Oğuz Aral

İki köşe yazarı

4 Nisan 2004
Çetin, belki de yaşamında ilk kez hiç konuşmadan iki kadeh rakıyı üst üste devirdi. Bu suskunluk hiç hayra alamet değildi. Derdini üçüncü soruşumdan sonra,<br><br><B>‘Artık okunmuyorum!’</B> dedi. ‘Ne yapalım, herkesin bir modası var. Ben de okunduğumu sanmıyorum. Son okur mektubumu bir ay önce aldım.’

‘Ama Yayın Müdürü geçen gün bana, Çetin Bey dedi.’

‘Ne var bunda, kibar adammış.’

‘Yıllarca Çetin Ağabey diye yırtınan adam durup dururken ne diye bey diyor?’

‘Ne diye diyor?’

‘Araya bey lafıyla resmiyet sokuyor. Çünkü yakında beni gazeteden atacak. Ama söylentilere bakılırsa seni benden önce atacak!’

Öyle bir ‘Yok yahuu!’ çekip zıplamışım ki, ortamızdaki masa zangırdadı. Meze tabakları birbirine çarptı.

Çetin’le aynı gazetenin ayrı köşe yazarlarıydık. Ve halimizden memnunduk. O köşeleri ele geçirmek için ne savaşlar verip ne taklalar atmıştık. İşe muhabirlikten başlayıp köşe yazarı olmak ne demektir bilir misiniz? Vallahi bir mahalle muhtarının bakan olması bile daha kolaydır. Bu kez efkár sırası bana gelmişti. Bu yaştan sonra Babıali’de iş arayacak ne halim, ne mecalim vardı. Çetin’in durumu benden de beterdi. Evlenip ayrılmayı spor haline getirdiği gibi, bakıp beslemesi gereken bir sürü çocuğu vardı.

Çetin’i çok severdim. Gençliğimizden beri Babıali’de derdimizi ve simitimizi paylaşmıştık. Kardeş gibi birbirimize hep arka çıkmıştık.

‘Vuruşmadan çekilmek yok!’ diye kükredim.

‘Ne yapacağız ki?’

‘En çok okunan köşe yazarları olacağız.’

‘Nasıl olacağız? Bütün fikirlerimi yüzlerce kere yazdım. Bütün esprilerimi yüzlerce kere patlattım. Hatta fıkra kitaplarından fıkra bile yürüttüm. Okurlar artık bizi ezberledi oğlum!’

Tam o sırada meyhanenin önünde kavga çıktı. Tüm meyhane halkı huryaa deyip sokağa fırladık ve çember olup kavga dövüş birbirini paralayan iki salağı seyre durduk. Hatta içimizden,

‘Kafa at lan!..’

‘Mideye çalış!..’

‘Karate yap be karate!’
diye tepişenler akıl öğretenler bile çıktı.

‘Şu bizim milletteki dövüş seyretme merakını gördün mü?’

‘Gördüm, ne olacak?’

‘Biz de dövüşeceğiz ve millet de bizi okuyacak. Tabii bu, şike bir dövüş olacak. Yani, danışıklı dövüş... Sen köşende bana giydireceksin, ben köşemde seni taştan taşa çarpacağım... Okur milleti de bizim dövüşümüzü okurken ağızlarından keyifli salyalar dökecek!..’

*

‘Sevgili arkadaşım ve köşe yazarı komşum Çetin dünkü yazısında, hükümetin ekonomik politikasını eleştirmiş. Merkez Bankası’nın dolara müdahalesini yersiz ve zamansız bulmuş. Bu sözleri okuyunca insanın gülesi geliyor.

Sayın Çetin hangi ekonomi bilgisiyle bu fetvayı veriyor? Benim bildiğim Çetin, aybaşını bile zor getiren, hesaptan kitaptan habersiz bir garibandır. Cebindeki paradan haberi olmayan birinin hükümete akıl vermesi, bana çok komik geliyor.’

*

‘Gazetemizin arka sayfalarındaki sayın köşe yazarı Oğuz, dün benim ekonomiden anlamadığımı yazmak cüretinde bulunmuş. Ben bu ekonomik fikirlerimi büyük ekonomi felsefecisi Adam Smith’e dayanarak yazdım. Oğuz acaba hayatında Adam Smith’ten tek satır okumuş mudur? Tabii ki hayır!.. Agatha Christie gibi kıytırık polisiye roman okumaktan, bilimsel bir kitap okumaya vakit kalır mı? Beni hesap bilmemekle suçlayan adam, önce bana olan 30 milyon borcunu öder. Neredeyse bir yıl oldu yahu!.. Üstelik o sırada dolar 900 bin liraydı.’

*

‘Sayın köşe yazarı Çetin, her çaresiz ve perişan kalan yazar gibi işi şahsiyata dökmüş. Benim ekonomik tezlerime bilimsel bir yanıt bulamayınca eski defterleri karıştırıp benim ona 30 milyon borcum olduğunu yazmış. İnsan biraz utanır bee!.. Boğaz’da Parodi restorandaki yemek hesabını kim ödedi?.. Hele bana kakaladığın son karın ve kayınvalidenle geldiğin Sivis Otel’deki ziyafet bana kaça patladı haberin var mı? Kredi kartı borcumu senin yüzünden hálá kapatamadım. Ama köşe yazarlığının namusu nedeniyle ben bunlardan söz etmek istemiyorum. Paranı en kısa zamanda göndereceğim. Para senin olsun, yazarlığın namusu bana yeter!’

*

‘Oğuz diye kaza ile yazar olmuş biri, dün bizim gazetede köşe yazarlığının namusundan söz etmiş. Bunları yazarken belki de çarpılmıştır. Çünkü, bu sözleri duyunca Nadir Nadi, Peyami Safa, Va-Nu gibi köşe yazarlarının kemikleri kıkırdamış, belki de yattıkları yerden nefretle doğrulmuşlardır. Demek ki köşe yazarlığının tele-volesi de böyle oluyormuş. TÜHH!..’

*

Patlıcan kızartmaya hamle eden Çetin’in gözlerinin içi gülüyordu.

‘Haberin var mı? Yayın Yönetmeni bana tekrar Çetin Ağabey demeye başladı. Çünkü gazetenin satışı patladı.’

‘Ben de iki gazeteden transfer teklifi aldım. Hem de dolarla... Ama bizim yönetmen teklifleri duymuş, maaşıma yüzde 300 zam yapınca gık diyemeyip bizim gazetede kaldım.’

‘Vay alçaklar, bana yüzde 200 zam yaptılardı.’

‘Dellenme de şükret... Senin maaşın benden fazlaydı zaten!.. Haydi kavgamızın şerefine Çetin’ciğim.’

‘Polemiğimize ve kavgamıza Oğuz’cuğum.’

‘Tırring!..’

*

‘Ey patron emriyle başbakan kuyruğunda dolaşan yazıcı!.. Sana artık yazar bile diyemiyorum. Ey Çetin!.. Pirimiz Sedat Simavi ‘Kalemini kır ama satma’ demişti ya... Sen kalemini değil, donunu bile sattın. O plastik kalemini al da münasip bir tarafına dühul eyle!.. 30 yıl yazı yazdın, sonunda ola ola da patronun iş takipçisi oldun. Zaten evlenmeden de hiçbir karıyı beceremiyordun. Sen kompleksli birisin dangalak!.. Kamışına hakim olamayan, kalemine de hakim olamaz!..’

*

‘Ey vatan haini Oğuz!..

Fidan gibi delikanlılar PKK ile dövüşüp şehit olurken, sen Boğaz’a nazır apartmanında 12 yıllık Bileyk Leybıl viskini keyifle yudumluyordun. Ülkenin minik yavruları çöplüklerde ekmek ararken sen İstanbul’da yeni açılan İtalyan lokantalarında Makaroni Bolonez ve Tramisu zıkkımlanıyordun!.. Ya Alman turistten olan gayrimeşru çocuğuna ne demeli?.. Kadın hálá çocuğun babasının sen olduğunu ispatlamak için Dışişleri Bakanlığı’nda kapı aşındırıyor hıyar!..’

*

Çetin,

‘Bodrum’da yeni bir yazlık aldım. Onun şerefine!..’ deyip rakısını kaldırdı. Ben de onun gözüne bir sağ kroşe vurdum:

‘Ulan alçak, ben ne zaman İtalyan lokantasına gittim?’ dedim. O da kalkıp,

‘Ne yapayım gitseydin’ deyip altındaki sandalyeyi kafama geçirdi. Sonra ben onun midesine en sıkı aparkatımı vururken kafama inen rakı şişesini görmediğimi fark ettim.

‘İş takipçisi!..’

‘MİT ajanı!..’

‘Namus düşmanı!..’

Hastanede gözlerimi açtığım zaman ilk sorum Çetin oldu. Çetin’de çok fazla hasar yokmuş. Sadece burnu kırılmış ve iki dişini kaybetmiş. Herif ufak tefekti ama yaman dövüşçüydü. İkimizi de aynı hastaneye yatırdıkları için Çetin odama ziyarete geldi.

‘Ah be, bu geceki kavgayı çeken bir TV kanalı olsaydı, köşeyi dönmüştük.’

‘Çekmişler, hatta bu gece oynatacaklarmış.’

‘Yarın en ünlü köşe yazarları biz olacağız.’

‘Hayır, yarın en ünlü işsiz köşe yazarları biz olacağız, çünkü patron bizi işten atmış!..’

Çetin’in morarmış gözüne bakıp,

‘Gel Türkiye’yi yine kurtaralım!..’ dedim.
Yazının Devamını Oku

Artık değişmek istiyorum

28 Mart 2004
Sabah yüzümü yıkarken aynadaki gözaltları torbalanmış, kırışık suratlı ve kırık burunlu adama bezginlikle baktım. Artık ondan sıkılmıştım. Sadece ondan değil, her şeyden sıkılmıştım. Aynı odada uyanıp, aynı tuvalette yüz yıkayıp, aynada aynı suratı seyredip, aynı ocakta çay pişirerek aynı güne başlamaktan gına gelmişti. Bütün günüm de hep aynı işleri yapıp, aynı kişileri görüp, aynı lafları konuşmakla geçiyordu zaten. Salının cumadan farkı yoktu. Hangi ayda ya da hangi yılda olduğu benim için fark etmiyordu artık. Belki de sizler gibi...

*

Gazetelerimi almak için caddeye çıktım. Büfeci Salih her zamanki gibi günlük sigaralarımı ve gazetelerimi hazırlamıştı.

‘‘Artık Malboro layt istemiyorum. Sen bana uzun Maltepe ver. Bunların yerine de Akşam, Takvim ve Star gazetelerini istiyorum’’ dedim. Salih yıllardır ilk kez,

‘‘Ne olacak bu memleketin hali be abi?’’ diyemedi. Hiç konuşmadan istediklerimi çıkarıp verdi. Suratındaki şaşkınlığı görmezden geldim.

Dönüşte eczaneye uğrayıp sarı saç boyası aldım. Eve gelince banyoya gidip önce 48 yıllık bıyıklarımı kestim. Sonra da kafamda bana sadık kalıp dökülmemiş olan saçlarımı sarıya boyadım. Aynaya bakarken aybaşında maaş alınca gözlerim için de mavi lens almaya karar verdim. İnatçı göğüs kıllarım boya tutmadı, ben de onları jiletle kazıdım.

Karyolayı söküp mutfakta yeniden kurmak çok vaktimi aldı. Çok yorulmuş, dilim damağıma yapışmıştı. Canım yine demli bir çay çekti. Hemen bir neskafe pişirip içtim, artık çaya paydos! Bundan böyle yatak odasında değil, mutfakta yatacaktım. Uyurken çarpmayayım diye tezgáhtaki tencere ve tavaları da yatak odasına taşıdım. Sonra kapıcı Yusuf'a boya aldırıp bej ve açık mavi olan evimin duvarlarını mor ve sarıya boyadım. Boya faslı üç günde bitti ama ben de bittim. Belim, bıkınım tutmaz oldu. Gidip mutfaktaki karyolama yattım. Mutfakta yatmanın bazı yararları varmış meğerse. Rakınızı doldurmak ya da gece yarısı su içmek için sıcacık yatağınızdan kalkıp koridora geçerek mutfağa gitmek zorunda kalmıyorsunuz.

*

Sokağa çıkmak için giyindim. Sonra vazgeçip soyundum. Çünkü, giydiklerim yıllardır giydiklerimdi. Onların yerine oğlumun dağcı Mahruki elbiselerine benzeyen içi müflonlu haşır huşur sentetik pantolon ve anoraklarını sırtıma geçirip sokağa çıktım ve yanımdan geçen ilk kadına,

‘‘Yesinler seni yavruuum!’’ diye laf attım. Kadın zınk diye durup bana baktı. Yaşı bana yakındı. Üstelik tesüttürlüydü de.

‘‘Sen ne dedin?’’

‘‘Yesinler seni yavrum
dedim.’’

‘‘Ağzında doğru dürüst diş kalmamış. Bu protezinle beni mi yiyeceksin moruk?’’

‘‘Kusura bakmayın hanımefendi, ben yaşamımda büyük bir değişiklik yapıyorum. Ömrümde kimseye laf atmadımdı. Değişiklik icabı bir hatuna laf atayım dedim, o da size rastladı. Aslında vallahi kötü bir niyetim yoktu.’’

Yaşlıca hanım yüzüme öfkeyle bakarken birden gülmeye başladı.

‘‘Hayatında değişiklik istiyorsan, önce niyetini değiştir avanak’’ deyip yürüdü gitti. Yürürken geniş kalçalarını hafifçe sallıyor gibi geldi bana.

*

Kılık kıyafetime ve bıyıksız sarı suratıma bakan koruma görevlileri beni gazeteye sokmak istemediler. Ama yarım saate kalmadan onlara ben olduğumu ve yaşamımı değiştirdiğimi ispatlayıp zar zor içeriye girdim.

Genel Yayın Yönetmeni'me,

‘‘Ben bundan sonra bu gazetede karikatürcü ve yazar olarak çalışmıyorum. Artık ben bir foto muhabiriyim’’ dedim. İnandırıcı olmak için de yolda gelirken çektiğim sokak itleri ve kuş resimleriyle dolu film rulosunu masasına koydum. Boynuma taktığım Milattan Önce imal edilmiş bir Kodak Retina 2 makinesine de iki şapşap attım. Böylece benim kamerası kendinden dahi bir gazete fotoğrafçısı olduğumu anlamasını sağladım. Yayın Yönetmenim,

‘‘Ah ne iyi ettiniz de meslek değiştirdiniz. Bizim de tam bu sıralarda bir fotoğraf muhabirine ihtiyacımız vardı’’ dedi. Sonra odasından hızla çıkıp gitti.

*

Gazetenin barında barmen Fikret'in getirdiği rakıya bozulup,

‘‘Sen benim rakıyı değiştirip votka içmeye başladığımı bilmiyor musun?’’ diye hırladım.

Kanat'ı yakalayınca,

‘‘Reymınd Çentlır, Deşyıl Hemıt'a beş basar!’’ dedim.

Kanat delikanlı çocuk. Deşyıl Hemıt'ına laf kondurtmaz.

‘‘Teessüf ederim ağabey, hani sen de Deşyıl Hemıt'çıydın.’’

‘‘Ohho, o eskidendi oğlum. Ben artık Reymınd Çentlır'ı tutuyorum’’
dedim. Bu iki adam da birer Amerikan dedektif romanı yazarıdır.

‘‘Ama Çentlır sağcıdır.’’ Sağcı sözünü duyunca bizim haber müdürü Reha'nın kulakları dikildi.

‘‘Benim bildiğim Oğuz Ağabey sağcı hiçbir şeyi tutamaz!’’ dedi.

‘‘Ben artık değiştim Reha. Marks da sağcının tekiydi ve hizmetçisine sulanıyordu.’’

Reha bana küskün küskün baktı, rakı bardağını alıp başka bir masaya gitti. Ben de hiç oralı olmadım. Çünkü artık değişmiştim.

*

Eve gelip salon camlarının karşısında görünen manzaranın benim gibi değişmediğini görünce canım sıkıldı. Kız Kulesi ve Polat İnşaat'ın diktiği kule yine yerli yerinde duruyordu. Sarı renkli saçlarım, bıyıksız suratım, mutfaktaki karyolam ve sağcı olmak beni yeterince değiştirmemişti. Oysa ben yaşamımın kalan kısmını değişmiş olarak yaşamak istiyordum.

Hemen ertesi günü yok pahasına dairemi sattım. Coğrafyamı da değiştirmeliydim.

Gidip bir köyde yaşamaya başladım. Artık hem ben hem çevre değişikti. Müezzin bile ezanı Mecidiyeköy'de değişik okuyordu. Zaten onun hoparlörü bozuk olduğu için ezanın yarısından fazlası elektronik düdükler arasında duyulmuyordu.

En büyük değişiklik olarak köydeki herkes mutluydu. Kimsenin çantası kapkaçlanmıyordu, kimsenin evi soyulmuyordu. Trafik kazası bile olmuyordu. Çünkü, köyde kasabaya giden bir tek eski minibüs vardı. Onu da 20 yıllık şoför Hüsmen Dayı 40 kilometrelik hızla kullanıyordu. Minibüs zaten daha fazla gidemiyordu.

Ama gözüm ister istemez bir gece köy kahvesindeki televizyona takıldı. Önce Tayyip Erdoğan, ardından Deniz Baykal göründü. Derken üç-beş adet trafik kazası izledim. Sonra devleti hortumlama haberleri başladı. Ardından da televizyon röportajcısı mikrofonu gözleri börtlemiş, sıskacık ve sefil giyimli birinin burnuna tuttu. Çünkü herifin suratı sırf burun ve bıyıktı. Adam,

‘‘Hükümet uyuyo muuu, ben bu asgari ücret inen 14 çocuğumu nasıl geçindiriceem?’’ diye ünülüyordu.

*

Eve gelip saçlarımı tekrar kahverengiye boyadım. Tıraş oldum ama bıyık kısmıma dokunmadım. Birkaç hafta içinde eski bıyıklarıma nasıl olsa kavuşurdum. Kendime bir çay demlerken,

‘‘Bunları değiştirmeden sen hayatını değiştirmeyi nasıl becerebilirsin?’’ diye homurdanmaya başladım.

Sabah, balkondaki kutuda sığırcık yavrularının yine cikcikleriyle uyandım. Verdiğim günlük yemlerine bu kez boşverip uçup gittiler. Çünkü, değişmişlerdi. Yavruluktan kuşluğa terfi etmişlerdi. Arkalarından uçmayı, yedinci kattan gözüm yemedi. Onlara,

‘‘Ciyyuk!’’, yani ‘‘Sizin kadar bile olamadım’’ diye seslendim.
Yazının Devamını Oku

Türkler her şeyi bilir

21 Mart 2004
Bir İstanbul çocuğu olarak artık kırık dökük de olsa İstanbul’un bana bırakılan birkaç güzel yerlerinden biri de Sahaflar Çarşısı’dır. Orada eski yeni bütün kitaplar satılır(dı... Şimdi fazla turistik oldu.) Anadolu’da yaşayan okurlarım için yerini söyleyeyim. Bir yanı Kapalıçarşı bir yanı Beyazıt’tır. İstanbul Üniversitesi öğrencilerinin nefeslendiği eski Çınaraltı’na bitişiktir. Yani İstanbul’un Beyoğlu gibi tarihi bir merkezidir. Bana da yılda birkaç kez Sahaflar özlemi basar. Başıma gelecekleri göze alıp Sahaflar’a uğrarım.

Bindiğim taksinin şoförüne,

‘Sahaflar Çarşısı’na gidiyoruz’ dedim.

‘Emrin olur abicim. İstersen radyoyu kapatayım.’

Bir adam taksinin radyosunda inim inim inliyordu. Ama delikanlının keyfini kaçırmak istemedim.

‘Sesini kıs yeter.’

‘Bu söyleyen Müslüm Abimiz. Eskiden halk müziği okurdu. Bağlama da çalar haa... Aşık olunca kendini arabeske vurdu. Biliyorsun Muhterem Nur yengemize aşık oldu. Muhterem Nur yengemiz, zamanının öyle bir sinema starıydı ki Meltem Cumbul yanında kaç para!.. Sonra barlara düştüydü de Müslüm Abim çekip aldı. Sinema dünyası böyledir işte. Ama Türkán Şoray ablamıza bu yapılan reva mıydı? Sen ömür boyu sinemada uğraş didin, Rüçhan Adlı eniştemizin yıllarca kahrını çek, yüzlerce filme karşı altı üstü Boğaz’da bir villa sahibi ol. Onu da eniştemizin çocukları elinden alsınlar! Sen söyle be abicim, bu namkörlük değil de nedir?’

‘Vallahi bu anlattıklarından hiç haberim yok. Ama herhalde nankörlüktür.’

‘Tabii ki namkörlüktür. Ama namkörlüğün kralını Ali Şen Oğuz’la Aykut’a yapmıştı. Çocukların günahı o yıl, Fener’i şampiyon yapmaktı. Ama Aykut sonra ne yaptı?’

‘Ne yaptı?’

‘Gitti, İstanbulspor’un antrenörü oldu. Ve, Fener’in ünlü Daum’una 3 çekti.’

‘Vay canına, aferin çocuğa.’

‘Senin haberin yok muydu be abi. Sen hiç spor sayfası okumuyor musun?’

‘Arada bir okuyorum ama pek bir şey anlamıyorum. Örneğin, tandem ne demek? 3-4-3 veya 4-4-2 ne demek bir türlü anlayamıyorum.’

‘Sen epeyce cahil kalmışsın abi. Fatih Terim imparatorumuz bir zamanlar Gassaray’ı tandemsiz oynattığı için yıllarca şampiyon olmadı mı?’

‘Eee, şimdi ne oldu?’

‘Tabii Hıncal Abimizi dinlemedi.’

‘Ama Daum, Can Bartu’nun dediğini bir bir yerine getirdi.’

Kabataş’ı geçerken şoförün sertçe vites değiştirmesinden Beşiktaşlı olduğunu anladım. Ama şu sıralarda belli etmek istemiyordu herhalde. Konuyu,

‘Çok yanlış yapıyorlar çook!’ diye değiştirdi.

‘Kimler?’

‘Tabii, hükümet.’

‘Ne yapsalardı?’

‘Önce yurtdışına para kaçışını önleyeceklerdi. Bankana gidiyorsun, benim 10 milyon dolarımı fişmekán gavur bankasına gönder diyorsun. Banka da hay hay deyip kayıtsız kuyutsuz dolarları gavuristana postalıyor. Burası dingonun ahırı mı be!’

Dolar sözcüğünü duyunca, her Türk gibi ben de kulaklarımı diktim. Kara kuru ve yaşı belli olmayan şoförüm haklıydı vallahi. Küçük bir bakkal dükkánı açabilmek için 20 belge, 30 izin kağıdı soruyorlardı. Ama yurtdışına milyonlarca dolar gönderenden şoför ehliyeti bile soran yoktu. Vallahi benim şoför bu işleri TV ekonomistlerinden daha iyi biliyordu.

‘Dünyada dolar düşerken bizde nasıl yükseliyor haa! Biz uzaydaki bir ülke miyiz abicim? Aslında doları devlet yükseltiyor.’

‘Devlet doları niye yükseltsin yahu?’

‘Türk Lirası’yla olan iç borçlarını küçültmek için.’

‘Ya dolarla olan dış borçların ne olacak?’

‘Onları zaten ödemiyorlar ki... Hababam yenisini alıyorlar.’

Dayanamayıp sordum:

‘Sen hangi okulu bitirdin?’

‘İlkokulu bitirdim, ortaokulu da 2’den terk ettim.’

O sırada kahrolası kramplarımdan biri kasıktan sol bacağıma saplandı. Koç’un taksi niyetine imal ettiği arabalar bende hep kramp yapar. Herhalde ıhlayıp suratımı ekşitmiş olacağım ki şoförüm meraklanıp sordu:

‘Geçmiş olsun bir rahatsızlığın mı var abi?’

‘Arada bir kramp saplanıyor, boşver az sonra geçer.’

‘Ne ilaç kullanıyorsun?’

‘Kalsiyumlu, magnezyumlu, vitaminli bazı ilaçlar... Biraz da ağrı kesici... Aslında ihtiyarlığın ilacı yok.’

‘Sen o ilaçların topunu kaldırıp at. Arpa lapası yapıp içine kafuru karıştır. Biraz da rakıda eritilmiş Urfa’nın isot biberini kat. Ağrıyan yerlerine sarıp sarmala. Üç gün sonra Salome’den hızlı koşmazsan bana da Kazım demesinler.’

‘Salome kim?’

‘Aaa bilmiyor musun?’

‘Bilmiyorum.’

‘Salome bu yılın en sürprizli safkan kısrağıdır. Bana göre çim koşularında üstüne yoktur. Bir koy 21 al.’

‘Atlardan da anlıyorsun galiba.’

‘Pek değil. Ben asıl yağlı güleşten anlarım. Ahmet Taşçı’da doping çıktıktan sonra Kırkpınar bitti sayılır.’

O sırada Galata Köprüsü’nden geçiyorduk. Birden burnuma ızgara balık kokusu çarptı. Herhalde sandalda balık-ekmek satıyorlardı.

‘Bunlar balık pişirmeyi bilmez. Güzelim palamudu takoz kesip kızartırlar. Oysa palamuttan harika şiş olur. Tabii biraz yağlı olacak... Kılıç şiş yapar gibi lokmaların arasına da defne yaprağı, limon ve yeşil biber dizeceksin. Ama benim Tayyip’ten pek umudum yok.’

‘Şimdi durup dururken Tayyip de nereden çıktı? Palamutla Tayyip’in ne ilgisi var?’

‘Çok ilgisi var. İkisi de taklitçi abicim. Palamut balığı torik taklidi yapıp lakerda oluyor. Tayyip, laik taklidi yapıp sonra da ne kadar eski Faziletli ve dinci milletvekili varsa partisine dolduruyor. Ha torik, ha Tayyip!’

Ben Tayyip Erdoğan’ın lakerda halini düşünürken Kazım,

‘Askerin vakti yavaş yavaş geliyor. Bu partiler demokrasi dümeniyle bize hálá bu üçkağıtçılığı zorlatmaya devam ederlerse yine dayak yiyecekler. Ama onlar onca asker dayağından sonra dayak arsızı oldukları için bir yolunu bulup hacıyatmaz gibi yine dikilip iktidara gelirler.’

Vay canına, koyun yerine koyulan sıradan vatandaşlarımızdaki bu bilgi ve görüşler, meğer değme köşe yazarlarımızda yokmuş da benim de bundan haberim yokmuş. Ben ulusumuzun görmüş geçirmiş bilgeliğini, öngörüsünü uzun uzun düşünürken Kazım,

‘Geldik abicim’ dedi.

Arabanın penceresinden baktım. Etrafta bol bol market, giysi dükkánı, hatta mobilyacı bile vardı. Ama kitapçı yoktu. Kazım’la muhabbete daldığım için geçtiğimiz yollara pek dikkat etmemiştim.

‘Nereye geldik?’

‘Sahaflar Çarşısı’na.’

Birkaç yıl o çevrede yaşadığım için çarşıyı hemen tanıdım.

‘Lan burası Sahaflar Çarşısı değil, Yeşilköy Çarşısı! Aralarında en az 15 kilometre var!’

‘Ne bileyim be abicim. Ben karşının şoförüyüm.’

‘Muhterem Nur’u, Hıncal abimizi, bacak ilacını, torik şişi ve memleketin nasıl kurtarılacağını öğreneceğine, kendi işini öğrensene hıyar!’
diye dellenip Kazım’ın arabasından indim. Herif her şeyi biliyordu ama, her Türk gibi kendi işini bilmiyordu. Ben Sahaflar Çarşısı’nın yerini bilen bir şoför ararken o arkamda,

‘Arpa lapası ılık olmalı abi’ diye sesleniyordu.
Yazının Devamını Oku

Yalnız carettaları değil, koltuk meyhanelerini de koruyun

14 Mart 2004
İçmeye 50’sinden sonra başladığımdan arayı kapatmak için çok uğraştım. En çok da koltuk meyhanelerinde içmeyi sevdim. Fakat şimdi kenarda kıyıda kalmış plastik koltuk meyhanelerini bacanak tipi, midye tavalı birahanelerle asla karıştırmayın.

Bizim koltuk meyhanelerinin İngiltere’deki karşılığı pap’lardır. İngilizce (pub) yazılıyor. Londra’da 400 yıllık pap’lara rastlayabilirsiniz. Tahta sandalyelerinin oturak yerleri yüzlerce yıldır oturulmaktan aşına-oyula insan mabadının girintili biçimini almıştır.

Fakat zagonunu bilmediğiniz yerlerde içmenin de bazı sakıncaları oluyor. Bir gece tezgáhta (yani barda) içen 6 İngilizle yarenlik edip dostluk kurmuştuk. Birbirlerini tanımadıkları için asla konuşmayan İngilizler, benim yüzümden muhabbete dalıp can ciğer arkadaş bile olmuşlardı. Kafayı bulup gitmeye hazırlanırken Türk’ün cömertliğini göstermek için altısına da Skoç viski ısmarladım. Garipler, ekonomik olsun diye ha babam bira içiyorlardı. Tezgáhta bir an zifir gibi bir sessizlik oldu. Bir düzine göz bana nefretle baktı. Sonra da içkim bitince önüme viski gelmeye başladı. Barmene,

‘Artık verme içemem’ dedimse de, önüme yine bir bardak viski koydu.

‘Olmaz, şimdi herkesin ikramını içmelisiniz. Çünkü raundu siz başlattınız!’ dedi.

O gece otele nasıl döndüğümü hatırlayamıyorum. Aslında döndüğümden de emin değilim.

*

Bir Alman knaypesinde başıma daha da beteri geldiydi. Almanya’da pab’a knaype diyorlar. Aybaşlarında birçok kadın knaype kapısında nöbet tutar. O gün aylık almış olan kocalarını knaypeye girmeden enseleyip ellerinden paralarını alırlar ve sadece çakırkeyif olabilecekleri kadar harçlık bırakırlar. Yoksa bir Alman işçisi, aybaşında maaşının dörtte birini knaypede harcayabilir.

Almanya’da bir Avrupa Evi’nde verdiğim bir konferanstan sonra yakındaki köyün tıklım tıkış dolu knaypesine gitmiştim. Tezgáhın üzerinde küçük bir gong ve küçük bir tokmak vardı. Bir ara içkim tükendi. Barmen de tezgáhın öbür ucundaydı.

‘Şu Alman milleti ne akıllı millet yahu! Ciyak ciyak barmen çağırmaktan adamı kurtarmak için tezgáha gong koymuşlar’ deyip gongu tokmakladım. Knaypede önce bir sessizlik oldu ve ardından bir alkış patladı. Bana çevirmenlik yapan Metin,

‘Aman abi ne yaptın!’ dedi.

‘Ne yaptım?’

‘Gonga vurarak knaypede bulunan herkese içki ısmarlamış oldun!’

Metin’cik barmene benim yabancı olduğum için oranın geleneklerini bilmediğimi ve gonga yanlışlıkla vurduğumu anlatmak için yırtındı durdu. Ama herif,

‘Bin yıllık geleneklerimizi bir yabancı için bozamayız!’ deyip meyhane halkına benim avanak cebimden arı gibi içki servisine başladı. Allah’tan o gece knaype tenha imiş. Sadece 36 kişi var imiş. Üstelik Alman milleti İngilizler gibi raunttan anlamıyor. İçen devam ediyor, ‘Grüsgot avfviderseyn’ deyip gidiyor.

*

Ama yalnız bizde değil, Avrupa’da da koltuk meyhaneleri bozuluyor. Duvarlarda 18. yüzyılın karikatürleri asılı. Londra Leystır Skueyr’daki pabıma son gidişimde ciyak ciyak ve güm-bamlı bir pop müziği kulaklarıma cinsel tacizde bulunduydu. Türkiye’yi bitirdiğim için İngiltere’yi de kurtarmaya kararlıydım. Beni yarı yürütüp yarı sırtlayıp taksi durağına götüren İrlandalı arkadaşım barmen Con emekli olduğundan yerine bakan küpesi güzel sarı delikanlıya sesimi duyurabilmek için,

‘Bu patırtı da neyin nesi? İçki mi içiyoruz, dayak mı yiyoruz!’ diye höykürdüm. Sarı da bana, Trafalgar Meydanı’ndaki üstü güvercin kakalı Amiral Nelson heykeline bakar gibi bakıp,

‘Ne yapalım sör, sizin kuşak ya emekli oldu ya da öldü. Yeni müşteriler artık bu müziği istiyorlar’ dedi. Gerçekten de paptaki tek moruk bendim.

‘Bir duble Skoç daha ver. Ama bu sefer sek olsun’ dedim.

*

Koltuk meyhaneleri birbirini tanımayan ve genellikle bir daha da görmeyecek insanların muhabbet mekánıdır. Bazen Hıristiyan kiliselerindeki günah çıkarma hücrelerinin, bazen de bir psikiyatr muayenehanesinin yerini tutarlar. Koltuk meyhanesi tektekçileri, size babasına bile söyleyemeyeceği sırlarını açarlar. Hele benim gibi insanların öykülerini öğrenme merakınız varsa, her muhabbette keyifli bir roman okumuş gibi olursunuz.

O gece, İsmail’in koltuk meyhanesindeki dirsek arkadaşımın adı Seyfi Bey’di.

‘Babam sarhoştu, ama asil sarhoştu. İşe çıktığı zaman asla içmezdi’ diye başladı.

‘Ne iş yapardı?’

‘Hırsızdı. İşe çıkarken meslek öğrensin diye ağabeyimi de yanına alırdı.’

‘Ağabeyiniz de hırsız mı oldu?’

‘Hayır, o yeteneksizdi. Üstelik iri yarı bir adamdı rahmetli... Hırsızlık ufak tefek ve atik tetik adam işidir. Ağabeyim, ancak mahalle manavı ve bakkalından aldığı haraçla geçinmeye çalıştı. Bu yüzden yengem de çalışmak zorunda kaldıydı. Zaten çok güzel bir kadındı. Amcam hemen ona Zurnik’in evinde iş buldu.’

‘Zurnik kim?’

‘Aaa, siz bu yaşınızda Zurnik’i tanımıyor musunuz? Bir zamanların en namlı randevuevi sahibiydi. Müşterileri arasında bakanlar bile vardı.’

‘Yani bu durumda amcanız da şey oluyor.’

‘Evet efendim, amcam da o zamanların en ünlü pezevengiydi. Ama asil ve milli bir pezevenkti. Daha çok Amerika’dan gelen heyetlerin ihtiyacını karşılardı.’

‘Affedersiniz ama, ailenizin bu durumu sizi rahatsız etmedi mi?’

‘Etmez olur mu efendim, yıllarca kimsenin yüzüne bakamaz oldum.’

‘Pekii, siz ne iş tuttunuz?’

O gecelik koltuk arkadaşım Seyfi Bey kadehini dipleyip,

‘Bendeniz de inat olsun diye Hukuk Fakültesi’ni bitirip hakim oldum. Yıllarca ülkenin dört bir köşesinde üç otuz paralık memur maaşıyla adalet dağıttıktan sonra Ağır Ceza Hakimliği’nden emekli oldum’ dedi ve ihtiyarlık ya da sarhoşluk sonucu sarsak adımlarla çıkıp gitti. Ama ben daha yolluğumu bitirmeden döndü.

‘Yalan söylediğim için sizden özür dilerim. Ben emekli olamadım. Rüşvet aldığım için beni hakimlikten attılardı’ deyip bir daha gitti.

Az sonra İsmail yanıma geldi.

‘Seyfi Baba’nın bu akşamki hikáyesi neydi abicim?’

‘Hakimlik.’

‘Dün akşam Kıbrıs gazisi bir binbaşı, önceki akşam da Fener’in eski sol açığıydı. Ama bütün suç sizde abicim!’

‘Ne yaptık ki?’

‘Yıllardır dergilere, gazetelere yazıp yazıp gönderdiği hiçbir hikáyesini basmadınız.’

İsmail’in yüzüne becerebildiğim kadar anlamlı anlamlı baktım.

‘Otur da sana Darülaceze’de başımdan geçen müthiş bir öyküyü anlatayım!’ dedim.
Yazının Devamını Oku

Merhumu nasıl bilirdiniz?

7 Mart 2004
‘Vaay Fahri’ciğim, şükür görüştürene. Nerelerdesin yahu? Öyle cenazeler de olmasa hiç görüşemeyeceğiz.’ ‘Vallahi işten güçten soluk alacak zaman bulamıyorum. Başın sağolsun Samet’çiğim.’

‘Dostlar sağolsun. Yalan dünya ne olacak, bugün varsın yarın yoksun... Genç yaşta gitti dağ gibi adam. İçim yandı vallahi. Onca yıllık arkadaşımdı.’

‘Allah rahmet eylesin neden öldü?’

‘Kalpten diyorlar ama, ben pek inanmıyorum. Bana kalırsa zamparalıktan gitti. Onca Viagra’ya can mı dayanır? Her gün ayrı kadınla gezerdi rahmetli.’

‘Evli değil miydi?’

‘Olmaz olur mu? İki de yetişkin oğlu vardı. İlerdeki siyah başörtülü kadın da karısı.’

‘Çok üzgün görünüyor.’

‘Tabii öyle görünecek, aslında için için seviniyordur bile.’

‘Niye sevinsin ki?’

‘Ölünün arkasından konuşulmaz ama, bizim rahmetli kadıncağıza az çektirmedi. Fakirken bütün kahrını karısı çekti, cebi üç beş kuruş görünce dağıttı. Eve uğramaz, sabahlara kadar barlardan çıkmaz oldu. Bilmez misin, rahmetli zaten kadın budalasıydı.’

‘Hiç tanışmamıştık, sadece son kitabını okumuştum.’

‘Tanımadığın halde cenazeye niye geldin?’

‘Ben aslında cenazeye değil, Sabahattin Bey’i yakalarım umuduyla geldim. Rahmetli ile iyi arkadaşmışlar. Reklamlarını bizim şirketten alıp Şok Ajans’a verdi. Görüşebilmek için kaç kere aradımsa sekreterine toplantıdayım dedirtti.’

‘Nasıl beğendin mi?’

‘Neyi?’

‘Kitabı canım. Hani okudum dedindi ya.’

‘Evet, çok beğendim. Hele adamın yıllar sonra kızıyla karşılaştığı bölümde gözyaşlarımı tutamadım. Çok iyi bir romancı.’

‘Evet, çok güçlü bir yazardı rahmetli. Olayları birbirine çok güzel bağlardı. Ama kıymeti pek bilinmedi.’

‘Bilinmedi olur mu, ben son romanının 15. baskısını okudum.’

‘Sen o baskı sayılarına kulak asma Fahri. O yayıncıların dümeni... Daha birinci baskı satılmamışken onbeşinci baskı diye piyasaya üç beş kitap sürüyorlar.’

‘Yine de genç sayılacak yaşta ölmesine çok üzüldüm.’

‘Üzülünmez mi Fahri! Hem bizim gibi dostları candan bir arkadaş kaybetti, hem de edebiyat dünyası çok değerli bir yazarını yitirdi. Sen onun bunun laflarına kulak asma. En iyi üç-beş romancıdan biriydi.’

‘Ne diyorlar ki?’

‘Güya her romanı Fransız romancılarından yürütmeymiş. Özellikle, son romanında senin gözyaşlarını tutamadığın bölüm, kelimesi kelimesine kopyaymış. Rahmetli Fransızca’yı iyi bilirdi. Çok kültürlü adamdı.’

‘Şu ağacın altında duran adam akrabası galiba.’

‘Yoo, o bizim meyhaneci Tahir.’

‘Çok üzgün görünüyor.’

‘Tabii üzülecek, rahmetli ona en az birkaç yüz milyon borç takmıştır.’

‘Hah, Sabahattin Bey’i gördüm. Bana müsaade Fahri’ciğim. Tekrar başın sağolsun.’

‘Beni mutlaka ara da bir kafa çekelim. Hasret gidermeyi cenazelere bırakmayalım.’

*

‘Sayın Ebru Kumru, duygularınızı öğrenebilir miyim?’

‘Siz hangi kanaldansınız?’

‘Kanal BiBiCi.’

‘Bakın, sabaha kadar ağlamaktan gözlerim nasıl şişti. O çok büyük bir yazardı. Onun senaryosunu yazdığı bir dizide oynadığım için onur duyuyorum ve EMX TV kameralarına da söylediğim gibi hakkımızda çıkarılan dedikoduları da şiddetle kınıyorum. Aramızda sadece bir ağabey-kardeş ilişkisi vardı. Bütün bu lafları Şule Şaşmaz denen kadın kıskançlığından uyduruyor.’

‘Yani Şule Hanım sizi kıskanıyor mu?’

‘Kıskanıyor da laf mı be!.. Hasetinden çatır çatır çatlıyor.’

‘Niye?’

‘Rahmetli, dizideki başrolü bana vermişti ya... Şule de şeydeldiğiyle kaldıydı şekerim.’

‘Ama yine de cenazeye gelmiş.’

‘Tabii gelecek, televizyonlara çıkmak için gitmeyeceği yer yoktur. Geçenlerde de hiç tanımadığı halde eski bir bakanın cenazesinde gördümdü. Ama kızcağız görgüsüz olduğu için cenazeye allı güllü mini etekli kılıklarla geliyor.’

‘Sizin elbiseniz de mini.’

‘Mini ama, benimkinin rengi siyah. Paris’e son gidişimde böyle günler için tam 4 bin 500 Frank sayıp Christian Dior’dan aldımdı. Kameramanına söyle, biraz da yakın plan çeksin de gözyaşlarım görünsün.’

*

‘Başınız sağolsun Haydar Bey.’

‘Cümlemizin efendim, ne hoş sohbet adamdı rahmetli.’

‘Evet, içince çok güzel espriler yapardı, etrafı kahkahadan kırıp geçirirdi.’

‘Aaa, ben içtiğini bilmiyordum.’

‘Ohhoo, bir oturuşta bir büyük götürürdü Haydar Bey’ciğim.’

‘Fakat imkánsız efendim. Rahmetli 5 vakit namazında niyazında bir adamdı.’

‘Ben bunca yıldır bayram namazına bile gittiğini görmedim.’

‘Hatta bu yıl üçüncü kez hacca gitmeye niyetleniyordu. Ama kısmet değilmiş. Takdir-i ilahi işte.’

‘Hacca mı gitmiş? Siz kimden söz ediyorsunuz Allah aşkına?’

‘Bizim eski genel müdür, merhum Tahsin Bey’den tabii. Bir ara sizin de amirinizdi ya. Vefatını bugün gazetede okudum, koşup geldim.’

‘Siz yanlış cenazeye gelmişsiniz Haydar Bey. Gazeteyi ben de gördüm. Onunkisi Levent Camii’nden kalkıyor. Burası Teşvikiye Camii.’

‘Hay Allah, koşup gitsem yetişebilir miyim acaba?’

‘Sanmıyorum. Öğlen ezanı okunmak üzere.’

‘Eee, ne yapalım ben de bu cenazeye katılırım. Kısmet bunaymış. Merhumun adı neydi?’

*

‘Eşi hangisi?’

‘Şurada duran hanım sayın başkanım.’

‘Arabaya söyleyin kapıya gelsin. Taziyede bulunup hemen dönelim de, Bakan’ı karşılamaya yetişelim.’

*

‘Hayır, rahmetli Fenerli değil, Galatasaraylıydı.’

‘Sen onun öyle göründüğüne bakma. Galatasaray Lisesi’ndeyken bile gizli bir Fenerliydi.’

‘Ne olacak bu Galatasaray’ın hali? Elde avuçta işe yarar oyuncu kalmadı.’

‘Zaten Fatih’i alanda kabahat!..’

*

‘Kabristana gidecek misiniz hanımefendi?’

‘Valla bilmem ki... Niye sordunuz?’

‘Gidecekseniz, benim arabama buyurun diyecektim.’

‘Ama ben arkadaşlarla gelmiştim.’

‘Bu sıcakta tek arabada sıkışmayın canım. Benimki hem klimalı, hem 4 çarpı 4.’

*

‘Sallantıya bakılırsa yola çıktık. Cenaze törenlerinden bunca yıl boşuna nefret etmişim. Oysa ne kadar faydalı ve eğlenceliymiş. Sayemde yıllardır birbirini görmeyen dostlar bir araya gelip hasret giderdiler. Borsacı Kenan, güzel bir kız arakladı. Ebru, bu akşam haberlerinde televizyona çıkacağı için mutlu. Reklamcı Fahri, Sabahattin Bey’i yakalayıp işi tekrar kaptı. Vakıflar bir sürü çelenk parası topladı. Ne iyi etmişim de, Samet’e o kazığı atmışım. Arkamdan söylenmedik laf bırakmadı alçak. Ama en çok Hüseyin’in cenazeme gelmesine şaştım. Küs olduğumuz için yıllardır görüşmüyorduk. Bir kenarda hiç konuşmadan durup arada bir gözlerini sildi. Doğrusu beni bu kadar sevdiğini bilmezdim. Şimdi anımsamıyorum, niye küsmüştük acaba?’
Yazının Devamını Oku

Vermeyince mabut neylesin Maamut?

29 Şubat 2004
‘‘Abi be, benim neyim eksik?’’<br><br>‘‘Hiçbir şeyin eksik değil, maaşallah fazlan bile var.’’ ‘‘Öyle ise bu karı milleti neden bana yüz vermiyor?’’

‘‘Vermiyor mu?’’

‘‘Vermiyor be abicim. Hatta belediye zabıtası görmüş işportacı gibi kaçışıyorlar. Gencim, yakışıklıyım, hamdolsun paramız pulumuz da var... Biraz zamparalık yapmak bizim de hakkımız değil mi? Sen görmüş geçirmiş adamsın ağabey. Ne olur bana bu işin yolunu yordamını öğret.’’

‘‘Aman Mahmut, kelin merhemi olsa başına sürer. Ben bu işlerden anlamam.’’

Mahmut öyle melül ve mahsun bakmaya başladı ki, içim acıdı. Biraz safçana, ama dürüst bir delikanlıydı. Her delikanlı gibi kadınlar tarafından beğenilmek istiyordu. Hatta bunu erkeklik meselesi bile yapmıştı.

‘‘Bence kendine biraz çekidüzen vermelisin.’’

‘‘Nasıl yani?’’

‘‘Örneğin, böyle bir karış sakalla dolaşmamalısın.’’

‘‘Ama bu sakal moda sakalı ağabey. Televizyonda görmüyor musun, kliplerdeki şarkıcılarla, dizilerdeki artistlerin hepsi böyle kısa sakal bırakıyorlar.’’

‘‘Onları bilmem ama sana yakışmıyor. Zaten kaşların ikişer parmak kalınlığında. Kapkara saçların da hemen üstlerinden başlıyor. Eh, bıyık dersen maazallah mümbit araziden yetişmiş. Tenin de esmer olduğundan bunca kapkapa kıl içinde kömürcü çırağı gibi görünüyorsun. Ben olsam hemen kestirirdim.’’

Mahmut biraz düşündü, sakallarını sıvazladı sonra,

‘‘Ama bıyığımı kestirmem’’ dedi.

‘‘Tamam kestirme ama alttan biraz incelt. Ağzın bile görünmüyor. Halbuki çok güzel dişlerin var. Üstelik tepende kabarttığın saçlarını da daha kısa kestir. Horoz ibiği gibi duruyor.’’

‘‘Ama saçımı kabartınca daha uzun boylu gösteriyorum ağabey.’’

‘‘Uzun değil, koca kafa gibi gösteriyorsun.’’

Mahmut zamparalık uğruna kıllarından ayrılacağı için homurdanarak berberin yolunu tuttu.

*

‘‘Yine bir halt olmadı ağabey.’’

‘‘Ne yani, bir tıraşta kızlar üstüne mi atlayacaktı? Bak ne güzel yüzün gözün açılmış. Kara gözlerinin parlaklığı ortaya çıkmış. Kısa saçlarınla artık daha bir beyefendi gibi görünüyorsun. Ama kılık kıyafet işini de halletmeliyiz.’’

‘‘Kılığımda ne var ki? Bu ipek gömleğe tam 40 milyon saydım ağabey. Pabuçlar dersen ısmarlama.’’

‘‘Pabuçlar ısmarlama ama ayağına dar geldiği için küçük parmağındaki nasırlar yandan pırtlamış. Burunlarını da daha fazla yaptırmak için bileyciye mi götürdün? Üstelik uzun görünmek uğruna üstüne bindiğin o yüksek topukların tepesinden bir düşersen mutlaka bir yerini kırarsın. Gömlek de ipek ama üç dakikadan fazla bakanın gözleri şaşı olur. Mor zemin üstüne sarı çiçekli ve kırmızı yapraklı desenli bu kumaştan yorgan bile yaptırmazlar.’’

‘‘Ama ağabeyciğim Galatasaraylı olduğumuz nereden belli olacak?’’

‘‘Göğsüne küçük bir rozet tak yeter. Ayrıca gömleğinin düğmelerini göbeğine kadar açma. Boynuna taktığın halat kalınlığındaki o altın zinciri çıkar. Kolundaki altın künyeyle nal kadar şövalye yüzüklerini de çıkar. Onlarla şangır şungur dolaşırken fincancı katırlarına benziyorsun.’’

‘‘Ama kalbimi kırıyorsun ağabey.’’

‘‘Kalbin niye kırılıyormuş? Sen benden akıl sordun, ben de seni sevdiğim için yardımcı olmaya çalışıyorum. İstersen bir daha ağzımı açmam.’’

Zamparalık umudu ağır basmış olacak ki Mahmut,

‘‘Bana boşver, sen yine akıl ver ağabeyciğim.’’ dedi.

‘‘Ayrıca külotlu kadın çorabı gibi kıçına yapışan o yeşil çizgili pantolonu at da kendine gri ya da bej kumaştan dökümlü bir pantolon al. Üstüne de lacivert blazer bir ceket... İçine de mavi-beyaz çizgili bir gömlek giy. Siyah mokosen ve siyah çorap giymeyi de unutma.’’

‘‘Hiç olmazsa çorap sarı-kırmızı olsa?’’

‘‘Olmaz, siyah olacak!’’

*

Mahmut'taki değişiklik inanılmazdı. O maganda tipli bol kıllı kenar mahalle delikanlısı gitmiş, yerine efendiden yakışıklı genç bir adam gelmişti. Ama yüzünde yine umutsuz bir keder ifadesi vardı.

‘‘Hayrola yine ne oldu?’’

‘‘Azıcık olur gibi oldu ama, sonunda yine olmadı.’’

‘‘Niye?’’

‘‘Ne bileyim ağabey, kız önce bana güldü, ben de ona güldüm.’’

‘‘Eh, dişlerine bayılmıştır.’’

‘‘O da öyle dedi, sonra biraz konuştuk onu yemeğe davet ettim.’’

‘‘Yoksa gelmedi mi?’’

‘‘Geldi, hem de koşa koşa...’’

‘‘Eee?’’

‘‘Eee'si, yemeğin yarısında ben tuvalete gidiyorum diye kalktı, bir daha masaya dönmedi. Ben de 15 tabakla donattığım, alevli meyve tabağı koydurduğum masada sap gibi kalakaldım.’’

Mahmut'u uzun zamandır tanıyordum. Neler olup bittiğini tahmin edebiliyordum.

‘‘Kıza nelerden söz ettin?’’

‘‘Şundan bundan.’’

‘‘Dur ben tahmin edeyim. Önce Galatasaray muhabbeti yaptın, Fatih Terim'in Arif'i takımdan çıkardığını, Ümit'i takıma koyduğunu anlattın. Sonra da kuru meşe tahtası fiyatlarının yüksekliğinden ve Avrupa parke cilasının üstünlüğünden söz ettin.’’

Mahmut'un bir parkeci atölyesi vardı.

‘‘Valla yalnız onları anlatmadım ağabey. Pişpirik oynarken nasıl káğıt araklandığını da öğrettim.’’

‘‘Aferin, zaten bir genç kızın en büyük ihtiyacı da pişpirik oynarken káğıt çalmayı öğrenmektir. Hatta, elini ağzına kapatmadan kızın yüzüne bakarak gaarkk diye geğirmişsindir bile... Sonra serçe parmağını kulağına sokup cırk cırk ettirerek kaşımışsındır. Ve hatta elini pantolonunun içine daldırıp takım taklavatını da hart hurt kaşımışsındır.’’

‘‘Yok be abicim, bu yeni aldırdığın pantolonun içine elim girmiyor. Artık oralarımı kaşıyamıyorum.’’

Bir kalem káğıt alıp yazmaya başladım.

‘‘Bunlar ne ağabey?’’

‘‘Bunlar senin ev ödevin. Hepsini bir bir ezberleyip yerine getireceksin.’’

‘‘Bunları yapınca kızlar garanti mi?’’

‘‘Kuyruğa girecekler. Seni görünce Tarkan'ı görmüşten beter olup böğürlerini yumruklayacaklar. Üstüne atlayıp giysilerini parçalayacaklar.’’

Mahmut'un gözleri ışıdı, dilini dudaklarında gezdirip,

‘‘Yaz ağabeyciğim yaz... Boğaz Köprüsü'nden atla diye yazsan bile atlamayan namerttir!’’

‘‘Atlayıp zıplamana hiç gerek kalmayacak. Bu yazdıklarım herkesin yapabileceği basit ve güzel şeyler Mahmut'çuğum!’’
deyip yazdım.

1. Kızın önünde değil, yanında yürünecek.

2. Ter kokmamak için sık yıkanılacak ve lavanta kolonyası, deodorant falan kullanılacak.

3. Benn... Benn... diye dipsiz tiratlar çekilirken arada bir susup kızın ne dediği de dinleniyormuş gibi yapılacak.

4. Orhan Veli, Nazım Hikmet, Özdemir Asaf, Attila İlhan gibi şairlerin şiirleri ezberlenecek. Güneş batarken uzun bir suskunluk icat edildikten sonra sigaradan derin bir nefes çekip kızarık bulutlara göz daldırılarak bu şiirler inileye inileye okunacak.

5. Yemeğe çıkardığın kız tuvalete gidince kenef kapısında beklenecek. (Neme lazım kaçar maçar.)

6. Beklediğin o an gelince özellikle mahcup, masum hatta korkak davranılacak. Böylece kız, yıllar öncesine dönüp kozadan çıkmış kelebekler gibi orana burana uçup konacak.

7. Vee, çeneni tutup asla ve asla ‘‘Nasıldı?’’ denmeyecek!

Mahmut, elimdeki káğıdı kaptı, yutar gibi okuya okuya gitti.

*

Bu olanlardan birkaç ay sonra Mahmut'u gördüğüm zaman çok şaşırdım. Şaşırma nedenim, Mahmut'un yine bol kıllı suratı, yeniden giydiği mor üstüne sarı-kırmızı çiçekli gömleği, arkasına bastığı yüksek topuklu pabuçları, altın zincirleri ya da pantolonunun içine sokup nazik yerlerini kaşıyan eli değildi. Yanındaki Mahmut'tan bir kafa uzun, mini etekli, sarışın dilber dilberine bakıp şaşırmıştım. Üstelik ince belli, uzun bacaklı sarışın, bizim Mahmut'a öyle bir sarılmıştı ki, kerpetenle sökmenin bile mümkünü yoktu. Mahmut beni görünce,

‘‘Sizi tanıştırayım ağabey. Bu Mehtap... Ama asıl adı İbrahim'miş.’’ dedi.

Lüle saçlı sarışın, benimkinden daha bariton bir sesle, ‘‘Memnun oldum şekerim’’ dedi.

‘‘Allah seni kahretsin Mahmut, onca emeğim boşa gitti!’’

‘‘Ne yapayım ağabey, her bir şeyleri yapıyorum ama şiirleri bir türlü ezberleyemiyorum!’’
Yazının Devamını Oku

Görünmeyen adam

22 Şubat 2004
Annem masaya benim için bir tabak koymayı yine unutmuştu. Evde 5 kardeştik. Ben ortalarda bir yerdeydim. Ama annem ve babam 4 çocukları varmış gibi davranırlardı. Nedense beni pek fark etmezlerdi. Çünkü, çok küçükken babam beni bir kere otobüste, bir kere de sinemada unutup gitmişti. Annem ise markette ya da pazar yerinde ya da beni alıp misafirliğe gittiği komşuda unuturdu. Yalnız annem değil komşular da beni fark etmezdi. Onlar da gidip yatarlardı. Unutulduğum komşu evinin bir köşesinde sabaha kadar oturduğum oldu. Pek konuşkan bir çocuk değildim. Aslında konuşmayı çok severdim ama kimse yüzüme bakıp benimle konuşmazdı ki... Ben de bir süre kendimle konuşmayı denedim ama hep aynı kişiyle konuşmanın hiçbir keyfi yokmuş. Ben de kendimle muhabbeti kestim.

*

Oysa herkesin beni fark etmesini çok isterdim. Ben geçerken başlarını benden yana çevirmelerini, gülümseyip ‘‘Aaa Yalçın'a bak!’’ demelerini ne çok özlerdim. Ama onlar rüyalarımda bile beni fark etmezlerdi. Rüyalarımda bütün olaylar başkalarının arasında geçer, ben bir köşede oturup olanı biteni seyrederdim.

Bir gün küçük kardeşim top oynarken düşüp dizini yaraladı. Eve hemen doktor çağrıldı. Doktor, uzun muayenelerden sonra kırık-çıkık olmadığını müjdeleyip kardeşimin dizine pansuman yaptı ve merhemler sürüp gitti.

Ben de ertesi gün bizim yüksek duvarın üzerinden yere atladım. Yarılmış kafamdan yüzüme akan kanlarla bir koşu anneme koştum. Annem patlıcan kızartıyordu.

‘‘Anne ben tepe üstü duvardan düştüm, başım yarıldı. Beyin kanaması bile olabilir!’’ dedim. Tabii bunları bir avaza ağlayarak söyledim. Annem de gözünü patlıcanlardan ayırmadan,

‘‘Git kafanı yıka, biraz da buz koy geçer’’ dedi. Geçti ama, geçene kadar tam bir hafta baş ağrılarıyla yatağımda ateşler içinde dönüp durdum.

*

Varlığımı pek fark etmiyorlardı ama yokluğumu belki fark ederlerdi. Birkaç gün boş yatağımı, yemek masasındaki boş sandalyemi görünce telaşa bile kapılabilirlerdi. En azından okuldan merak edip babamı çağırırlardı. En küçük kardeşime bu fikri açtım. Halen bir bebek olan Hasan elindeki çıngırağı kafama vurup,

‘‘Gıybık!..’’ dedi.

O gece evden kaçtım, günlerce parklarda ve inşaat molozlarının arasında sabahladım. Evden aldığım azık yetmediği için bir hafta pazar yeri artığı meyve ile beslendim. Açlık canıma tak deyince eve döndüm. Şu anda kimbilir kaç polis beni arıyordu? Annemin gözyaşları içinde bana sarılacağını, kardeşlerimin kıskançlık ve hasetlerinden çatır çatır çatlayacağını hayal ederek muzaffer bir kumandan edasıyla salonun ortasına doğru yürüdüm. İki bacağımı gerip göğsümü şişirerek bir avaza,

‘‘Anne ben döndüm!’’ dedim. Annem de Hasan'a örmekte olduğu hırkadan gözünü ayırmadan,

‘‘İçeri girerken paspasa ayaklarını iyice sildin mi?’’ dedi. Babam ise seyrettiği televizyondan başını kaldırmadan,

‘‘Bak gördün mü ofsayt yokmuş. Erman Toroğlu bile öyle diyor. Yediler golümüzü namussuzlar!’’ diye homurdandı. Kuyruğumu bacaklarımın arasına sıkıştırıp yatağıma gittim. Yatak bıraktığım gibi duruyordu.

*

Okulda görünmeyen adamlıktan kurtulup fark edilebilmek için kaç kere okulun Kara Mahmut cephesine posta koydum. Sıkı bir dayak yersem etraftan koşuşturup ayırırlar ve beni fark ederler diye... Ama Kara Mahmut'un anasına avradına düz gittiğim halde herif beni duymadı bile. Arkadaşlarıyla zamparalık muhabbetini sürdürdü. Ders zili çalınca da kıçlarını dönüp sınıflarına gittiler ve beni okul bahçesinde sap gibi yalnız bıraktılar.

Pek ders çalışmadığım halde okulu kazasız belasız bitirdim. Çünkü hiçbir öğretmenim fark edip de beni tahtaya kaldırmıyordu. Yazılılarda ise aşikár bir şekilde kopya çekiyordum. Ama kimse fark etmiyordu. Çünkü sınıfta da dönüp bana bakan yoktu.

*

Askerlikte de aşağı yukarı böyle geçti. Yalnız çok sert bir takım çavuşumuz vardı. Bir gün talimde paspallığımız, hantallığımız ve hanımevlatlığımız üzerine döşendi de döşendi. Ne yumuşaklığımız kaldı ne dönmeliğimiz... Ben de herifin gözünün merkezine baka baka elimi boru gibi yapıp ‘‘Ciyuuurtt!’’ diye bir ses çıkardım. Ardından da, ‘‘Hattir laan!’’ diye bağırdım. Çavuş birden delirdi. Zaten iri yarı biriydi. Delirince boyu adeta iki misli oldu ve yumrukları somun kadar büyüdü. Üstüme doğru bir koşu kopardı, sonra yanımdaki uzun boylu sarışın Karadenizli delikanlıyı ayağının altına alıp çiğnedi.

*

Evlilik yaşamım da pek farklı geçmedi. Çiçeklerime, şiirlerime hatta uğruna giyindiğim sarılı morlu gömleklere ve kırmızı pantolonlarıma rağmen sevdiğim kız da beni fark etmedi. Oysa kendime daha başka ne imajlar yapmıştım. Saçlarımı uzatıp bir atkuyruğu edinmiştim. Ya da kafamı toptan usturaya vurdurup suratımı ömürcek ağı gibi bıyıklar ve sakallarla kaplamıştım. Ne ettimse fayda etmedi. Hiç tanımadığım halde ailelerimizin kararıyla Lütfiye ile evlendim.

Lütfiye çok iyi bir kızdı. Bir kere bile kavga etmedik. Çünkü evde hiçe yakın konuşuyorduk. Bir kavga nedeni oluşması mümkünsüzdü. Arkadaşlarıyla konken oynarken bazen gözü bana takılır, yüzüme şaşkınlıkla bakardı.

‘‘Aaa sen burada mıydı?’’

‘‘Hayır ben Malezya'daydım. Yeni geldim.’’

‘‘Hoşgeldin hayatım’’
diye oyununa dönerdi. Bir oğlumuz oldu, çocuk kapıcı veya gazeteci dahil eve her gelen erkeğe, ‘‘Babaa!’’ diye koşturuyor ama bir tek bana bakıp baba demiyordu.

*

Kendimi göstermek için artık ne yapacağımı bilmiyordum. Bizim sınıftan biri filmci olmuştu. Yazıhanesine gittim,

‘‘Yeni filminde bana bir rol ver. Ne olursa olsun. Yeter ki perdede görüneyim, 20 saniyecik bile olsa yeter’’ dedim.

‘‘Ama sen oyuncu değilsin ki!’’

‘‘Ben en star oyunculardan biriyim, işte ispatı’’
deyip herifin masasına 10 bin dolar koydum. Sınıf arkadaşım da,

‘‘Tüh, senin gibi büyük bir yeteneği ne halt edip de ıska geçmişiz! Salaklığımızı bağışla... Çekim salı sabahı 9'da’’ deyip paraları çekmecesine koydu.

Rolüme deli gibi çalıştım. Hatta konservatuvardan hocalar tuttum. Rolümün olmadığı çekimlere bile gittim. Film gerçekten güzeldi ve çok tuttu. Filmde herkes vardı; sokaktaki, pazardaki, vapurdaki insanlar... Hatta turistler bile vardı. Ama bir tek ben yoktum. Benim olduğum sahnelerde yüzümü ya bir ağaç dalı ya da bir vazo kapatıyor, ya da enseden görünüyordum. Meğerse filmde ben meçhul bir katilmişim. Finalde de uzak plan Boğaz Köprüsü'nden aşağıya düştüm.

*

Artık ne yapacağımı çok iyi biliyordum. Televizyonlar Apo'yu, Usame Bin Ladin'i, Fehriye Erdal'ı ve bilumum katilleri defalarca gösteriyorlardı. Ama kendimi garantiye almak için lüks bir fotoğrafhaneye gidip 18x24 boyutunda bir fotoğraf çektirdim. Kendime hayran hayran bakıp resmi gömleğimin içine yerleştirdim. Sonra da Tahtakale'ye gidip oyuncak bir tabanca aldım.

*

Başbakan'ın arabası yaklaşırken yolun ortasına fırladım ve oyuncak kurşunları arabaya boşalttım. Tabii, Başbakan’ın koruma polisleri de beni keklik gibi vurdular. Ama olsun, bütün Türkiye televizyonlarda beni gösterecekti. Özellikle annem ve babam ‘‘Aaa, o bizim Yalçın!’’ diye beni fark edeceklerdi.

Yattığım yerden kameramanların koşuşturmalarını büyük bir keyifle beklemeye başladım. Hatta canımın yanmasına rağmen kolumu bacağımı oynatıp kendime kahramanca bir ölü pozu verdim. Bütün dünya beni resimlerimle tanıyacaktı. Fakat hıyar polisin biri, ‘‘Aaa, bu cavlağı çekmiş!’’ deyip üstüme bir gazete káğıdı örttü. Kameramanlar da gazeteyi çektiler.

*

Komiser Adnan, morgda tanınmaz haldeki yüzüme bakıp,

‘‘Kimmiş bu herif?’’ diye sordu.

‘‘Göğsünde bir fotoğraf var, onu yayınlarsak öğreniriz komiserim.’’

‘‘Göster bakayım. Hımmm... Ama bu herifin fotoğraftaki yüzü silinmiş. Hiç görünmüyor!’’

O fotoğraf için deve yüküyle para ödemiştim oysa. Namussuz fotoğrafçı aldığın paralar haram olsun!


Not: 4 Yaşındaki Bir Öykü
Yazının Devamını Oku

Huri mi, Hürrem Sultan mı?

15 Şubat 2004
Basın, bir kadın köşe yazarları fırtınası yaşıyor. Yel olup, sel olup gümbür gümbür geliyorlar. Basında 50 yılını devirmiş biri olarak keyiflenip, şaşırıp, biraz da kalbi kırık haldeyim. Bir erkek olarak değişmez iktidarlığımız azıcık çizildi. Nereden çıktı bu kızlar? Üstelik hepsi birbirinden güzel... Yetmezmiş gibi zekiler bile... Sizlerinki kalleşlik... Bizler saç-sakal ve sap gibi gazete odalarında inilerken 30-40 yıl önce neredeydiniz?

3 BUÇUK DİNOZOR

Geçenlerde aklıma Suat Derviş Hanım düştü. 53 yıl önce Son Telgraf ve Gece Postası gazetelerinde çalışıyordum. Suat Derviş ‘‘Fosforlu Cevriye’’ adlı ünlü romanın yazarıydı, ilk kadın romancımız sayılırdı ve sosyalistti. Bizim gazetede makale yazardı. Tabii, erkek adıyla... Sakala dönmeye başlayan tüylü yanaklarımı mıncıklardı. Müzmin gazetecilik kaşıntım yüzünden kadın köşe yazarlarının tarihini düşünmeye başladım. Ama belleğime güvenmediğim için iyice seyrekleşen bizim kuşağa başvurdum.

Hakkı Devrim:

‘‘Mümtaz Faik Fenik'in eşi Adviye Fenik Menderes zamanının Zafer Gazetesi'nde yazardı. Sonra Nezihe Araz Yeni Sabah'ta yazmaya başladı. Mübeccel Hekimoğlu'nun da sosyete dedikoduları yazdığı bir köşesi vardı. Ben de politika dedikoduları yazardım. Ama imzamı Sabiha Deren diye atardım. Yani ben de ilk kadın yazarlardan sayılırım.’’

‘‘Şimdikileri nasıl buluyorsun?’’

‘‘Aynen bizim gibi... Bir kısmı çok iyi, çok yaman... Bir kısmı da çok kötü, kıyıcı ve hatta yılışık... Bir tanesi,
'Bu köşe dinozorları artık çekip gitsinler... Bizim yolumuzu tıkıyorlar!' diye yazdı.’’

‘‘Kadıncağız haklı... Bildiğin gibi patronlar, bizim karagözlerimiz için her ay maaş veriyorlar.’’

*

Üçüncü dinozor da bir zamanlar aynı gazetelerde çalıştığım bir yazar.

‘‘Ben sana bilgi vereyim ama Allah rızası için bu yaştan sonra beni bu işe bulaştırma...’’

‘‘Benim de ödüm patlıyor ama vazife mukaddestir.’’

‘‘Suat Derviş döneminde Neriman Hikmet vardı. O da sosyalistti. Sonra Nilüfer Yalçın Ankara'da yazmaya başladı. Adalet Cimcoz da sanat dedikodusu yazardı.’’

‘‘Ya şimdikiler?’’

‘‘Yazar olanlar, hangi cinsten olurlarsa olsunlar, yazardır. Ama hop-hop starlığı, bar-disko kanaryaları ile gazetecilik birbirine karıştı.’’

‘‘Ama okurlar bayılıyor onlara.’’

‘‘Hürriyet'in Kelebek okurları yılın şarkıcılarını seçerdi. Geçmiş yıllardan birinde yılın erkek ve yılın kadın şarkıcıları kimler seçilmişti, hatırlıyor musun?’’

‘‘Kimlerdi?’’

‘‘Yılın erkek şarkıcısı Zeki Müren, kadın şarkıcısı da Bülent Ersoy'du.’’

*

3'buçukuncu dinozor hem bizden küçükçe, hem herdem taze kalan Hıncal Uluç'tu.

‘‘Bizim Ankara'da tek bildiğimiz kadın yazar Nilüfer Yalçın'dı. Beni Ankara'dan İstanbul'a çağırdı. Amanın, ben herhalde hareme düştüm diye şaşaladım. Sonra Kadınca Dergisi'ni yayınladık. O güne kadar Ev-İşi, El-İşi tipinden yayınlanırdı. Eh biraz da Hayat Dergisi... Kadınca, basında bir devrim oldu. Kadın yazarların içtenliği, ayrıntıcılıkları ve ellenmemiş konulardan söz etmeleri okurları çarptı. Duygu Asena bir öncü oldu. Arkadan Erkekçe'yi yayınladık. Ankara'dan Kurthan Fişek'i çağırdım. Ona derginin tüm yazılarını kadınsı duygu ve üslupla yazmasını istedim. O da döktürdü. 151 bin sattık. Erkekler de o üslubu sevdiler. Ardından da Nokta Dergisi...

İşte bugünün ünlü kadın köşe yazarlarının çoğu bu okuldan yetiştiler. Çoğu da gazete yöneticisi oldu. Basına hem taze kan hem heyecan getirdiler. Ben de onlardan çok şey öğrendim.’’

PAZARA KUŞ BAKIŞI

Önce, bu hanımların neredeyse hepsi irice bir yüksekokul bitirmişler ve en az bir yabancı dil biliyorlar.

Çoğu gazeteciliğin mutfağından yetişmişler. Çoğu yıllarca haber kovalamışlar. Gökten zembille inenler çok ender.

Bir bölümü içtenlikli ve yetenekli yazarlar. Ama bir bölümü köşe yazarcılığı oynuyor.

Gazetelerdeki adlarını saymaya başlayınca, ‘‘Amanın, medet yaa Hızır!’’ deyince Emel Armutçu hızır gibi yetişti. İki hafta peşlerinden koştu, sordu, yazdı. İşin fiyakası da bana kaldı. Tabii, öyle olmalı zaten... Ben erkek bir yazarım ne de olsa!..

Kim nerede yazıyor?

HÜRRİYET
Ayşe Arman, Pakize Suda, Gila Benmayor, Ebru Çapa, Ayşe Karasu, Ferai Tınç, Güzin Abla, Zeynep Göğüş

MİLLİYET Meral Tamer, Tuba Akyol, Ece Temelkuran, Serpil Yılmaz

VATAN Ruhat Mengi, İclal Aydın, Ayşe Özgün, Ebru Drew, Tuğçe Baran

SABAH Balçiçek Pamir, Gülse Birsel, Şengül Balıksırtı, Öncel Öziçer, Şelale Kadak, Aslı Aydıntaşbaş

AKŞAM Zeynep Atikkan, Şule Başaran, Oya Berberoğlu, Ayşe Önal

RADİKAL Perihan Mağden, Nuray Mert, Funda Özkan, Nur Çintay, Mine G. Kırıkkanat, Donatella Piatti

CUMHURİYET Işıl Özgentürk, Şükran Soner

YENİ ŞAFAK Özlem Albayrak

VAKİT Sibel Eraslan, Demet Tezcan, Merve Kavakçı

MİLLİ GAZETE Afet Ilgaz, Mine Gün

ZAMAN Nihal Bengisu

TERCÜMAN Nazlı Ilıcak, Gülay Göktürk

STAR İlayda Gülbüz, Serda Kıvılcım

Erkek yazarlar hemfikir değil

ERTUĞRUL ÖZKÖK

Erkek yazarlarda hakaret azalırken kadınlarda artıyor


Türkiye'de kadın yazar saltanatı olduğunu sanmıyorum. Ama kadın yazarların yükselişi diye bir şey var mı derseniz, var. Türkiye'de son 10 yılda çok başarılı kadın yazarlar çıktı.

Ben bu gelişmeyi Türk basının son 30 yıldaki en önemli olayı olarak görüyorum. Ayrıca şunu iddia ediyorum. Önümüzdeki 20 yıl, Türk medyasında kadın yöneticiler ve gazeteciler dönemi olacak. Kadın yazarlar basına çok büyük bir renklilik ve daha da önemlisi ‘‘sahicilik’’getirdiler. Bir de cesaret. Cesaret derken ‘‘Siyasi iktidarlara karşı şanlı direniş’’ falan gibi şeyler kastetmiyorum. Bana göre o tür cesaret, bir gazeteci için en kolay şeydir. Asıl cesaret insanın kendine ait şeyleri korkusuzca yazabilmesidir.

kadIn yazarlarIn cesaretİne renklİlİĞİne ve sahİcİlİĞİne İhtİyacImIz var

Kadın yazarlar bunu yaptılar ve Türk ailesinin zihniyet gelişimine büyük katkıda bulundular. Bakın bugün artık özel gün ürünlerinin reklamlarını liseli kızlar yapıyor. Bundan 10 yıl öcesine kadar bırakın reklamını, sözünü telaffuz etmek, ‘‘Kürt’’ kelimesini telaffuz etmekten daha fazla yürek isterdi.

Birçok kadın yazar kadın yazar-erkek yazar ayrımına karşı. Ama bana göre kesinlikle doğru. Çünkü söylediğim gibi kadın yazarların cesaretine, renkliliğine ve sahiciliğine ihtiyacımız var. Onları, siyaset yazmaktan başka bir şey bilmeyen sıradan birer erkek yazar haline getirecek olan cinsiyet değiştirme ameliyatına kesinlikle karşıyım. Çünkü bu ülkede o türden 650 tane yazar var.

Bir noktada beni çok üzen bir gözlemim var. Erkek yazarlar giderek köşelerinde hakaretten uzaklaşırken, bazı kadın yazarlarda hakaret etme eğiliminin arttığını görüyorum. Onları okurken üzülerek, bir zamanların erkeklerin geçtiği taş devrinden geçtikleri izlenimine kapılıyorum. Ama itiraf edeyim, bunların çoğu kadın yazar değil, erkekleşmiş yazar kategorisine giriyor.

OKTAY EKŞİ

Sayelerinde sayfalarımız kazık gibi olmaktan kurtuldu

Kadın yazarlar gazete yayın politikasına bir yumuşama, konu çeşitliliği, estetik ve renk getirdiler. Onlar sayesinde sayfalarımız kazık gibi olmaktan kurtuldu. Ama kadın yazarlar maalesef kadın sorunlarının dışına çıkma açısından yeterince başarılı olamadılar.

FATİH ALTAYLI

Kalıpları Duygu Asena kırdı

Kadın yazar tanımına kim girer? Ayşe Arman mı, Ferai Tınç mı? İkisi de kadın ama birbirlerinden çok farklılar. Ferai Tınç, Zeynep Atikkan gibi yazarlarla, Ayşe Arman, Tuğçe Baran gibi isimleri aynı kefeye koyamazsınız. Ben Ferai'nin veya Zeynep'in iç çamaşırının rengini yazdığını ya da alakalı alakasız her yazısında sevgilisini iki satırda bir zikrettiğini, adet günlerindeki dengesizliklerini kaleme aldıklarını hiç okumadım. Ayşe Arman tarzı yazarların farklılık getirdiğini düşünüyorum. Bu tip yazarların ilk örneği bence Duygu Asena. Kalıpları o kırdı. Ardından kırılan kalıplardan dışarı daha edepsizce yazanlar fırladı. Bir renk getirdikleri kuşkusuz. Ama benzer renkleri Ahmet Altan da getiriyor. Kadın olmak şart değil.

METİN MÜNİR

Erkeklere fark atıyorlar

Birçok kadın yazarın birçok erkek yazara fark attığını düşünüyorum. Nuriye Akman, Ayşe Arman, Neşe Düzel, Nevval Sevindi, Ece Temelkuran, striptizcilikten başarıyla köşe yazarlığına geçen Tuğçe Baran'ı örnek verebilirim. Bunlar kadın oldukları için değil iyi oldukları için gazetelerde yazıyorlar. Bunun yanında lüzumundan fazla erkek yazar olduğunu düşünüyorum. Ve çoğu çok, çok, çok sıkıcı. Bence hiçbir konuda kadın-erkek ayrımı yapmak doğru değildir. Önemli olan yazar değil yazıdır.

EMİN ÇÖLAŞAN

Köşe yazarlığı kavramı ucuzladı


Kadın yazarlar saltanatı diye bir şey olduğunu sanmıyorum. Yazarlık erkeklere özgü bir şey değil. Kadınların varlığı, erkek köşe yazarlarının en azından bazılarına gösterilen ilgiyi azaltmaz. Herkesin kendine göre işlevi vardır. Önemli olan bu ayırım değil, kadın ve erkek bir sürü anlamsız, ilgisiz, hiç okunmayan, herhangi bir mesajı olmayan, Türkçe bile yazamayan bazı tiplerin paraşütle indirilerek, torpille ve ahbap çavuş ilişkileriyle köşe yazarı yapılmış olmasıdır. Bu bizim utancımızdır ve konuya genel anlamda bakmak gerekir. Medya yöneticileri, köşe yazarlığı kavramını ucuzlattılar. Ancak bazı kadın yazarların o köşelere başka türde ilişkilerle getirildiğini de biliyoruz. Bunun önlenmesi gerekir diyemiyorum çünkü zaman geçti. Olmaması gerekirdi diyorum.

Dİkkat edİnİz, çİrkİn kadIn köŞe yazarI sayIsI çok az, Acaba nİçİn!

Sevgilisiyle nasıl seviştiğini, kedisiyle nasıl masturbasyon yaptığını anlatanlar, uçuk olmayı marifet zannedenler falan türedi. Eğer buna renk derseniz, bazıları böyle bir renk getirmiş oldular! Ayrıca onların gelmesiyle köşelerdeki sakallı bıyıklı fotoğraflar biraz değişti! Fakat bazıları da o köşelere sadece güzellikleri, beden ölçüleri, isimleri ve çeşitli türde ilişkilerdeki ‘‘başarıları’’ nedeniyle getirildi. Dikkat ediniz, çirkin kadın köşe yazarı sayısı çok az. Acaba niçin!

Ama bazı kadın yazarlar, birçok konuda tartışma yarattı. En az erkekler kadar. Çünkü içlerinde çok saygın, nitelikli, birikimli olanlar da var.

Ben kadın yazar-erkek yazar ayrımı yapmam. Düzgün kadın yazara sapkın erkek yazarlardan çok daha büyük saygı duyarım. Herkes kendi saygınlığını kendisi yaratır. Örneğin köşe yazarı avantadan hediyeler alıyorsa, gittiği yerlerde beleş ağırlanıp bunları yazıyorsa, yazmakla da kalmayıp o firmaların adresini telefonunu yazısında vererek kendisine sunulan mal ve hizmetlerin reklamını yapıyorsa, zırvalıyor, ilgi çekmek için belden aşağılara giriyor, iş bitiriyor, kalemini satıyor ve küçüldükçe küçülüyorsa, bu kişinin kadın veya erkek olması hiç fark etmez.

Kadın yazar, kadın yazara benzemez

AYŞE ARMAN

Bıkmışlar artık ahkam kesen, sopa sallayan yazarlardan

Ayşe Arman, hiç kuşkusuz Türk basınının en tartışılan, eleştirilen ‘‘kadın yazarı.’’ Ama yine hiç kuşku yok ki en çok okunanı ve taklit edileni... Peki ne diyor hemcinslerinin basındaki yeri konusunda? ‘‘Evet, bu meslek eskisi kadar erkek mesleği değil, kadınlar da aradan sızabiliyorlar. Hatta bazıları, izin verildiği ölçüde, yükseklere kadar tırmanabiliyorlar. Ama hálá Türk basınında, gazetecilikte de, yöneticilikte de, yazarlıkta da iktidar erkeklerin. Beğenmedikleri bir şey olduğu zaman hemen azarlamaya, parçalamaya, küçümsemeye, yok saymaya yöneliyorlar. Hele hele, onların ciddi olarak değerlendirdikleri konulara dalacaksanız, sıkı bir sınav sistemine tabi tutuluyorsunuz.’’ Peki kadın ya da erkek olmanın, gazete yazarlığında bir farkı var mıdır? ‘‘Bence yoktur. Tamam, ‘kadın gözü' diye bir şey var ama bu da ‘dana gözü' değil! Kadınlar, her zaman daha duyarlıdır, palavralarına da inanmıyorum. Ama kadın ve erkeğin yaradılış olarak farkı var, haliyle bu, yazılana yansıyabilir. Ama yansımayabilir de. Kendi deneyimime göre; ne kadar bilgili, ne kadar zeki, ne kadar deneyimli olduğunu göstermek için YAZMAZSAN insanların o kadar hoşuna gidiyor! Bıkmışlar artık ahkam kesen, sopa sallayan yazarlardan. Onların çoğu da, itiraf etmem gerekiyor ki, erkek. Beni Türk basınına köşe yazarı olarak armağan eden Ertuğrul Özkök'tür. Sadece bana değil, pek çok kadın gazeteciye destek verdi. Şu basında bir de Ercan Arıklı'yı bilirim, ‘Ne varsa kadınlarda var' diyen.’’

DUYGU ASENA

Bizden hafiflik bekliyorlar neden popstar bir erkek köşe yazarı çıkartmıyorlar?

Duygu Asena, ilk köşe yazısını 1972 yılında Hürriyet gazetesinin Kelebek ekinde ‘‘Şirin'den Sevgilerle’’ başlığıyla yazmaya başladığında, etrafta pek kadın yazar yoktu... Köşesi fotoğraflıydı ve kendi deyişiyle, o da zaten ‘‘fotomodel gibi’’ başlamıştı yazarlığa. Çünkü anlaşması öyleydi; fotoğrafları çıkacak ama yazıları başkası yazacaktı. Ancak birkaç hafta sonra Nezih Demirkent, ‘‘Bu kız yazabiliyor, bırakın artık o yazsın’’ dedi! Böylece 3.5 yıl ara vermeden yazdı, taa ki, ‘‘bir aşk macerası’’ nedeniyle 17. maddeyle, yani tazminatsız kovulana kadar... O zaman başına gelenleri, ‘‘Aslında şimdi bile kadına bakış, erkekler cemaatinde pek farklı değil, bakınız Pınar Altuğ olayı’’ diye yorumluyor.

Daha sonra Kadınca (1978), Onyedi, Ev Kadını, Bella, Kim, Negatif dergilerini yöneten, Milliyet, Cumhuriyet ve Yarın gazetelerinde köşe yazarlığı yapan Asena, bol bol da kitap yazdı. Adını en çok, filmi de yapılan ilk kitabı Kadının Adı Yok'la duyurdu. Köşe yazarlığıyla birlikte, feministliğiyle öne çıkarken, hem feministlerin, hem karşıtlarının eleştirilerine maruz kaldı. Şimdi evinde ‘‘bir erkek üzerine’’ bir roman daha yazmakla meşgul olan Asena, basında bugünkü durumu şöyle değerlendiriyor: ‘‘Durum daha iyi ama yine çok parlak değil. Kadınlardan beklenen genellikle ‘hafif' olmaları. Erkek yöneticiler ‘Senden Kıbrıs sorununu yazmanı istemiyorum ben kızım' havasındalar sanki. Kadın köşe yazarlarından bir popstar havası bekliyorlar ama popstar bir erkek köşe yazarı çıkartmak için uğraşmıyorlar.’’

FERAİ TINÇ

Keşke kadın yazar saltanatı olsa

Boğaziçi Üniversitesi'nde İngiliz Dili ve Edebiyatı okumuş, biraz da solculuk yapmıştı. Hürriyet'in Dış Haberler servisinde çalışmaya başladığında tutkusu ‘‘dünyada olup bitenleri anlamak, onu avuçlarında hissetmek’’ti. Dile kolay, on yılı yöneticilik olmak üzere, 22 yıl dış habercilik yaptı ve hiç sıkılmadı. Ama 1990 yılında Genel Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök'ün ‘‘Sen dış politika yaz’’ teklifi, korkutucu geldi ona. Mutfakta dış politikayı izlemek, habercilik yapmak başkaydı, sahne önüne çıkıp erkeklere özgü bir konuda söz söylemek başka... 14 yıldır yazılarında dünyayı, Türkiye'yi, biraz da kadınların sorunlarını ele alıyor. Ama yazısını sayfaya her yolladığında ‘‘sıkıldı, utandı.’’ Erkek meslektaşları gibi, ‘‘Ben demiştim, öyle oldu’’ demedi. Bunun kadınca bir tavır olduğuna inanıyor.

Kadın bakış açısının buralardan yazılara sızdığını, olaylara bakışı etkilediğini düşünüyor. Basında kadın yazar saltanatı olmasını çok istiyor. Ama sorularımıza cevap verdiği gün gazeteye baktığını ve 14 erkeğe karşılık iki kadın köşe yazarı gördüğünü söylüyor: ‘‘Şu güce bakın!’’

Ona göre Türk basınında kadın çalışan sayısının çok olmasının nedenleri belli: Kadınlar fedakarca ve iyi çalışıyor, iyi iş çıkartıyorlar. Üstelik de az paraya çalışıyorlar. Bunu anlamak için, en üst düzey görevlerde, eşit işi yapan kadınlar ve erkeklerin aldıkları paralara bakmak yeterli.

NUR ÇİNTAY

Yayın yönetmeniyle yakın olmak sanıldığının tersine, ağırdır

Nur Çintay, Boğaziçi mezunu, gazeteciliğe Cosmopolitan dergisinde çeviriler yaparak başlıyor. Sonra ‘‘komşu dergi’’ Esquire'a geçiyor. Daha doğrusu, derginin o zamanki Genel Yayın Yönetmeni Emre Aköz ‘‘Bizimle çalışır mısın?’’ diye sorunca, hayatı değişiyor. Her manada. (Şu anda kocası.) Yazı pratiğini ise Milliyet'in eklerinde öğreniyor! Şöyle: ‘‘Vitrin Ajanı yazılarıma, bilenler 'Amaaan Emre sevgilisine yazdırıyor' der, içeriğe bakmazdı. Yayın yönetmeniyle yakın olmak, bazen sanıldığının tersine, son derece ağırdır.’’ Çintay'ın köşe yazarlığı İsmet Berkan'ın telefonuyla gerçekleşiyor ama, ‘‘Bu hafif şeylerden bahseden bu kadın da neyin nesi?’’ gibi tepkiler alıyor. Üstelik sarışın! ‘‘Hálá beni oraya yakıştırmayan birçok Radikal okuru, dahası yazarı, çalışanı var ama kalan sağlar bizimdir!’’ Çintay, içinde yer aldığı fotoğrafı şöyle değerlendiriyor: ‘‘Kadın yazar saltanatı denir mi bilmem ama 'Hafiften life style'a giren otuzlarında kadın' kotası diye bir şeyden bahsedilebilir herhalde.’’

DONATELLA PIATTI

Kadınlar yıkıcı değil yapıcı

Donatella Piatti, 22 yıldır Türkiye'de yaşayan bir Neo-Levanten. Mehmet Yılmaz'ın teklifiyle beş yıl kadar önce Radikal'de yazmaya başladı. Tabii tartışmalarla: ‘‘Eskiden yazdığım şeylere erkekler saldırıyordu. Mesela Türk erkekleriyle ilgili bir şey yazdıysam hakaretler gelirdi. Fakat son iki senedir; erkekler tarafından da çok iyi takip ediliyorum, artık erkekler kendileriyle dalga geçmeyi öğrendiler. Özeleştiri yapabiliyorlar. Yani biz kadın yazarlar erkekleri alıştırdık, değiştirdik. Biz her zaman güzel yazdık, duygusalız, iyi analizler yapıyoruz. Hem kadınlar yıkıcı değil, yapıcı. Erkekler tam tersine. O yüzden kadınların sayısının çoğalmasıyla güzel bir kokteyl oldu.’’

OYA BERBEROĞLU

Erkek yöneticiler kadın rakiplerinden köşe vererek kurtuldular

Oya Berberoğlu 20 yılı aşkın bir süredir gazeteci. 10 yılı Ankara'da olmak üzere 15 yıl muhabirlik ve editörlük yaptı. Kadın yazarları daha meraklı, detaycı, araştırıcı, hassas, rafine, zarif, donanımlı, vicdanlı ve doğrucu buluyor. Erkeklerin çoğunun işin kolayına kaçtığını düşünüyor. Kadın köşe yazarlarının sayısının son yıllarda artmasını ise şuna bağlıyor: ‘‘Belki de erkek yöneticiler, iyi yetişmiş, kendilerine rakip olabilecek arkadaşlarımızı köşe vererek kendilerine rakip yaratmaktan kurtarmış olabilirler!’’

Berberoğlu, hiç gazetecilik yapmadan gazetelerde köşe sahibi olmuş yazarları meslektaş olarak görmüyor.

SİBEL ERASLAN

Popülerliğin dışında da var olmalı

Hukuk Fakültesi mezunu Sibel Eraslan, uzun süre Refah Partisi'nin İstanbul İl Hanımlar Komisyonu Başkanlığı'nı yapmıştı. Yazarlığa, çeşitli İslamcı dergilerde yazarak başladı. Bir gazetede (Akit) köşe yazarı olması ise bir erkek yazardan boşalan yeri doldurmasıyla gerçekleşebildi. Ona göre yazıyla uğraşan kadınların, magazine yatkınlıkları ve düşkünlükleri siyasi işlerden anlamayacakları yönündeki fikri besliyor:‘‘Kadın karton bir kimlikle satıcı konumuna dönüşüyor, yazdıkları ve iç anlamlar kayboluyor. Ben, kadın kadına bir iç eleştiri de yapılmasından yanayım. Pek çok kadın yazıcı popüler olmak kaygısının dışında da var edebilmeli kendini.’’

ÖZLEM ALBAYRAK

Çamursu bir samimiyet

Özlem Albayrak, beş yıldır köşe yazarı. Gazeteciliğe muhabirlikle başlamış. Basının ‘‘life style’’ yazarlığından mustarip olduğunu düşünüyor: ‘‘Şık, modern, özgür, uçuk kadından müthiş bir hezeyanla döke saça önünüze seriliveren bir mahrem. Şık restoranlarda yenecek Fransız yemeklerinden, sevgiliyi idare etme yollarına, ne ararsanız var. Çamursu bir samimiyetle hayat tefrikası diyeceğim bu tür yazıların neredeyse tamamının kadın kaleminden çıkıyor olması, hem genel anlamda basın etiği, hem de kadın yazarlara haksızlık bağlamında müthiş bir tehlike içeriyor.’’ Albayrak, İslami ya da muhafazakar basın camiasında ‘‘life style’’ denebilecek bir gazetecilik ya da yazarlık türü olmamasından memnun. Ama basının genel probleminin burada da hükmünün sürdüğünü görüyor: Kadın yazar sayısı az!

PAKİZE SUDA

Erkek yazarları ağır ol molla'lıktan kurtardık

Uzun yıllar sonra, bir zamanlar sık sık magazin sayfalarında haber olduğu gazetenin yazarı oldu. Hayatı zaten, gazeteci babası nedeniyle, İzmir'de matbaada geçmiş, yine babası sayesinde Türkçe'ye hakim, iyi bir okuyucu olmuştu. 17 yaşından itibaren dönemin ünlü gazinolarında, ünlü sanatçıların kadrolarında üvertürlük yapan, on kadar da film çeviren Pakize Suda, en son Ece'nin Aynalı Meyhanesi'nde program yapmaya devam ederken, en yakın dostları da yine gazeteciler, yazarlardı. Onlardan birinin teklifiyle yazarlığa başladı. Tabii başlangıçta çok kolay olmadı; ‘‘Şarkıcıdan gazeteci mi olur?’’, ‘‘Zaten yazıları o yazmıyor ki’’ tartışmaları aldı yürüdü.

Peki bu toprakların kadın köşe yazarı konusundaki mümbitliğinin sebebi ne? ‘‘Şimdi şöyle... Genel yayın yönetmenleri açıyorlar rakip gazeteyi, bakıyorlar kaç kadın yazar var... Eğer kendi gazetelerinde sayı olarak eksik varsa derhal eş, ahbap, dost, yazı işlerinden bir fıstık, reklam servisinden bir çıtır, vs. birini arıyorlar ve diyorlar ki, ‘Gel sana bi köşe verelim; çok kolay, falanca gibi yazılar yazacaksın.' E, bizim memlekette kimsenin ağzından ‘Beceremem' lafının çıktığı duyulmadığından, millet bir kadın yazarı daha bağrına basmak durumunda kalıyor!‘‘

‘‘Şaka’’ deyip şu gerçeğin altını çizmeden de geçemiyor Suda: Kadınlar erkeklerden daha cesur ve renkli. ‘‘Erkekler ağlamaz’’, ‘‘Erkekler gülmez’’, ‘‘Erkek adam renkli giymez’’ derken ‘‘Erkek ekonomi ve politika dışında yazmaz’’a kadar varmış iş. Neyse ki son zamanlarda ‘‘pazar rehaveti’’, ‘‘tatil yazısı’’ derken erkek yazarlar da ‘‘Ağır ol molla desinler’’ tavrından vazgeçtiler. Kadın yazarların hiçbir faydası olmasa bu faydası oldu.
Yazının Devamını Oku