyken buzlu camlar arkasındaki bu avluyu hiç fark edemiyorduk. Meğerse güneş görmediği için bahçesine bakamadıklarından hep böyle saklarlarmış. Ortasında da ‘‘reading room’’ dedikleri köhne, yuvarlak bir kütüphane dururmuş ve buraya içeriden bir koridorla geçilirmiş.

Bu ‘‘reading room’’u tamamen yıkmışlar ve daha da yükseltip genişleterek yeni, muhteşem bir yuvarlak bina yapmışlar. Şimdi ana kapıdan içeri girdiğinizde hemen karşınızda bu iç avluya çıkan kocaman kapıları bütün heybetiyle görüyorsunuz. Yuvarlak ve kubbeli ‘‘reading room’’ karşınıza bütün ihtişamı ile çıkıyor. Avlunun geri kalan kısımlarının üzerini de dalgalanarak giden camdan kubbeler altına almışlar. Yerler mermer, yuvarlak binanın dışına ve yan taraflarına kitap ve hediyelik eşya dükkánlarını yerleştirmişler. Geri kalan boşluklara da kahvehaneler ve dinlenme yerleri serpiştirilmiş. Bu avlunun dört bir tarafına kapılar açılmış ve muhtelif seksiyonlara bir noktadan daha kolayca ulaşılıyor. Yüz milyon pounda mal olan bu iş hem çok şık, hem de çok estetik bir çözümle müzedeki sirkülasyonu kolaylaştırmış.

Bir de bizim İmparatorluk Müzesi olan Arkeoloji Müzesi'nin köhneliğini düşündüm ve üzüldüm. ‘‘İnşallah bizim de bir gün böyle modern çözümlerle yenilenmiş müzemiz olur’’ diye dua ettim.

Eski kütüphaneyi ne yapacaklar anlayamadım ama içeride harıl harıl çalışıyorlardı. 2003 senesine yetiştireceklermiş zira 2003'te British Museum 250. senesini kutlayacakmış.
Yazının Devamını Oku

Kadınların zarafet anayasasını yazdı ama yapayalnızdı

17 Kasım 2002
<B>MEDYADA</B> anayasadan, babayasadan gırtlağımıza kadar doymuş ve boğulmuş vaziyetteyken ben sizlere kadınca anayasalardan ve Coco Chanel'den bahsetmek istiyorum. En azından diğer insanlara hürmeten, kendine çekidüzen vermeden evinden çıkan bir kadını anlayamamaktayım. Hem o gün kaderinizle bir buluşmanız olup olmadığını da bilemezsiniz ki, hiç değilse kaderinizin karşısına en güzel halinizle çıkınız.

Bana göre sadelik, hakiki zarafetin anahtarıdır.

Hakikaten iyi taşınan bir gündüz kıyafeti kalabalıkta hiç göze çarpmayan ve fakat seçkinlerin bulunduğu bir salona girildiğinde de bütün gözleri kendinde toplayandır.

Bütün erkeklerin birer çocuk olduğunu kabul eden bir kadın her şeyi biliyordur.

Yirmi yaşından sonra kendini beğenmek için aynaya bakan kadın aptaldır, zira sadece kusurlarını görür. Halbuki, güzellik cazibedir, zarafettir.

Evler güzel olabilir, ama asıl güzellik içinde yaşanan hayattadır.

Sevdiğim erkeğin sırtındaki ağırlığım bir kuşunkinden daha hafiftir.

Ellisinden sonra bir kadın şahsiyetini elde etmiş olmalıdır, zira modalar değişir ama tarzınız sizde kalır.

Kendi kendinden zevk almayan bir insan genellikle haklıdır.

Takılar sizin zengin görünmeniz için değildir. Sadece sizi süslemek için takılmalıdır.

Ben ilelebet bu dünyada kalmayacağım ama benim ruhum ve tarzım hep yaşayacak.

KORSEDEN KURTARDI

Coco Chanel'in yukarıda saydığım anayasaları bana çok kadınca gelir. Klası olan, havalı ve zorlamasız bir şıklığı kapsayan Chanel imzası, 21. yüzyıla bile damgasını vuruyor.

Chanel, erkeklerin dünyasında acımasız bir işkadını olmanın yanında, kadınların dünyasında tarzı ve stili ile tanınır. Kadınları korseden kurtarmış, rahat, spor ve genç kılıklarıyla moda dünyasında büyük aşama yapmıştır.

On iki yaşındayken annesi öldü, sokak satıcısı olan babası onu bir yetimhaneye verdi. Ergenlik çağlarında Moulin'de bir kız okuluna tahsili karşılığında hizmetkár olması için gönderildi. Yirmi yaşına geldiğinde gündüzleri bir terzinin yanına çıraklık ediyor, geceleri ise bir garnizonda şarkı söylüyordu. Orada zengin, asil bir piyade subayı ile tanıştı ve metresi oldu. Bu ilişki aşktan ziyade sınıf atlamak için kurulmuştu. İkinci aşığı Boy Capel adında karizmatik, zengin bir İngilizdi. Onu 1910'da Paris'e götürür, şapka işinde çalışan Balsan'ın yardımıyla, o zamanlar metreslere şapkacı dükkánı açma modasına uydular.

Egzantrik şapkalar yaratan Chanel, kendisine dar gelen bu dünyayı da aşarak 1913'te Deauville'de ilk moda mağazasını açtı. Kendisine de çok yakışan bütün spor, rahat ve genç gösteren kreasyonları kapışıldı.

Birinci Dünya Savaşı, kolay giyilen kıyafetleriyle onu daha da meşhur etmiş, 1919'da Paris'teki Rue Cambon'da meşhur modaevini açmıştı.

YALNIZLIK ZOR

Sevgilileri, Rusya'nın Grandük'ü Dimitri ve İngiltere'nin Westminister Dükü idi. Modaya bu ülkelerin etkisini de yansıttı.

İkinci Dünya Savaşı yıllarında atölyesini kapatmak zorunda kalan Chanel, Ritz Oteli'ne yerleşti ve bir Alman subayı ile aşk yaşamaya başladı. Ama bu ilişki sonunda casuslukla suçlanınca Fransa'yı terk etti ve dedikodular unutuluncaya kadar on sene İsviçre'de yaşadı. Fransa'ya, hükümetteki suç dosyasını dostları sayesinde yok ettirerek tekrar dönebildiği iddia edildi.

Hayatındaki en büyük trajedi ise hiç evlenmemesiydi.

Aşıklarından Boy Capel sosyal olarak çok hırslı olduğundan Coco'yla evlenmemişti. Rusya Grandük'ü çok kumar oynayıp sırtını Coco'ya dayamıştı. Westminister Dükü'nün ise bir varis sahibi olması gerekmekteydi ve Coco'nun çocuğu olmuyordu.

Coco Chanel her şeyden çok aşkın kuvvetine inanıyor ve hiçbir duygunun bir kadının daha da güzelleşmesine bu kadar yardımcı olmadığını söylüyordu. Estetik yaptıranlara duyurulur.

Ölümüne yakın, iş hayatındaki bütün başarısına rağmen yalnızdı. ‘‘Yalnız kalacağıma, şişman, kel kafalı bir adamla evli olmuş olmayı tercih ederdim’’ demişti.

İşte liberal, başarılı, cesur, zarif ve güzel bir kadının hayatı ama gene de yalnız. Her şeye sahip olsanız da, anlaşılan yalnız
Yazının Devamını Oku

Ayağım GS’a uğurlu gelmedi

10 Kasım 2002
Bu maç hayatımda gittiğim üçüncü maç oldu. Ama bundan sonra bir daha o stada gitmeyeceğim. Ayağım ne sandığa, ne de takımıma uğur getirdi. Acaba bizim diğer yazarlar gibi ben de Ak Parti'yi tutup, Fenerbahçeli mi olsam? Şaka, şaka, şaka. BU sene de göz açıp kapamadan ramazan geldi. Geçen ramazanı dün gibi hatırlarken gene oruç başladı. Zaman uçuyor, seneler geçiyor, bu zaman dediğimiz mefhum galiba yaşlar ilerledikçe daha da süretli geçiyor. Bugün ilk orucumu tuttum. İftarı ettikten sonra heyecanla Şükrü Saracaoğlu Stadı'ndaki Fenerbahçe-Galatasaray maçını izlemek üzere bazı Galatasaraylı ve Fenerbahçeli dostlarımı da yanıma alarak o güzelim stada gittik.

Televizyonda maç seyretmek çok enteresan değil. Statta bir maçı seyretmek ve o havayı teneffüs etmek bambaşka bir iş. Orada adrenalininiz yükseliyor ve o heyecana kapılıp ortama uyuyorsunuz. Tribünlerle birlikte sevinmek veya söylenmek bambaşka bir duygu. Ama bu sefer ben bir Galatasaraylı olarak tam anlamıyla hüsrana uğradım. Zira 6-0 yenildik. Zaten bu aralık hep hüsran çekiyorum. Sandıkta hüsrana uğradım, maçta başka bir hüsran yaşadım. Nedir benim çektiklerim bu aralık? Allah üçüncüsünden beni korusun diye dua etmekteyim.

Bu maç hayatımda gittiğim üçüncü maç oldu. Birincisi de zaten kırk sene evveldi. Geçen sene stadı görmeye gitmiştim ve hatta stadın mükemmelliğini anlatan bir de yazı yazmıştım. Ama o maç çok önemli bir maç değildi. Bu seferki bir derbi maçıydı ve önemliydi. İlk defa bir derbi maçı seyredecek ve medeni bir mekánda bu maçı izleyecektim. Bu arada bu maçta çok önemli bir noktayı gözlemledim. Biz Türkler her ne kadar demokratik bir seçim yapmış isek de, daha demokrat olamamışız. Zira Fenerbahçe Stadı'nda Galatasaraylı'ya yer yok, aynı vaziyet Ali Sami Yen'de de aynıymış. Yani Ali Sami Yen'deki bir Galatasaray-Fenerbahçe maçında da Fenerbahçeli'ye yer yokmuş. Bu ne biçim iştir anlayamadım. Bence her iki stadda da her iki takımın taraftarları maçları seyredebilmeli. İki takımın taraftarları yanyana oturabilmeli, kimi sevinirken öbürleri üzülmeli ve bütün bu adrenalin yükselten hisler bir arada yaşanabilmeli. Bu vaziyeti anlayamıyorum. Zaten bu ülkede benim anlayamadığım pek çok şey var ya, neyse tam anlayacağım bir zaman gelecek, o zaman da herhalde ben bu dünyayı terk etmiş olacağım.

Stadda Galatasaraylılara ufacık bir bölüm ayırmışlar. Gelenler kavga çıkarmışlar, ortalığı yakıp yıktıkları için tribünleri terk etmeleri istenmiş. Dolayısıyla Galatasaray taraftarları hiç yok gibiydi. Zaten karşı taraftarlar için ayrılmış olan bölüm o kadar ufak ki, olsalar da önemli değil. Maç başladı. Galatasaray çok kötü oynadı. Fenerbahçe'de de iş yoktu ama Galatasaraylılar o kadar kötü oynadılar ki, Fenerbahçe iyi bir takım olsaydı 10 gol bile atabilirdi.

İmparator Fatih Terim artık tahtından biraz aşağı inip de takımı biraz toparlasa çok iyi olacak. Koskoca Avrupa şampiyonu olmuş Galatasaray bu hale düşmemeliydi.

Bu maçta dikkatimi çeken başka bir olay ise bir pankart asılmasıydı. Hicap verici olan bu pankart gene bana demokrat olmadığımızı gösterdi. Pankart, Mesut Yılmaz'a hitaben yazılmıştı ve ‘‘Sandıktan Fenerbahçe çıktı’’ diyordu. Yani, Tayyip Erdoğan seçimi kaybettiği zaman da böyle bir pankart mı asılacak? Parti başkanlarının fanatikler gibi bir takım tutmaya hakları yok mu? Bu ne biçim demokrasi? Ayrıca beni çok sinir eden ve Türk olduğumdan utandıran başka bir olay da Fenerbahçelilerin Galatasaraylı futbolcuların üzerine pet bardakların içinde su atmaları... Saha pet bardaklarla doldu. Bunları da temizlemiyorlar. Bir futbolcunun ayağına takılsa, futbolcu rahatlıkla sakatlanabilir. Bu tür seyirci kitlesi o güzelim stada hiç yakışmıyor. Stat bu kadar güzel ve mükemmel olunca içindeki seyirci de ona göre olmalıydı.

Ankara Belediye Başkanımız İstanbul'a teşrif etmişler ve kendileri ıspanak renkli ceketiyle bitişik locada oturmaktaydı. Anlaşılan o da bir Fenerbahçe taraftarıydı.

Anlayacağınız, ilk iftardan sonra yaşadığım hüsran büyüktü. Bundan sonra bir daha o stada gitmeyeceğim. Ayağım uğurlu gelmedi. Ayağım ne sandığa, ne de takımıma uğur getirmedi. Yoksa acaba bizim diğer yazarlar gibi ben de Ak Parti'yi tutup, Fenerbahçeli mi olsam, ne dersiniz? Böylelikle biraz rahatlarım belki, kimbilir.

Şaka, şaka şaka... Son cümlem bir şakaydı. Böyle bir ramazan gününde haddimi çok iyi bilirim ve asla aşmamaya çalışırım. Zaten bizim dinimizde haddini bilmek en büyük ibadettir.

Bu vesileyle Galatasaray'a geçmiş olsun der, hayırlı ramazanlar dilerim.

Yazının Devamını Oku

Seçim yasaklarına uygun bir yazı yazdım

3 Kasım 2002
Yazılarım gazetede her ne kadar pazar günleri yayınlanıyorsa da, perşembe gecesinden bitirmek ve cuma sabahı gazeteye vermek zorundayım. Bu hafta, yasaklı bir hafta. Siyaset yazamayız. Sanki her hafta siyaset yazarmışım gibi, yasak ya, inadına canım siyaset yazmak istiyor. Aslında her ne kadar kaidelere uyan bir melek isem de, yasak olunca içimdeki şeytan beri rahatsız ediyor ve mütemadiyen bana bu yasakların saçma olduğunu her dakika hatırlatarak beni rayımdan çıkarmaya çalışıyor.

HAVADAN SUDAN BAHÇEDEN

Kendi seçtiğim konuları yazmakta serbestim ama gene de mesuliyetini taşıdığım koskoca bir yayın grubuna dahil olduğum için kaidelere uymam gerekiyor. Anlayacağınız içimdeki melekle şeytan birbirleriyle kavga ederlerken, hangisine uymam gerektiği hususunda beni ikileme düşürüp karakterimi zorluyorlar.

Tabiatıyla (Sn. Şükrü Elekdağ'ın kulakları çınlasın, bu kelimeyi çok kullanırlar) melek tarafım ağır bastı ve size havadan sudan bahsetmeye karar verdim.

Meteoroloji her ne kadar yağmurlu havalar maruz kalacağımız haberleri verdi ise de havalar çok güzel. Park etmiş arabalardan geri kalan kaldırımları bulabilirseniz yürüyüş yapmak için ideal bir mevsim yaşıyoruz. Yürürken bazı bahçelere bakarak sarmaşık yapraklarının rengine dikkat buyurmanızı rica edeceğim. İki türlü sarmaşık vardır: Çabuk üreyen ve her tarafı saran sarmaşık türleri ile yavaş üreyen ve yaz-kış yeşil kalan sarmaşık türleri. Çabuk üreyen sarmaşıklar kışın yapraklarını dökmeye hazırlanıyor ve renk değiştiriyorlar. Bu değişen renklere başanızı kaldırıp bakın, zira kırmızılara ve sarılara bürünen bu yapraklar bence tabiatın en dekoratif şeklini alıyorlar. Ruhunuzun bu renkleri hissedebildiğine ve gözlerinizin görebildiğine şükredersiniz ve Tanrı'ya bu en önemli duayı yaparken belki de Galatasaray'ı anarsınız.

Her yaratığın genci makbuldür. Ama bahçelerin ve şarabın yaşlısı daha makbul sayılıyor. Şarap hakkında bir laf edemeyeceğim, zira gazetemizdeki bütün yazarların derin şarap bilgilerine karşılık ben hiç mi hiç bu konudan anlamıyorum ama gördüğüm bahçelerin arasında yaşlı bahçeler en güzelleridir diyebilirim. Bilinçli yapılmış bahçeler beş duyuya hitap ederler. Görsel düzenlenenler göze, bol ağaçlı olup da kuşların barınmasına olanak verenler kulağa, mutfakta kullanılan otların yetiştiği bölümler dile, kokulu çiçeklerin olduğu bölümler buruna, sadece vazoya koymak için elinizle tutup da kopardığınız nebatlar ise dokunmaya hitap eder. Böyle bir bahçenin yaratılabilmesi için bayağı bir zamana ihtiyaç vardır.

Aslında benim burada yemek tarifleri vermem gerekirdi ama yemek pişirmesini maalesef bilmediğim için iyi bir dolma tarifi veremeyeceğimden dolayı özür dilerim. Sadece ‘‘zeytinyağlı dolmaların soğanı ne kadar bol olursa o kadar lezzetli olurlar’’ diye bir bilgiye sahibim. Etli dolmalar körpe asma yapraklarından, pazıdan ve aynı zamanda dut yaprağından da sarılırlar. Dut yaprağını muhakkak bir deneyin, fevkalade lezzetli oluyor.

Çok romantik olduğum için mehtaplı geceleri çok sever ve hep kocamla paylaşmaya çalışırdım ama çok realist olan kocam bana ‘‘Bir tekerlek kaşar peynirine bakıp bakıp ne anlıyorsun? Üstüne üstlük astronot Armstrong'un oradaki ayak izlerine bakmanın hiçbir alemi de yok’’ deyip romantik tarafımı da hafif öldürdü. Dolayısıyla yarı realist bir mahluk olarak kaldım.

SAÇMASAPAN YASAKLAR

Hiç bugüne kadar böyle karışık bir ortamda seçime gidildiğini hatırlamıyorum. Dolayısıyla aklım sadece bu seçimden çıkacak olan neticelere yoğunlaşmış durumda. Bu yüzden de başka bir konu hakkında yazı yazmak içimden gelmiyor.

Böyle saçma sapan yasakların bulunduğu bir ortamda daha başka bir konu yazamıyorum.

Ne yalan söyleyeyim, bu seçimlerin sonucunu heyecanla ve endişeyle bekliyorum. Pazartesi günü Türkiye'nin akıbeti belli olacak. Hakkımızda hayırlısı olsun.
Yazının Devamını Oku