Oğuz Aral

İyilik yapmak kolay mı?

30 Mayıs 2004
O gazeteye girmeden önce beni uyarmışlardı: ‘Aman aklın varsa Adnan’dan uzak dur.’

‘Niye, kötü biri mi?’

‘Tersine çok iyi biri ama, sen yine de kendini kolla.’

‘Niye yahu?’

‘Yakında anlarsın’
demişlerdi.

Gazetede çizmeye başladığım ilk gün odamın kapısı ‘Gümm’ diye açıldı. İçeriye şirin ve güleç yüzlü, temiz kılıklı biri girdi. Coşkuyla elimi yakalayıp sıktı.

‘Seninle nihayet aynı gazetede çalışacağım için ne kadar mutlu oldum bilemezsin.’

Adeta kaybettiği bir dostunu yıllar sonra görmenin sevinci içindeydi. Adamı tanımıyordum, ama hemen kanım kaynadı. Mavi gözlerinden sevecenlik, güleç yüzünden iyilik akıyordu. Masamın üstüne baktı.

‘Bir çay bile içmemişsin. Zaten bu gazetede çaycıyı bulmak, Kutuplar’da petrol bulmaktan zordur’ deyip bir koşu fırladı. Az sonra elinde iki bardak çayla döndü.

‘Çok teşekkür ederim, niye zahmet ettiniz?’

‘Ne zahmeti canım, senin gibi bir sanatçıya çay taşımak bana mutluluk verir. Afedersin, kendimi tanıtmayı unuttum, ben Adnan.’

‘Tanıştığımıza çok sevindim’
dedim, ama pek de sevinmedim. Adnan adını duyunca içimdeki sıcak duygular uçup gitti. Herhalde beni boş yere uyarmamışlardı. Bu sevimli görünüşün altında, belki de namussuz bir herif gizleniyordu. Çayı bitince izin isteyip gitti. Ben de yarım ağızla, soğuk bir ‘Güle güle’ dedim. Ama soğukluk işe yaramamış olmalı ki Adnan yarım saat sonra yine odama geldi. Üstelik sevecenliğine bir de samimiyet eklemişti. Bir sandalyeyi çekip yanıma oturdu. Elini omuzuma koyup,

‘Bak Oğuz, aynı gazetede çalışanlar aynı aileden sayılırlar. Birinin derdi, hepsinin derdidir. Lütfen beni kardeş bil ve sıkıntını saklama. Bu gazeteye yeni girdin ve ay başına daha 25 gün var. Mutlaka maddi sıkıntın vardır. İzin verirsen sana biraz borç para vermek istiyorum. Ben bekár bir adamım ve aşırı hiçbir masrafım yok. Üstelik babadan kalma biraz yan gelirim bile var. Sen sıkıntı çekersen, onca para benim kursağımdan geçmez’ deyip elini cebine attı. Adnan doğru tahmin etmişti. Bu gazeteye girmeden önce aylarca işsiz dolaşmıştım. Ev sahibim kira borcum yüzünden beni icraya vereceğini söyleyip duruyordu. Bakkal Halil ise, veresiyeyi 2 hafta önce kesmişti.

Adnan cebinden bir tomar para çıkarınca, bileğini tuttum. Sesimi sertleştirip,

‘Çok teşekkür ederim Adnan Bey, ama param var. İhtiyacım olursa ben size haber veririm’ dedim. Adnan kırgın bakışlarla yüzüme baktı ve özür dileyip gitti.

*

Öğle yemeği için yemekhaneye indiğim zaman masalar tıklım tıkaç doluydu. Bir tek Adnan’ın yanındaki sandalyeler boştu. Sanki vebalıymış gibi adamın yanına kimsecikler oturmamıştı. Tabii ben de oturmadım. Bir sandalyenin boşalmasını bekledim.

O günün sonrasını çok şükür Adnan’sız geçirdim. Ama gazeteden çıkınca daha 10 metre yürümeden yanımda bir araba durdu. Adnan başını pencereden çıkarıp,

‘Ne tarafa?’ diye sordu. Tuzağa düşmemek için,

‘Siz ne tarafa?’ diye cevap verdim.

‘Ben eve gidiyorum.’

‘Pekii, eviniz ne tarafta?’

Fena halde sıkışmıştım. Artık ‘Sizinki ne tarafta?’ diye sorma şansım yoktu. Can havliyle kafamı çalıştırdım, öyle sapa bir yer söylemeliydim ki, Adnan beni arabasıyla evime bırakmaktan derhal caymalıydı. Aksi gibi aklıma bir semt ismi de gelmiyordu. Arkamızda birkaç araba birikip korna çalmaya başlamıştı bile. Birden telaşla,

‘Küçükçekmece’de oturuyorum’ deyiverdim. Adnan yüzünde mutlu bir gülücükle arabasından fırladı. Beni yaka-paça arabasına sokarken,

‘Ne güzel rastlantı, ben de Basınköy’de oturuyorum zaten. Küçükçekmece bizim evden 2 kilometre bile çekmez. Seni bırakıp eve öyle dönerim’ dedi. Biraz direnecek gibi oldum, ama adam benden güçlüydü ve en az 15 kilo ağırdı. Yolda ikram olsun diye arabanın radyosunu da açtı,

‘Hangi müzikten hoşlanırsın?’

‘Hangisi olursa fark etmez.’

‘Senin bağlama çaldığını duymuştum, demek ki Halk Müziği’ni seviyorsun’
deyip uğraştı didindi, türkü çalan bir istasyon buldu. Topkapı’yı geçtiğimiz sırada ben hálá içimden kendime küfürler yağdırıyordum.

‘Ulan salak, bir yere gitmiyorum... Evim filan yok... Nah şuradaki otelde kalıyorum demeyi akıl etsene dümbelek!’

Merter’i geçerken bir ara aklıma kötü fikirler düştü. Yoksa arkadaşlar Adnan için öyle bir şeyler mi ima etmek istemişlerdi? Çaktırmadan adamı alıcı gözüyle süzmeye başladım. Homoseksüel birine benzer bir hali yoktu. Ama belli mi olurdu!.. Ben bunları aklımdan geçirip bir taciz durumunda nasıl davranacağımı hesaplarken Adnan,

‘İçimden ne geçiyor biliyor musun? Önce bize gidelim, senin gazeteye başlaman şerefine birer kadeh içki içelim. Harika bir Fransız konyağım var. Hatta yemeğe de kalırsan, çok daha mutlu olurum. Tabii, evde yenge beklemiyorsa...’

O sıralarda bir evlilik molası yaşadığım için boş bulunup,

‘Evde yenge menge yok’ dedim. Sonra da içimden,

‘Hay ben benim ağzıma şaapıyım. Gecikirsem çoluk çocuk beni merak eder desene a hıyar!..’ diye kendime yine sıvandım. Sonra da eve konuk beklediğim ve gecikirsem çok ayıp olacağı konusunda Adnan’ı zor bela ikna edip Küçükçekmece’de tanımadığım bir sokakta arabadan indim. Gazeteden çıkarken cebimde sadece Nişantaşı’na gidecek kadar dolmuş parası olduğundan, Küçükçekmece’den otostop yaptığım domates yüklü bir kamyonla İstanbul’a geceyarısı dönebildim.

*

Ertesi gün gazeteye geldiğimde Adnan’ı odamda beni beklerken buldum.

‘Dün gece uyku tutmadı. Yüzünün solgunluğu ve peşpeşe sigara içişin sabaha kadar gözümün önünden hiç gitmedi. Hele, arada bir kesik kesik öksürmen, tipik bir belirti...’

‘Neyin belirtisi?’

‘Tüberkülozun... Şu sıralarda zaten salgın hale geldi. Mutlaka bir doktora görünmelisin. Hem de şimdi!..’

‘İlgine teşekkür ederim ama, ben maaşallah domuz gibiyim. Günde 3 paket Maltepe’nin üstüne gidip bir de boks antrenmanı yapıyorum. Şimdi doktora değil, iyi bir karikatür esprisine ihtiyacım var. Çünkü karikatürümü Anadolu baskısına yetiştirmem gerek.’

Adnan yüzüme o kadar kırgın ve küskün gözlerle baktı ki, bir an boş bulunup adama acıdım. Ama hemen kendimi toparlayıp odada yalnızmışım gibi günlük gazeteleri okumaya başladım. O da, sessizce odadan çıkıp gitti.

*

Karikatürümü bitirip tam gitmeye hazırlanıyordum ki, Adnan yanında adam azmanı, çantalı biriyle geldi. Azman selamsız sabahsız elini omuzuma bastırıp beni sandalyeme çökertti ve,

‘Soyunun!’ dedi. Ben tam ‘Höst lan niye soyunuyormuşum? Sen beni artist heveslisi mi sandın?’ diyecekken Adnan,

‘Fahrettin Bey benim okul arkadaşımdır ve Göğüs Hastalıkları uzmanıdır. Ricamı kırmayıp seni muayene etmeye geldi’ dedi. Demekle de kalmadı, elindeki poşetten çıkardığı bir sürü ilacı masama yığdı. Ben de,

‘Ah, çok teşekkür ederim. Siz buyurun oturun, ben de soyunayım’ deyip ayağa kalktım ve Adnan’a sağ gösterip sol bir sayd step adım çekip (yani yan adım) kapıdan fırlayıp çıktım.

*

Bir seçim gecesi gazete arı kovanı gibiydi. Yalnız haberciler değil, magazin, spor servisi hatta biz çizerler bile telefonlara koşup, hesap-kitap yapıp seçim sonuçlarını okura yetiştirmeye çalışıyorduk. Birden Yazıişleri salonunun kapısı tekmeyle açıldı. Adnan, kırık camlara basarak içeri girdi. O sevecen ve güleç hali yok olmuştu. Kan çanağına döndüğü için mavisi kaybolmuş gözleriyle hepimize çıldırık bakışlarla baktı. Sallanmasından, epeyce içki yüklü olduğu da anlaşılıyordu.

‘Ulan alçaklar!.. Ulan namussuzlar!.. Sizlere küçücük bir iyilik yapmama bile izin vermediniz. Birine yardım etmeden, iyilik yapmadan bu dünyada yaşanır mı be!.. Bırakın lan size azıcık iyilik yapayım or..pu çocukları!..’ diye bir avaza bağırıp çağırdı. Sonra da omuzları çöktü, boynu büküldü, ayaklarını sürüyerek çıkıp gitti.

*

Aradan upuzun yıllar geçtikten sonra geçenlerde Adnan’a rastladığım için bu yazıyı yazdım. Üstü başı, hali tavrı perperişandı. Beni tanımadı bile. Elindeki bir torbadan ekmek kırıntıları çıkarıp denize atıyordu ve kendi kendine,

‘Geh... Geh... Balıkçıklar, bakın Adnan abiniz size yine mama getirdi. Geh!.. Geh!..’ diye söyleniyordu. Ama görünürde tek bir balık bile yoktu.
Yazının Devamını Oku

Sevilecek adam mı kaldı?

23 Mayıs 2004
<B>R</B>ahmi, masanın kenarına ilişti ve sesini alçaltarak,<br><br><B>‘Bu yeni gelen oğlanı nasıl buldun?’</B> diye sordu. ‘Daha tanımıyorum, işe başlayalı 2 gün oldu. Ama fena bir çocuğa benzemiyor.’

‘Ben hoşlanmadım.’

‘Niye, sana bir şey mi yaptı?’

‘Haddine mi düşmüş?’

‘Öyleyse tanımadığın birinden niye hoşlanmıyorsun?’

‘Ben insan sarrafıyımdır, adamı gözünden anlarım. Herifin gülücüklerini, kibar kibar konuşmalarını yer miyim sanıyorsun?’

‘Yahu çocuk bize olan saygısından öyle davranıyor.’

Rahmi, parmağını diline sürtüp masama ıslak bir çizgi çekti ve,

‘Nah buraya yazıyorum, haftasına varmadan ne mal olduğu ortaya çıkar’ deyip kendi masasına döndü.

Rahmi bizim salonda çalışan kimseyi pek sevmezdi zaten. Ama Turhan da Rahmi’yi sevmezdi. Çünkü Turhan, Karadeniz’liydi. Kürt kökenli olduğu için Rahmi’yi hem sevmez, hem de küçümserdi. Arada bir Rahmi’ye bakıp,

‘Bunlar patlıcan görünce fare sanmışlardır. Bunların sakal tıraşını üç berber üç günde zor bitirir...’ diye mırıldanırdı.

Gerçekten de Rahmi, bir kıl milyarderiydi. Sinekkaydı tıraştan sonra bile yüzünde kalan sakallar benim üç günlük sakalıma bedeldi.

Tabii, Selahattin de Turhan’ı sevmezdi. Hele son üç yıldaki sevgisizliği, nefrete dönüşmüştü. Birkaç pazartesi Turhan’ı dövmeye kalkmıştı da, elinden zor almıştık. Çünkü Selahattin hasta bir Fener’liydi. Pazartesi sabahları yaptığımız maç muhabbetlerinde Turhan’ın attığı Galatasaraylı nutuklarına dayanmak gerçekten zordu.

‘Bu hayatta kör, topal, kambur doğmak şanssızlıktır. Ama en büyük şanssızlık, Gassaraylı doğmaktır!.. Allah adamı kazadan, beladan, depremden korusun. Ama en fazla Galatasaraylı olmaktan korusun!..’

Mithat da Selahattin’den günahı kadar hoşlanmazdı. Çünkü Mithat hızlı bir solcuydu. Selahattin’in MHP yanlısı olması, onun tüylerini diken diken ediyordu. Üniversite yıllarındaki kanlı bıçaklı ülkücü saldırılarını unutamıyordu. Selahattin, o yıllarda herhalde ilkokul öğrencisi filandı. Sağcılıktan, solculuktan haberi yoktu. Ama olsun, nasıl olsa sonunda kurt eniği kurt olurdu.

Mithat’ı da hacı diye takıldığımız bizim arşiv memuru Abdullah sevmezdi. Mithat arşivden resim istediği zaman önce duymazdan gelir, sonra bin bahane icat edip resmi getirmeyi geciktirirdi. Hacı Abdullah, namazında niyazında gerçek bir hacıydı. Eskilerin anlattıklarına göre bir zamanlar, rakıcı ve zampara bir magazin muhabiriymiş. Ama emekli olunca kendini dine vurmuş ve hacca gitmiş. Üstüne üstlük, Nakşibendi tarikatına katılmış. Sonra da gazetesiz yapamadığı için Babıali’ye geri dönmüş. Gazetecilikte en az günah işlenebilecek bölüm olduğu için az bir paraya razı olup arşiv memurluğunu seçmiş. Az tanıdığı halde Mithat’a olan bu öfkesinin nedenini öğrenince şaşırdım. Meğerse bizim Mithat Alevi’ymiş ve birçok Sünni tarikatı gibi Nakşibendiler de Alevilerden nefret edermiş.

Abdullah, Mithat’ı sevmiyordu ama, Dış Haberler Müdürü Sami, Abdullah’ı hiç mi hiç sevmiyordu. Filistin’de ne zaman bir çatışma çıksa, Abdullah Yahudiler’e uluorta söver, beddualar yağdırırdı. Sami de Yahudi’ydi. Aile adı sanırım Samuel’di. 4-5 dili ana dili gibi konuştuğu için, dış haberler konusunda uzmanlaşmıştı.

Ama Kaya’nın Sami’den nefret etmesinin nedeni, Yahudi oluşu değildi. Moruk Kaya, benim kuşağımın birçok gazetecisi gibi savaş yıllarının yoksulluğunu yaşamış, liseyi kör topal bitirebilmiş ve sokakta gazete satarak mesleğe başlamış, istihbarat şefliğine kadar yükselmiş, ama şimdi sadece okur mektuplarını yanıtlayan eski bir gazeteciydi. Sami’nin Fransa’da üniversite bitirmesi, son moda giyinmesi, gazeteye 4x4 bir Renç Rovır’la gelmesi, ona fena batıyordu. Hatta, Sami’nin bildiği yabancı diller bile ağırına gidiyordu.

‘Zengin piçlerinden gazetecilik mesleğine hayır gelmez. Okul bitirmekle de gazeteci olunmaz. Halkın çektiğini çekmeyen, derdini anlamayandan gazeteci mi olurmuş? Zaten altında araba, kıçında blucin, kıç cebinde telefon, kulağında küpe olanlar yüzünden basın bu hale geldi. Hele o saçı sarı boyalı sıska karılar gazeteci olduktan sonra bu meslek iflah etmedi. Hepsi bir taraftan feminizm nutukları atıyor, bir taraftan reyting için apış arası hatıralarını yazıyor!..’

Tabii, bizim moruk Kaya’yı birçok genç gazeteci gibi Çiğdem de sevmiyordu. Ona ortalık temizlenirken itlaf edilmesi unutulmuş bir dinozor gözüyle bakıyordu. Hatta,

‘Bak kızım, röportaj yaparken cart diye lafa girmeden önce kişiyi ve dekoru tanıt’ gibisinden taş devri gazeteciliğinden kalma nasihatler vermesine çıldırıyordu.

Ama Çiğdem’in Kaya’ya olan nefreti, Ali Rıza’nın Çiğdem’e olan nefretinin yanında ana muhabbeti gibi kalırdı. Ali Rıza ile Çiğdem, bir yıl beraber yaşamışlardı. Herkes onlara evlenecekler gözüyle bakarken, birden ayrılıvermişlerdi. Ayrılmalarından az sonra Çiğdem, adliye muhabirliğinden röportaj yazarlığına getirilmiş, sonra da röportajcıların şefi yapılmıştı.

Ben bu söylenenlerin yalancısıyım. Bu birdenbire yükselen değer operasyonunda Yazı İşleri Müdürümüz Fahrettin Bey’in katkıları büyükmüş. Çünkü, birçok beş yıldızlı lüks otelden sabaha karşı beraberce ayrılırken görülmüşler.

Ali Rıza terk edilmeyi her Türk gibi erkekliğine yediremediği için Çiğdem’den nefret ederken, bizim çaycının küçük ve uyanık çırağı Osman da Ali Rıza’dan nefret ediyordu.

‘Geçen gün çayını geç getirdim diye ana avrat küfretti. Daha önce de çay soğuk diye enseme tokat atmıştı zaten!’

‘Sen de çayını zamanında ve sıcak getir.’

‘Ben o anda kaç kişiye çay kahve yetiştiriyorum haberin var mı ağabey? Ama herifin öfkesi çaydan değil.’

‘Ya neden?’

‘Ben çocukum ya ondan!.. Bunlar kendilerinden genç birini görünce kuduruyorlar.’

‘Sen de abarttın ama Osman, Ali Rıza Bey de genç.’

‘Ne genci be ağabey?.. Herifin ahı gitmiş, vahı kalmış... Neredeyse 30’una gelecek!.. Ah, benim moruk babam adam olsaydı ben şimdi okulda olurdum. Bu heriflere çay kahve taşıyan şamar oğlanı olmazdım. Bu morukların hepsi pislik!..’

68 yaşındaki halimle Osman’a verecek yanıt bulamadım. Zaten, masadaki çay bardağını alırken yüzüme öyle kötü bakıyordu ki...

*

Kıç kıça çalıştığımız küçücük salonda kimse kimseyi sevmiyordu. Oysa mesleğimiz, amacımız birdi. Yani hepimiz aynı sandaldaydık.

Rahmi, Selahattin, Turhan, Mithat, Abdullah, Sami, Kaya, Çiğdem ve Ali Rıza’yı düşündüm. Herkes birbirinden becerebildiği kadar nefret ediyordu. Hatta Osman gibi, çocuk yaştakiler bile nefretle doluydu. Birbirimizi sevmeyi acaba niye beceremiyorduk?

Belki sevmek, emek isteyen zahmetli bir işti!..

Ben de kendi kendime bu herifleri niye hiç sevmiyorum diye düşünüp durdum. Sonunda,

‘Başkalarını sevmeyi beceremeyen birini ben neden seveyim?’ deyip gönlümü ferahlattım.

Sevgisiz pis mahluklar ne olacak!..

Sonra da içime bir kurt düştü. Ya onlar da beni sevmiyorlarsa?.. Ya benden nefret ediyorlarsa?..

Hişşt!.. Oralarda, kenarda, kıyıda beni seven biri var mı?
Yazının Devamını Oku

Sonunda Türk oldum

16 Mayıs 2004
İlk milliyet değiştirdiğim zaman 4 yaşındaydım. Amerikalı kovboy Maskeli Süvari olmaya karar vermiştim. Maskeli Süvari, 1001 Roman dergisindeki bir çizgi kahramandı. Kovboy şapkası ve maske işi kolaydı. Gardıropta annemin ve babamın giymediği bir sürü şapka vardı. Maskeyi de siyah káğıttan yapmıştım. Ama Maskeli Süvari’nin Kızılderili arkadaşı olan Tonto’yu nereden bulacaktım? Kedim Tekir’i Tonto’luğa razı etmek için mutfaktan aşırdığım etleri rüşvet olarak veriyordum. Ben atımla dörtnala giderken, o da peşimden seyirtiyordu. Bir gün yine atım Gümüş’ün üstünde dörtnala giderken, maskenin göz delikleri yana kaydı. Önümü göremediğim için ben de merdivenlerden yuvarlandım. Kafam yarıldığı için Amerikan kovboyluğum böylece sona erdi. Fakat tekrar milliyet değiştirmem uzun sürmedi. Futbol hayatımın başlamasıyla, İspanyol olmam bir oldu. Mahallede en kötü top oynayan çocuk ben olduğum için kaleci olmak kaderimdi. O yıllarda İspanyol kalecisi Zamora bir efsaneydi. Kimse maçını görmemişti. Hatta, fotoğrafını bile gören yoktu. Ama Türkiye, efsaneler ülkesiydi. Örneğin bir başka efsaneye göre bizim futbolcu Bekir bile, Gavuristan’da top oynarken bir şut çekmiş, top da otlayan bir ineğe rastlayınca hayvancık nalları dikmişti. Bilumum gavurlar şaşakalıp Bekir’i dünyanın en birinciye futbolcusu ilan etmişlerdi. Tabii, Zamora olmak kolay değildi. Kendimi yerden yere atıyor, taş toprak üstünde o kale taşından bu kale taşına solucan gibi sürünüyordum. (Eskiden kale direği değil, kale taşı vardı.)

Annem bana tentürdiyot, merhem ve yırtılmamış giysi dayandıramayınca, İspanyolluğuma son verdi. Zamora’lığım yasaklanınca ben de İngiliz oldum. Çünkü Erol Filin’in oynadığı ‘Vatan Kurtaran Aslan Robin Hud’ filmi ortalığı kırıp geçiriyordu. (Televizyonda hálá oynuyor.) Ben de o filmi bir haftada tam 5 kere izlemiştim. Artık sırtımda bahçedeki söğüt ağacı dalından kıvrılmış bir yay ve annemin şemsiyesinden yürütülmüş tellerden yapılan oklar vardı. Bir Robin Hud olarak ağaçlara, duvarlara attığım oklarla İngiltere Krallığı’nı ve Aslan Yürekli Riçırd’ı kurtarmaya çalışıyordum. Fakat bizim mahallede başka bir Robin Hud daha peydah olmuştu. Albayın oğlu Ünsal da aynı filmi seyredip Robin Hud olmaya karar vermişti ve maalesef benden daha iyi ok atıyordu. Ok savaşlarımız sonunda birbirimizi kör etme tehlikesi başgösterince, işe ordu müdahale etti. Ünsal’ın albay olan babası ikimizin de yaylarını kırdı, oklarımızı da elimizden alıp kıçımıza birer şaplak çekti. Bence, bu askerlerin sivil yaşama ilk müdahalesiydi. Böylece İngilizliğim sona erdi ve Afrikalı oldum. Çünkü o sırada sinemalarda Coni Veys Müller’in oynadığı ‘Tarzan’ filmi tam gönlüme göreydi. Her ne kadar bizim bahçede aslan, kaplan, fil, timsah yoksa da, mevcuttaki sokak itleri, kaplumbağa, tavuk, kertenkele gibi hayvanlar bana yetiyordu. Üstelik çok güzel Tarzan’ca bağırabiliyordum. (Hálá arada bir penceremi açıp Adnan Polat’ın burnumun dibine diktiği gökdelene doğru öfkeyle Tarzan gibi bağırıyorum. Tabii gökdelen de, yedi numara depreme uğramışçasına titriyor.)

Çoğunuz bilmezsiniz, eskiden evlerin kocaman bahçeleri vardı. Bu bahçelerde sebil gibi erik, dut, incir ve çam ağaçları vardı. İlk Tarzan’lık kazasını kavak incirine bağladığım çamaşır ipiyle mürdüm eriği ağacına atlarken geçirdim. İp kopunca, bahçe kuyusunun üstüne düştüm. Allah’tan boylamasına değil enlemesine düştüm de zavallı Afrika halkı Tarzan’ını yitirmekten kurtuldu.

Ama 40 derece ateşli zatürree karışımı bir grip geçirmem nedeniyle, Tarzan’lığım sona erdi. Çünkü Tarzan olmanın birinci şartı, bahçede donla dolaşmaktı. Fakat sonbaharın yağmuru ve ayazı, bahçede çıplak dolaşan Tarzan’lara anlayış göstermiyordu.

Fransız milliyetine geçişim de, uzun süren bu hastalık nedeniyle oldu. Hasta yatağımda okuduğum Moris Löblank’ın yazdığı ‘Arsen Lüpen’in Maceraları’ beni bir Fransız hırsızı yapmıştı. Lüpen, çok zeki bir Fransız hırsızıydı. Artık evde ne bulursam, ben de çalıyordum. Gece hasta yatağımdan kalkıp gizlice mutfağa iniyor ve ateşim çıkar korkusuyla benden gizlenen çikolata ve badem şekerlerini zekámı kullanıp saklandıkları yerlerde buluyordum. Tatlıdan içime baygınlık gelince, Arsen Lüpen gibi diğer çaldıklarımı fakirlere dağıtıyordum. Yani, babamın av köpeği Foks ve evin bilumum kedileri tas kebabı, Arnavut ciğeri, kuzu incik filan vermekten fena halde kilo almışlardı. Bazen gizlice kardeşim Tekin’in odasına girip misketlerini çalıyor, ertesi gün de 5 kuruşa ona satıyordum. Her şeyin bir sonu olduğu gibi, Arsen Lüpen’liğimin de sonu geldi. Annem iki adet karpuz, gümüş kaşıklar, dantel örtüler, bir torba erişte, babamın daktilosu ve av çiftesini yatağımın altında bulunca, ‘Ben hasta bir Arsen Lüpen’im!..’ itirazlarına boşverip kıçıma vurarak Fransız’lığımı sona erdirdi.

Ama en zoru İtalyan olmaktı. Raki Marsiyano İtalyan kökenli bir dünya ağır sıklet boks şampiyonuydu. Co Luis’i bile nakavt etmişti. Yakışıklı ve vurduğunu deviren bir boksördü. Yani, aynen benim gibiydi. Bir dünya boks şampiyonu olarak her gün dövüşmem gerektiğinden, sokakta ve okulda olur olmaz kişilerle hır çıkarıp kavgaya tutuşmaya başladım. Fakat onlar benim Raki Marsiyano olduğumun farkında olmadıklarından, beni hababam dövüp duruyorlardı. İtalyanlık’tan vazgeçişim kendi rızamla oldu.

Sonra Gerenimo yüzünden Kızılderili, Zorro ile Meksikalı, Dartanyan’dan ötürü Fransız, Şerlok Holmes’le İngiliz oldum. Ama biraz daha büyüyünce, Alman olmaktan başka çarem kalmadı. Alman genci ve roman kahramanı Verter, sulu zırtlak ve umutsuzca áşıktı. Dolayısıyla ben de kime áşık olduğumu bilmiyordum ama fena halde áşıktım. Üstelik genç Verter, o zamanın moda aşk hastalığı olan vereme tutulmuştu. Ne yazık ki benim bir haltım yoktu. Arada bir kesik kesik öksürmem de verem olduğumu kanıtlamıyordu. Hiç olmazsa biraz áşık olayım deyip mahallemizdeki en güzel kıza sarktım. Tabii, benden 5 yaş büyük olan kızın ağabeyinden bir güzel dayak yedim. Morarık bir göz ve patlak bir dudakla Alman’lığım sona ermişti. Ondan sonra Yusuf Vehbi yüzünden Mısırlı olmak, Avaramu’cu Raj Kapor’la Hintli olmak ya da Süpermen resimli romanı nedeniyle uzaylı olmak beni kesmedi. Sonunda Türk olmaya karar verdim.

Artık upuzun yıllardır mutlu bir Türk olarak yaşıyorum. Çünkü, biz zaten Robin Hud, Arsen Lüpen veya Tarzan’mışız da haberimiz yokmuş.

Üstelik biraz araştırdım. Türk dilindeki alengirli küfür sözcükleri başka hiçbir dilde yok. Arada bir penceremi açıp hayata karşı bir avaza,

‘Lan geçmişinizi!..’ diye veryansın ediyorum. Çünkü milletimi asırlardır bu küfürlerin ayakta tuttuğuna inanıyorum.
Yazının Devamını Oku

Yok mu bana áşık olan?

9 Mayıs 2004
‘Hoşgeldin Orhan, hayrola yine ne oldu? Yüzünden düşen bin parça.’

‘Ne olacak, yine terk edildim Suna Abla.’

‘Neden?’

‘Layla yüzünden. Ferda’ya artık Layla Mayla yok deyince, o da beni terk etti.’

‘Demek ki kız Layla’da eğlenmeyi çok seviyormuş. Sen de götürüverseydin.’

‘Götürmek ne demek ablacığım, son iki aydır Layla’nın abonesi olduk. Haftada en az üç geceyi Layla’da geçirmekteydik. Ama sabrın da bir sınırı vardır. Bu krizde yemek için ödediğim çuval dolusu para neyse ne de sabahın körüne kadar sandalye tepelerinde ağaç olup Ferda’yı beklemekten gına getirdim.’

‘Ferda’yı niye bekliyorsun?’

‘Yemek biter bitmez hoop diskoya gidiliyor ve Ferda sabaha kadar pistte zıplıyor.’

‘Ne var bunda, sen de onunla dans et.’

‘Bir iki kere denedim ama az kalsın kalpten gidiyordum. Ben sabahtan akşama kadar kan ter içinde çalışıyorum. Ferda gibi öğlene kadar uyumuyorum. Üstelik zıplayıp hoplama yaşını da geçirdim. Kızı masada beklerken o disko gümbürtüsü içinde uyukladığım bile oluyordu. Ama gerçek neden Layla değil.’

‘Ya ne?’

‘Ferda beni sevmiyordu. Yalnız Ferda değil, hayatımdaki hiçbir kadın beni sevmedi.’

‘Hoppalaa!.. Orhan’cığım sana bir haller olmuş, aklını fikrini bozup kendine acıma hastalığına tutulmuşsun. Kadınlar seni niye sevmesin? Tuttuğunu koparan, arslan gibi bir adamsın. Üstelik yakışıklısın ve tahsilli, terbiyeli. iyi bir ailenin çocuğusun. İşinde başarılısın ve de halin vaktin bir hayli yerinde.’

‘Ama bütün bunlar kadınların beni sevmesine yetmiyor Suna Abla.’

‘Madem yetmiyor, onca kadınla niye beraber oldun? Sayısını ben bile şaşırdım. Adın Kazanova Orhan’a boşuna mı çıktı?’

‘Beni sevmedikleri için oldu. Ha babam beni sevecek bir kadın aradım Suna Abla.’

‘Bana Suna Abla demenden artık sıkıldım Orhan... Aramızda en çok 5-6 yaş fark var.’

‘Ne yapayım ablamın arkadaşı olduğun için çocukluğumdan beri ağzım alışmış. Bana bir kadeh içki ver de biraz kendime geleyim Suna Abla.’

‘Her zamanki gibi on iki yıllık Kardü viskisinden ister misin?’

‘İsterim.’

‘Yanına limonlu havuç mu vereyim, yoksa Antep fıstığı mı tercih edersin?’

‘Havuç olsun.’

‘Kadınların seni sevmediğini nasıl anladın?’

‘Saime’yi hatırlıyor musun?’

‘Hatırlamaz mıyım, mahallemizin en güzel kızıydı.’

‘Ben ona tutulmuştum. Ne tutulması, kıza vurulmuştum, yangına düşmüştüm, yemekten içmekten kesildim, uykularım haram oldu. Anam babam halime acıyıp yalvar yakar Saime’yi istediler. Kız da bana kayıtsız değilmiş ki nişanlandıktı.’

‘Hatırlıyorum, nişanında dans bile etmiştim.’

‘Sonra ne oldu?’

‘Ne oldu?’

‘Faruk hıyarıyla evlendi.’

‘Faruk kim?’

‘Kızın uzaktan hısmı olan bir herif. Saime’nin ailesi bizi yalnız göndermediği için hep birlikte gezerdik.’

‘Niye Faruk’la evlendi?’

‘Çünkü benim yanımda tapuksuz pabuçla gezmekten sıkılmış. Biliyorsun Saime’nin boyu bana yakındı. Faruk da benden 5 parmak uzundu. Ama Yelda beni Saime kadar bile sevmedi.’

‘Yelda ile evlenmemiş miydin?’

‘Evlenmiştim ama ilk gecemizden itibaren televizyon seyretmeye başladı.’

‘Ne olmuş yani, hepimiz televizyon seyrediyoruz.’

‘Ama sevişirken seyretmiyoruz. Sen kadın olduğun için elinde uzaktan kumanda aleti olan bir kadınla yatağa girmenin ne demek olduğunu anlamazsın Suna Abla. Ancak reklamlar kısmında yanında kocası olduğunu hatırlıyordu. Bazen reklamlar çıkınca bile zap yapıyordu.’

‘Sen de yatak odandaki televizyonu kaldırıp atsaydın.’

‘Öyle yaptım ama, Yelda da beni terk etti. Bir kadeh viski daha alabilir miyim?’

‘Aç karnına bu kadar içmen doğru değil. Önce sana Rokfor peynirli bir iki kanepe vereyim. Taze yapmıştım, mideni bastırır.’

‘Sen bulunmaz bir ablasın be Suna Abla’cığım.’

‘İltifatı bırak da beni mahcup etme Orhan. Yanına söğüş salatalık da koyayım mı?’

‘Salatalık dedin de aklıma Yasemin geldi. Biliyorsun Yasemin mankendi. Şişmanlamamak için sabahtan akşama kadar salatalık yerdi. Beni sevmiyordu ama hiç olmazsa dürüst kızdı. Pazarlığı baştan yapmıştı. Birinci ayımızda ona tek taş pırlanta bir yüzük aldım. İkinci ayımızda 4x4 Çeroki istedi. Ama marka konusunda anlaşamadığımız için ayrıldık.’

‘Ne markası?’

‘Ben daha ucuz olduğu için 4x4 Honda cip almak istedim. O da Rençrovır’dan aşağısı kurtarmaz dedi, çekti gitti.’

‘Niye gidip hep pahalı kadınları buluyorsun?’

‘Yok be ablacığım, nedense bana gelince kadınların masrafı artıyor. Tabii hep sevgisizlikten. Yasemin benden sonra bir bar fedaisine aşık oldu ve yüzük dahil bütün parasını yedirdi. Haftada en az iki kere de dayak yiyor ama hálá herifle beraber yaşıyor. Çünkü adama áşık!’

‘Yani sana kimse áşık olmadı mı?’

‘Sanıyorum onca kadının içinde belki Zehra beni sever gibi oldu. Hatta benim için kocasından ayrıldı. Benim tam 6 tane çıplak resmimi yapmıştı. O ünlü bir ressamdı.’

‘O kadar resmini yaptığına göre sana gerçekten áşıkmış.’

‘Belki áşıktı ama bu bir tuhaf aşktı.’

‘Aşkın tuhafı nasıl oluyormuş?’

‘Gayet tuhaf oluyormuş. Ben de bu tuhaflığı Zehra’yı bizim yatağımızda sakallı bir şairle yakalayınca öğrendim.’

‘Amanın, elinden bir kaza mı çıktı yoksa?’

‘Kazaya fırsat kalmadan Zehra yataktan fırlayıp kafama gece lambasını vurdu ve beni odadan kovdu. Kapıyı vurmadan yatak odamıza girdiğim için cini tepesine çıkmışmış. Bu onun özel hayatıymış. Onun sevgilisi olmam, onun özel hayatına ve özgürlüğüne karışma hakkını bana vermezmiş. Ben alaturka bir kıroymuşum. Ancak özgür insanlar sanat yapabilirlermiş ve ben sanat düşmanı bir faşistmişim!’

‘Yeni pişirdiğim kremalı mantar çorbası vardı Orhan’cığım. İki kaşık içer miydin, için ısınır.’

‘Sağol abla, artık ben gideyim. Seninle konuşunca ruhum serinliyor, içimdeki kasvet dağılıyor, adeta mutlu oluyorum. Ama ah be ahh!..’

‘Ne oldu?’

‘Bir de bana áşık olacak, beni sevecek bir kadın bulabilseydim keşke.’

‘Dert etme bir gün o da olur Orhan’cığım.’

‘Hoşçakal Suna Abla.’

‘Güle güle Orhan’cığım. Gömleğinin düğmelerini ilikle, terlisin üşütebilirsin.’

*

Suna Abla, sokağın köşesinde kaybolan Orhan’ın arkasından uzun uzun baktı. Sonra iç geçirip pencerenin perdesini kapattı. Gidip yatağının başucundaki sarı güllerin suyunu değiştirdi. Teybe Orhan’ın en sevdiği kasedi koyup ışıkları kapattı. Sonra da kendine koca bir bardak viski doldurup,

‘İnsanın yaşamında 5-6 yıl nedir ki a salak Orhan’cığım? Sen 18’inde delikanlıyken ben de 23’ünde fıstık gibi bir kızdım!’ diye mırıldandı.
Yazının Devamını Oku

En büyük Fener başka büyük var!..

2 Mayıs 2004
Sarı-lacivert çubuklu formamı giydim. Sarı-lacivert bayrağımı pelerin gibi omzuma atıp boynumda düğümledim. Guaj boyayla Kızılderili savaşçıları gibi bir yanağıma sarı, ötekine lacivert çizgiler çektim. Sonra da bastonumu kurdelelerle süsledim. Tabii sarı ve lacivert kurdelelerle... Artık hazırdım. Caddeye çıkıp biraz bekledim. Az sonra ellerinde Fenerbahçe bayrakları olan ve bağrışa çağrışa yürüyen 5-6 kişi göründü. Ben de aralarına katıldım. Onlarla birlikte ‘Şampiyon!.. Şampiyon!..’ diye bir avaza höykürmeye başladım. Bizim kazıkçı manavın önünden geçerken,

‘Ne haber lan paçavra Galatasaraylı, adamı böyle yaparlar işte!..’ diye bağırdım. Sonra da yanımdaki Fenerli takımına dönüp,

‘Çocuklar, bu herif hasta Galatasaraylı’dır’ dedim. Çocuklar birden aşka geldi. Burada yinelemekten hicap duyacağım sözlerle manava düz gittiler. Adamcağız her ne kadar,

‘Durun lan, ben de Fenerli’yim... Ya ya ya, şa şa şa Fenerbahçe çok yaşa!..’ diye feryat ettiyse de ben,

‘Bakın bakın, kırmızı domateslerin yanına sarı kayısıları dizmiş. Sarı-kırmızı ne manaya geliyor ha!..’ diye üsteliyordum.

*

Kazıkçı manavdan öcümüzü aldıktan sonra Taksim’e doğru yürüyüşe geçtik. Bizimle birlikte naralar atarak yürüyen daha bir sürü topluluk vardı.

‘Yavaş yürüyün be, size yetişemiyorum. Zaten nefesim de tıkandı. Şuracıkta birazcık dinlensek olmaz mı?’

‘Sen de yaşına başına bakmadan topal ayağınla ne diye peşimize takıldın?’

‘Lan düdükler, Fener’im şampiyon olmuşken evde pineklese miydim yani? Siz daha kaç yıllık Fenerli’siniz? Ben tam 68 yıldır Fenerli’yim. Doğduğumdan beri yani... Fenerli’likte arkadaşını geride bırakıp kurda kuşa yem etmek var mı? Maazallah bu kılıkta ve tek başıma birkaç Galatasaraylı’ya rastlarsam vebali boynunuza.’

Delikanlıların yüzleri ekşidi ama yapacakları fazla bir şey yoktu. Haydar adlı iri kıyım olanı beni sırtına aldı. Ben Haydar’ın sırtında keyifle,

‘Bir baba hindi heey Allah... Gassaray’a bindi heey Allah!..’ diye ortalığı inletiyordum. Haydar,

‘Fazla debelenme beybaba, bindiğin benim ve zaten seni zor taşıyorum. Düşüp bir yerini kıracaksın. Göstermiyorsun ama, epey ağırmışsın.’

Bir Fenerbahçe süvarisi olarak Haydar’ın sırtında Taksim’e varamayacağım belli olduktan sonra, benim Fenerli takıma bir taksi ısmarladım. Ben Murat arabanın ön tarafına, kalan 6 kişi de arkasına biniştik. Şoför de Fenerli olduğu için ses etmedi. Nasıl sığdığımızı merak etmeyin. Delikanlıların çoğu zaten camlardan sarkmış, arabanın içinde sadece bacakları kalmıştı. Ben de onların bu hallerine bakıp heveslendim ve yanımdaki camdan yarı belime kadar dışarıya sarktım. Hem, ‘Efsane geri döndü...’ diye bağırışıyor, hem de yoldan geçenlere münasip el kol işaretleri yapıyorduk. Bu arada şoför de kornasını ‘Civciv çıkacak, kuş çıkacak’ ritminde zortlatıyordu.

*

Taksim’de taksiden indik. Daha doğrusu benim takım indi. Göbeğim cama sıkıştığı için ben hemen inemedim. Şoför arkadan çekti, çocuklar da önden itip göbeğimi Murat’ın camından kurtardılar.

Taksim Meydanı tıkış tıkıştı. Herkes olduğu yerde ‘Lay lay lom’ diye zıplıyordu. Ben de zıplamaya başladım. Ama arada bir gıdıklandım. Sanıyorum memelerim sarkmıştı. Hopladıkça yukarı aşağı oynayıp beni gıdıklıyorlardı. Yanımdaki çocuklar tempoyla, ‘Tuncaay!.. Hoydoonk!’ diye bağırıyorlardı. Tanımıyordum ama bunlar muhtemelen futbolcu adları olmalıydı. Ben de,

‘Aslanım Lefteer!.. Yavrum Küçük Fikreet!.. Uçan kaleci Cihaat... Şenol, Birol, gool!..’ diye yırtınmaya başladım. Çevremdekiler bana tuhaf tuhaf baktılar ama yine,

‘Nobre... Volkan... Serhat!..’ diye haykırmaya devam ettiler.

‘Taka Nacii, Tarzan Memedalii, Mikro Mustafaaa, yavrum Datkuu!..’ Yanımda hoplayan üstü başı sarı-lacivert bir delikanlı,

‘Datku da kim amca?’ diye sordu.

‘Datku Fener’in Romen kalecisidir. Sen ne biçim Fenerli’sin be? Allah bilir Canavar Burhan’ı bile tanımıyorsundur.’

‘Tanımıyorum.’

‘Hani geçen hafta Turgay’a bacak arasından gol atmıştı. Bu yıl da gol kralı oldu.’

‘Burhan’ı bilmiyorum ama, Turgay’ı duydum. Futbolu bıraktıktan sonra spor yazarı olmuş.’

‘Nee, Turgay futbolu bırakmış mı?’

‘Ben doğmadan önce bırakmış amca.’

‘Allah Allah!.. Bana bıraktığını söylemediydi.’

*

Çevremizde bizi dinleyenler çoğalıp işler kötüye gitmeye başlayınca ‘Lay lay loom!..’ diye hoplayarak delikanlıların yanından ayrıldım. Biraz ileride çok keyifli başka bir Fenerbahçe topluluğu vardı. Topluluğun keyifli kısmı, daracık tişört giymiş üç genç kızdan meydana geliyordu. Hemen sarmaşıp beraberce hoplamaya başladık. Hoplarken bu cici kızların göğüslerine dikkatle baktım. Onların da benim gibi gıdıklandıklarına karar verdim. Kızlar Fener’in şampiyonluğuna o kadar sevinmişlerdi ki, o mutlulukla beni öptüler bile... Tabii ben de en az onlar kadar sevindiğim için öpücükleri karşılıksız kalmadı. Fakat bu sevinç dolu öpücükleri biraz abartmış olmalıyım ki, yanlarındaki delikanlılar beni kızlardan sökütüp ite kaka meydanın dibine kadar götürdüler. Ben de tek başıma İstiklal Caddesi’nde bastonumdaki sarı-lacivert kurdeleleri sallayarak ve ‘En büyük Fener, başka büyük yok!..’ diye bir avaza bağırarak Çiçek Pasajı’na vardım. Seviç’teki garsona,

‘Bana sarı-lacivert bir duble rakı getir. Patlıcan kızartmasıyla salata da sarı-lacivert olsun’ dedim. Rakımı alıp meyhanenin ortasına yürüdüm.

‘Şampiyonun şerefine!..’ deyip kadeh kaldırdım. Bir sürü masa keyifle bana katıldı. Birkaç masa efradının bize kötü kötü bakmasına boşverip kadehimi dipledim.

Garson Muammer, beni yarı taşıyıp yarı sürükleyip bir taksiye bindirirken, ben hálá ‘Şampiyon Fener, senden büyük yok!..’ diye ünülemekteydim. Şoför,

‘Nereye?’ diye sorunca ben,

‘Mecidiyeköy’de oturuyorum ama sen Kadıköy’e Fenerbahçe’ye çek’ dedim. Şoför, formama, pelerinime ve suratımdaki karışmış boyalara bakıp,

‘Helál olsun Daum’a bey amca’ dedi.

‘Daum da kim?’

‘Sizin teknik direktörünüz.’

‘Peki, biz kim?’

‘Fenerbahçe.’

‘Ben Fenerbahçeli değilim ki...’

Araba hafifçe sarsıldı.

‘Yani sen Fenerli değil misin?’

‘Değilim.’

‘Eee, hangi takımlısın?’

‘Dört yıldır Galatasaraylı’ydım, ama bu yıl Fenerli oldum. Allah kısmet ederse, önümüzdeki yıllarda Beşiktaşlı ya da Trabzonlu olacağım. İnşallah Antepli bile olurum.’

‘Benimle dalga geçme bey amca, aslen nelisin?’

‘Ben aslen bayramcıyım. Her bayrama katılmak istiyorum. Ülkede işler kötü gidiyor. Üstelik romatizmalarım da azdı. Televizyon ve gazete haberleri ruhumu karartıyor. Bayramlardan başka çarem yok. Şimdi sen söyle bakalım: Yaktığın likit gazın fiyatı ve arabanın plakası kaç para oldu? Ortaokulu bitirince çocukları okutabilecek misin? Hanımla aran nasıl?’

Şoför yanındaki camdan başını çıkardı: ‘En büyük Fener, başka büyük yoook!..’ diye bir avaza bağırmaya başladı.

*

Ben bu yazıyı aklıevvel olduğum için 3 hafta önceden yazıyorum. Ama Trabzonspor şampiyon olursa şenliğe beni de çağırsınlar. Ben de ‘Ali Kemaal... Şenool... Osmaan!’ diye bağırmaya hazırım. Artık şimdiki oyuncuların hiçbirinin adını bilmiyorum.
Yazının Devamını Oku

Arkadaşlık öldü mü?

25 Nisan 2004
Kapım tekme yumruk çalındığı zaman ben o gün aldığım maaşımı masanın üstünde paylaştırıyordum. Hesap kitap özürlü olduğum için, o ay ödemem gereken paraları tek tek sayıp parti parti ayırarak çevrelerine birer ince lastik geçiriyordum. Sonra da üstlerine kira, apartman gideri, bakkal borcu, elektrik, telefon yazılı küçük etiketler iliştiriyordum.

Kapıyı açınca Yalçın, hışım gibi içeriye daldı. Önce üstüme atlayıp beni iki yanağımdan şapır şupur öptü. Sonra da,

‘Sen benim hayattaki tek arkadaşımsın, senin için canım feda olsun!’ diye inledi.

‘Hayrola, ne oldu?’

‘Sana en iyi arkadaşının hayatını kurtarma şansını tanıyorum. Yoksa beni yarın öldürecekler.’

‘Kimler?’

‘Kumar borcum olan herifler... Bana son olarak yarına kadar mühlet verdiler. Borcumu ödemezsem işimi bitireceklermiş. Yaparlar da... Hepsi belalı haydutlar. En masumu cinayetten 10 yıl yatmış.’

‘Bu adamlarla senin işin ne?’

‘Ben senden arkadaş nasihati değil, arkadaş yardımı istiyorum. Altı üstü 1200 lira!’

O yıllarda 1200 lira dehşet bir paraydı. Bir ünlü gazete, bir dergi, bir de reklam şirketinde gündüz gece çalışmama rağmen aylık kazancım 4000 lirayı geçmezdi.

‘Vallahi o para bende yok Yalçın.’

‘Peki, bunlar ne?’

‘Bunlar, bu aybaşı ödemem gereken borçlarım. Mesela bu 1000 lira bu ayki kiram’
diye masanın üzerindeki lastiklenmiş tomarı gösterdim.

‘Ya bu?’

‘Bu da bakkala olan 780 lira borcum.’

‘Tabii, yerli rakı içeceğine bakkaldan kaçak viski içersen böyle kazıklanırsın.
(O yıllarda viski satışı yasaktı.) Aç gözlü herif, biraz ekonomi yapsana!.. Senin oburluğun yüzünden yarın en eski arkadaşını vuracaklar ve sen viskini ziftlenmeye devam edeceksin!..’

‘Dur yahu, hemen kendini koyverme. Şöyle oturup bir kadeh bir şey iç.’

‘Ne oturması be, herifler gece gündüz peşimde... Şu pencereden bir bak bakalım ne görüyorsun?’

‘Duvara dayanmış iki adam.’

‘İşte o tetikçiler gece gündüz peşimde.’

Tekrar masaya oturdum, elime kalemi alıp derin hesaplara daldım.

‘Buzdolabının taksidini vermezsem, ayırttığım kitapları almazsam ve su alan pabuçlarımla bir ay daha idare edersem sana 900 lira veririm Yalçın.’

Yalçın öfkeyle,

‘Yaa, demek benden 300 káğıdı esirgiyorsun. Yazıklar olsun arkadaşlığımıza!.. Oysa ben sana yakalanmak pahasına kimya sınavında kopya vermiştim de, sayemde mezun olmuştun’ deyip 900 lirayı aldı ve bu kez beni öpmeden gitti.

*

Birkaç ay sonra İstihbarat Şefimiz İrfan Türksever,

‘Oğuz, epey sıkışığım ne zaman ödeyeceksin?’ diye sordu.

‘Neyi, ne zaman ödeyeceğim?’

‘Borcunu.’

‘Ben senden hiç borç almadım ki.’

‘Nasıl almadın?.. Hani Yalçın’la haber gönderip hayati bir konu için 500 lira istetmiştin. 1-2 gün içinde öderim demiştin. 2 ay oldu yahu!..’

Yalvar yakar muhasebeden 500 lira avans alıp İrfan’a olan borcumu ödedim. Sonra da Yalçın’ı bulup ümüğüne bindim.

‘Lan alçak, adımı kullanıp arkadaşlarımı dolandırmaya mı başladın?’

‘Sen arkadaşlıktan ne anlarsın be?.. Ben hayattaki tek arkadaşımı zengin etmek istemiştim. Seni bulamayınca, senin adına borç aldımdı. O gün yüzde yüz garanti bir tüyo bulmuştum. Parayı tek başıma kazanmayı arkadaşlığa yedirememiştim. Sen de kazan istedim.’

‘Ne tüyosu?’

‘At yarışı tüyosu!.. Tüyo doğru çıktı, bizim at birinci geldi.’

‘Paralar nerede?’

‘İkinci tüyo kofti çıktı. Hepsini kaybettik.’

*

Yalçın’la arkadaşlığımız hep böyle sürdü gitti. Bir gün aynı reklam şirketinde çalışırken Yalçın,

‘Herif beni sömürüyor. Herif beni köpek yerine koyuyor. Üç otuz paraya çalıştırıyor’ diye patrondan yakınmaya başladı. Yalçın’ın maaşı gerçekten felaketti.

‘Git zam iste.’

‘Adam yerine koyup beni odasına bile sokmuyor. Ama senin sözünü dinler, hatta senden korkar. İşte arkadaşlık böyle belli olur. Benim yerime gidip sen konuş. Bana biraz zam kopar. Yoksa evden atılıp sokakta kalacağım.’

Patronla Yalçın’ın zammını konuşurken her zamanki gibi kantarın topuzunu kaçırdım. Adam Yalçın’ın bir halta yaramadığını, defolup gitmesini küfürle karışık höykürürken, ben de patrona arkadaşım uğruna birkaç bin lira değerinde bir iki tokat attım. Tabii, o da beni işten kovdu ve yerime zam yapıp Yalçın’ı aldı.

*

Günlerden bir gün Yalçın kahırlar içinde ille de gidip içelim diye tutturdu. Karısından ayrılmıştı. Meyhanede yanımızdaki masada şen şakrak ve bol bıyıklı iki-üç delikanlı vardı. Yalçın üçüncü kadehten sonra,

‘Höst lan öğrenin artık, bundan başka İstanbul yok. Rakı edeple içilir. Karılar gibi niye kahkaha atıyorsunuz ve patırtı yapıyorsunuz kırolar?’ diye yan masaya bulaştı. Ben, dur-tut dedim ama Yalçın’ı heriflerin elinden almaya çalışırken de bir araba dayak yedim. Zaten mini minnacık biri olduğundan Yalçın’ı adam yerine koymayıp kalıbıma bakarak hep beni dövdüler.

Ihlaya tıslaya meyhaneden çıkarken Yalçın,

‘Ben de seni bir adam sandımdı. İstanbul boks ikinciliğin falan palavraymış. Arkadaşlık uğruna yine dayak yedim’ diye homurdanıyordu. Patlamış dudağımla peltek peltek,

‘.ıçmışım senin arkadaşlığına!’ dedim.

‘Sen arkadaşlıktan ne anlarsın? Senin yüzünden beş yıllık karımı boşadım.’

‘Niye lan?’

‘Çünkü seni sevmiyordu. Hakkında hababam kötü konuşuyordu.’

*

12 Mart Cuntası gelip çatmıştı. Cem Yayınevi sahibi rahmetli Oğuz Akkan fena halde arandığımı söyledi. Sabahattin Eyüboğlu haber göndermiş, yıllar önce kiracısı olduğum akrabalarının evini basmışlar. Beraat ettiğim eski bir davadan ötürü beni arıyorlarmış. Osman Arolat ve Hayri gibi ekibimdeki çocukları da tutuklamışlar. Hatta yıllar önce ayrıldığım ilk eşimi bile karakola sorguya götürmüşler.

Yaşar Kemal, Aziz Nesin gibi birçok arkadaşımı Selimiye’ye kapatmışlardı. Oğlum Seyit Ali daha birkaç aylıktı. Çaresiz evden tüydüm. Sığınmak için birçok eski arkadaşımı aradım. Çoğu telefona bile çıkmadı. O gece senin, bu gece benim otellerde yaşıyordum. Bir akşam Salacak’taki Arap’ın meyhanesinde geceyi beklerken Yalçın gelip yanıma oturdu.

‘Araba kapıda bekliyor, haydi gidiyoruz’ dedi. Beni nasıl bulduğunu hiç öğrenemedim. Yalçın’ın fakir evine birkaç ay sığındıktan sonra ortalık ılındı. Fırtına operasyonları kesildi.

Yalçın aylarca yiyeceğimi, içeceğimi, hatta iki kadeh rakımı bile eksik etmemişti. Parayı nereden bulduğunu da öğrenemedim. Vedalaşırken birbirimize sarıldık.

‘Seni paralayabilirlerdi. Bizi yakalasalardı, seni benden beter ederlerdi’ dedim.

‘Etsinler, arkadaşlık öldü mü be!..’ dedi.

Aradan kocaman yıllar geçti. Bu bizdeki arkadaşlığın ne olduğunu hálá öğrenemedim. Bir bileniniz varsa, lütfen bana anlatsın.
Yazının Devamını Oku

Merhumu nasıl bilirdik?

18 Nisan 2004
Selim’in tabutu Levent Camii’nin musalla taşında yatıyordu. Selim, yattığı tabutun içinden hakkında söylenenleri duyuyordu. Hatta, hakkındaki düşünceleri bile okuyabiliyordu. Örneğin liseden arkadaşı Tamer içinden,

‘Ne aşağılık heriftin be Selim!.. Ben ırgat gibi gece yarılarına kadar ders çalışırdım. Sen de benden her yazılıda kopya çekerdin. Üstelik yazın güzel olduğu için, ben 8 alırken sen 9 alırdın. Benden her kopya çekişinde kendimi enayi yerine konmuş hissederdim. Ama dayak korkusundan kopya vermemezlik de edemezdim. Çünkü ben dövüşmeyi bilmezdim ve senden korkardım.’

Selim uzandığı tabutta utançla kıpırdarken kulağına Nurhayat’ın sesi geldi:

‘Hayatımın ilk erkeğiydin Selim. Çocuk yaşımdan beri sana aşıktım. Dünyayı seninle tanıdım. Evlenmemize bütün ailem karşı çıkmıştı ama, senin için herkesle didişip dövüşmeyi göze aldımdı. Akşam eve dönüşünü gözlemek için daha ikindi vakti pencerelere koşardım. Babamdan kalan fabrikanın yönetimini de sana vermiştim. Ama sen, evliliğimizin daha ikinci yılı dolmadan eve gelmemeye, icat ettiğin iş gezilerine çıkmaya başladın. Biz, kışlık battaniye imal ediyorduk. Kışlık battaniye pazarlaması Bodrum’da mı yapılırmış?’

Selim, tabutun içindeki karanlıkta huzursuzca kıpırdadı. Nurhayat’a gerçekten haksızlık etmişti. Ama sekreterleri Cemile ve Suna, bir içim su kızlardı. Cemile’nin kısık sesini, Suna’nın sütun gibi bacaklarını anımsayınca tabutunda yan döndü.

Kaya’nın sesini duydu.

‘Beni niye o kadar çok döverdin baba? Karnedeki iki kırık için çocuk dövülür mü? Sen dövdükçe benim kırıklarım artardı. Bir keresinde de bisikletimi çaldırdığım için dövmüştün. Ama kendi bisikletimi ben çalmamıştım ki baba! Niye hırsız çocukları yakalayıp dövmemiştin de dayağı ben yemiştim? Ama güldüğüm için yediğim dayağı hiç unutamıyorum. Hani patronun Cemil Bey’i yemeğe çağırmıştın. Adam da üçüncü annemin yaptığı yemeklere yumulmuştu. Arnavut ciğeri, Çerkez tavuğu, fırında incik kebabı, Buhara pilavı, zeytinyağlı taze barbunya ve kaymaklı ekmek kadayıfını yarım saatte götürmüştü. Sonra da ‘Gaaarkk!..’ diye garklamaya,‘Zoort!’ diye tosurmaya başlamıştı. Ben sizler gibi büyük ve tecrübeli olmadığım için Cemil Bey’in halini görmezden ve duymazdan gelmeyi beceremeyip sofrada gülme krizine yakalanmıştım. Sen de gülmem geçsin diye mutfağa götürüp beni paspasın sopasıyla dövmüştün. O günden beri 2 saniyeden fazla gülemiyorum. Hemen ciddiyetimi takınıyorum baba.’

Selim, oğlunun şikáyet dolusu sesini duyunca şaşırdı. Oysa biricik evladını okutmak ve adam etmek için nelere katlanmıştı. Dünyanın rüşvetini verip Kaya’yı yabancı okullarda okutmuştu. Sonra da Avrupa’lara göndermişti. Hatta, üniversiteyi bitirme armağanı olarak ona Opel arabasını bile vermişti. Tabii sonra kendi bir Mercedes almak zorunda kalmıştı. Ama herif hálá iki tokadın hesabını soruyordu. Üstelik dövmüşse, onun iyiliği için dövmüştü. Selim onca şikáyet dolu sesin arasında Mahmut’la Mustafa’nın konuşmalarını fark etti.

‘Rahmetlinin pek seveni yoktu.’

‘Evet yoktu.’

‘Yani sen bile sevmez miydin?’

‘Yok be Mustafa, ben severdim. Hem de çok severdim.’

Selim kulaklarını dikti ve derin bir oh çekti. Nihayet, biri onu sevdiğini söylüyordu.

‘Rahmetli rakıyı adabıyla içerdi. Okkayla içse, çakırkeyiflikten öteye geçmezdi.’

‘İyi söyledin Mahmut, onca rakı muhabbetimiz oldu, bir kere bozulduğunu görmedim. Muhabbeti de tatlıydı, bize eskileri anlatırdı. Savaş yıllarını, İnönü’yü, Menderes’i hep ondan öğrendikti.’

‘İhtiyarın rakı sofrasını özleyeceğiz galiba...’

Selim daha önce duyduklarının utancını meyhane arkadaşlarının sözleriyle bastırmaya çalışırken, eski okul arkadaşı Tamer’in sesini tekrar işitti:

‘Ama mezuniyet yazılısında bütün soruların cevaplarını inadına yanlış yazmıştım. Sen de o cevapları káğıdına aynen geçirmiştin. Hoca bana 2, sana 3 numara vermişti. Benim sözlü sınavım çok iyi geçtiği için not ortalamasıyla mezun olmuştum. Ama sen sınıfta kalmıştın sayemde Selim’ciğim.’

Selim uzandığı tabuttan öfkeyle kıpırdadı. Kendinden daha düşük not aldığı için Tamer’e bir güzel sopa atmak, o zamanlar aklına gelmemişti. Öfkeyle kendine küfürü basarken, kulağına Nurhayat’ın sesi geldi:

‘Ama sana hiç kırgın değilim Selim. Sayende Müjdat’ı tanımıştım. Biliyorsun, onu fabrikaya müdür olarak sen almıştın. Senin beni yalnız bıraktığın uzun gecelerde halimi hatırımı sorar, teselli ederdi. Sonra daha yakından teselli etmeye başladıydı. Zaten fabrikayı batmaktan kurtaran da Müjdat olmuştu. Sana bir itirafta bulunayım mı Selim? Seni fabrikadan ve evden atıp cıscıbıldak sokağa koyan annem değil, bendim. Zaten Müjdat senden çok daha yakışıklıydı.’

Selim, Müjdat ve Nurhayat hakkında bir cami avlusuna yakışmayan laflar ederken, oğlu Kaya’nın sesini duydu:

‘Benim bir kabahatim yoktu baba... Ne yapayım, o kadar genç bir kadınla evlenmeseydin. Dördüncü karın benden bile küçüktü ve sen yine günlerce eve uğramıyordun. Ama bana attığın dayakları düşününce, hiç suçluluk duymuyorum.’

Selim, ‘İyi ki ölüyüm, yoksa bu yaştan sonra evlat katili olurdum’ diye düşünürken Mustafa,

‘İhtiyarın rakı muhabbetini arayacağız’ dedi.

‘Ben aramayacağım.’

‘Niye ulan Mahmut?’

‘Rakıları o ısmarlıyor diye saatlerce türkü söyleyip kafamın ırzına geçerdi.’

‘Ben de o hırıltılı keçi sesinden nefret ederdim. Ama gelecekteki beleş rakı sofrasını düşününce, kulaklarımı tıkayıp çaresiz katlanırdım.’

Selim tam ‘Yiyip içtikleriniz haram olsun, zehir zıkkım olsun!.. Sesime laf edecek namussuzun ben...’ diye döşenmeye başlayacakken imamın hoparlörden gelen gür sesini duydu:

‘Merhumu nasıl bilirsiniz?’

Cemaatin sesi koro halinde,

‘İyi biliriiz!..’ diye tabutun içinde çınladı. Selim yattığı yerden Nurhayat’ın ince sesini bile ayrımsadı. Sonra,

‘Ben de sizi iyi bilirim’ diye mırıldandı. İmam tam üç kere,

‘Hakkınızı helal edin’ deyince, Selim de cemaatle birlikte üç kere,

‘Helál olsun’ diye haykırdı. Sonra da,

‘Şu Müslümanlık ne güzel bir dinmiş yahu... Giderayak bile olsa herkes birbirini bağışlıyor!’ diye mırıldandı.
Yazının Devamını Oku

Kocaman elli kovboy

11 Nisan 2004
Kendinden geçmişti. Burnunun dibine kadar yaklaşıp kendisini seyrettiğimin farkına bile varmamıştı. Bir káğıdın üstüne yumulmuş, bir şeyler çiziktiriyordu. 3-4 yaşlarında sevimli bir çocuktu. ‘Bir adamın eli kafasından büyük olamaz’ dedim.

‘Bu adam değil ki, bu kovboy.’

‘Kovboy da olsa, eli kafasından küçük olmalı.’

‘Sen anlamazsın, bu yumrukçu bir kovboy!.. Eli küçük olursa bir vuruşta haydutları nasıl yere yıkabilir?’

‘Kafalarına odunla vurabilir!..’

Ayıplayan gözlerle yüzüme bakıp kovboyun elini silgiyle sildi, sonra da kovboya daha büyük bir el resmi çizdi.

*

Birkaç yıl sonra onu bir ağacın altına yatmış, mutlu bir ifadeyle dalları ve yaprakları seyrederken gördüm.

‘Ağaçları çok seviyorsun galiba.’

‘Hayır, Suat’ı çok seviyorum. Hatta, ona aşık oldum.’

‘Suat da kim?’

‘Karşı komşumuzun kızı.’

‘Ama sen zaten başkasına aşık değil miydin?’

‘Ben resimlerde ya da rüyalarımda gördüğüm kızlara hep aşıktım. Ama Suat, dünkü kuka oyununda
‘Onu oynatmazsanız ben de oynamam! deyip benim yüzümden oyunu terk edince aşık olmayıp da ne yapacaktım?’

‘Peki Suat’ın bu aşktan haberi var mı?’

‘Suat’ın değil, ama annesinin haberi var. Çünkü, beni anneme şikáyet etmek için dün bize geldi.’

‘Kadını kızdıracak ne yaptın ki?’

‘Güya ben Suat’ların bahçesindeki bütün papatya yapraklarına
‘Suat... Suat...’ diye kızının ismini yazmışım.’

‘Doğru mu bu?’

‘Tabii yalan!.. Yüzlerce, binlerce yaprağa yazı yazmaya kalem mi yetişir? Ben sadece 5-10 yaprağa yazabildim. Ama kadının göreceği tutmuş işte!..’

*

Yıllar sonra onu gördüğümde bir ağacın gövdesine sarılmış ağlıyordu. Ağacın kabuklarına tırnaklarını geçirmişti. Gözlerinde kederden çok hayret vardı. Hayret ederek ağlıyordu. 10 yaşına gelmişti. Yüzüme aldatılmış insanların küskün bakışlarıyla baktı:

‘Bugün babam öldü. Artık çizdiğim resimleri kim beğenecek, kim bana aferin oğlum diyecek?’

‘Korkma, eğer resimlerin gerçekten güzelse bir gün çok kişi aferin der... Hatta arada babanın aferin diyen sesini bile duyarsın.’

*

Onu birkaç yıl sonra Üsküdar sahilindeki Çiftekayalar’da beş oğlanın ortasında dayak yerken gördüm. Sıska bedeniyle direniyor, hatta arada bir kendinden daha iri çocukları yumruklayıp canlarını yakıyordu. Aralarına girip kavgayı durdurdum. Onu bir kenara çektim, öbür çocuklar,

‘O bize saldırdı amca!’ dediler.

‘Ne halt etmeye 5 kişiyle kavgaya tutuşuyorsun? İşte böyle eşşek sudan gelene kadar sopa yersin!’

‘Ama onlar bana durup dururken küfür ettiler!’

‘Boşverseydin.’

Morarmış gözüyle yüzüme bir tuhaf baktı.

‘Bazen dayak yemek, boşvermekten iyidir!’ dedi.

*

Heybeliada Askeri Deniz Lisesi’nde giriş sınavları yapılıyordu. Son sınav matematiktendi. Onu pencereden görünen deniz manzarasına gözlerini dikmiş kara kara düşünürken buldum. Önünde boş bir sınav káğıdı vardı.

‘Cevapları biliyor musun?’

‘Biliyorum, zaten ben bu yıl lise ikinci sınıfa geçtim. Ama burada birincinin sınavına soktular.’

‘Kim soktu?’

‘Annem, babam öldükten sonra deniz subayı olursam geleceğim kurtulur diye düşünüyor.’

‘Olmayacak mısın?’

‘Ne yazık ki olacağım. Bu sınav káğıdını boş versem bile, girdiğim diğer sınavlardan aldığım notların toplamı okula girmeme yetiyor.’

‘Öyleyse gözün aydın. Aslan gibi bir deniz subayı olacaksın.’

‘Olmayacağım.’

‘Niye be?’

‘Ben subay olursam, karikatürleri kim çizecek?’
dedi ve matematik sınav káğıdına askerlikle ilgili tuhaf karikatürler çizip sınıf subayına verdi.

*

Yıllar sonra Perspektif dersinden kaçarken, ona akademinin kapısında rastladım.

‘Yine mi okulu kırıyorsun?’

‘Ne halt edeyim, gazeteye geç kaldım. Zaten dün Anatomi dersi yüzünden karikatürümü yetiştirememiştim. Bugün de karikatür çizmezsem beni gazeteden atarlar.’

‘Bu gidişle akademiden de atacaklar ama... Biraz dişini sıkıp okulu bitir. Sonra istediğin kadar karikatür çizersin.’

‘Artık çok geç, para kazanmam gerek. Çünkü haftaya evleniyorum.’

‘Sen çıldırdın mı be?.. 19 yaşında evlenilir mi?’

‘Ya kaç yaşında evlenilir? Bu işin tarifesi var mı?’

‘Gel beni dinle, evlenme işini 3-5 yıl ileriye bırak da önce şu akademiyi bitir’
dedim ama lafımın yarısı havada kaldı. Önümüzden geçen tramvaya atlamıştı bile.

Artık çizdiklerini gazete ve dergilerde görüyordum. Fena çizmiyordu. Hatta, bir hayli ünlenmişti. Ama birkaç yıl sonra yazıp-çizdikleri sayfalardan yok oldu. Çizgilerine yıllarca rastlayamadım.

Bir gün Beyoğlu’nda yürürken yanımda Opel Kapitan bir araba durdu. Şoför fırlayıp beni arabaya buyur etti. O, arka koltukta oturuyordu.

‘Ooo... Maşallah, lüks arabalar, şoförler... Anlaşılan köşeyi dönmüşsün’ dedim.

‘Evet döndüm. Ama köşeyi tekrar geri geri dönmek niyetindeyim.’

‘Nasıl yani?’

‘Gazete ve dergi için çizdiklerimin onda birini bir şirket için çizince, köşeyi birkaç kez dönüveriyorsun. Babıali’de iş bulamayınca kendimi reklamcılığa vurdum. Ne yapalım, evin nafakası sözkonusu olunca meslek seçme şansın fazla olmuyor. Ama yarın tekrar Babıali’ye dönüyorum. Gık dedim ve reklamcılık şirketimi ortağıma bedelsiz bıraktım.’

‘Hálá evli misin?’

‘Evet ama, bu evlilik başka evlilik... Senin dediğin doğru çıktı. O yaşta evlenilmezmiş meğer. Ama şimdiki evlilikten çocuklarım bile var.’

‘O zaman rahat para kazandığın bu işini bırakma. Karikatürü arada bir keyif için çiz.’

‘Denedim, ama karikatür keyif için çizilmiyor, yazı keyif için yazılmıyor. Bu işler ancak çaresizlikten ve can havliyle yapılıyor. Yanında ikinci bir işi kaldırmıyor.’

Öfkeyle,

‘Nasıl biliyorsan öyle yap!’ dedim.

*

Yıllar sonra bir gece, meyhane dönüşü çıkardığı dergiye uğradım. Bir sürü tüyü yeni bitmiş delikanlıyla kapak karikatürü için tartışıyorlardı. Kapaktaki resme baktım.

‘Sen aranıyorsun, bunu basarsan yarın seni ince kıyım doğrarlar. Bak, arkadaşların senden genç ama, senden akıllı. Onlar bile bu kapağın basılmasını istemiyorlar!’

‘Eğer bu kapağı basmazsak, bugüne dek onca karikatürü niye çizdik? Bu delikanlılar bundan sonra çiklet resmi mi çizecekler?’
dedi.

Kapağın yayınlandığı gün o zamanki askeri cunta dergiyi kapattı. Yakalamak için de bizimkinin peşine düştü.

*

Pijamasıyla bahçesini sulayan yaşlı adamın yüzü bana pek yabancı gelmedi. O da kırpıştırdığı miyop gözlerini yüzüme dikti.

‘Gözün aydın, nihayet kazasız belasız güllerini sulayan bir emekli olmayı becermişsin’ dedim.

‘Beceremedim, yarın ünlü bir gazetede yazıp çizmeye başlıyorum.’

‘Niye, paraya mı ihtiyacın var?’

‘Hayır, hatta bana para vermeyin dedim ama kabul etmediler.’

‘Bir kere de benim sözümü dinle. Tekrar başlama. Kendine ait kalan son zamanı gönlünce kullan. İster Floransa’ya gidip müzeleri gez, ister küstüğün bağlamanla barışıp türkü çığır... Kitaplıkta sonra okurum diye biriktirdiğin kaç kitabın oldu haberin var mı?’

*

Dün gece sabaha karşı kapım anahtarla açıldı. Uykum tilki uykusundan hafif olduğu için yataktan fırladım. Çocukluğundan beri tanıdığım adam gözlerinin altındaki mor halkalarla bana bakıyordu.

‘Bu hafta bulamadım’ dedi.

‘Neyi bulamadın?’

‘Bu hafta gazeteye yazacağım pazar yazısının konusunu.’

‘O zaman yazma... Zaten insanoğlu niye yazı yazar anlamıyorum.’

‘Tekil yaşayamadığı için!.. Yazma nedeni insanlarla bir arada yaşadığını hissetmek içinmiş. Resim yapıp şarkı söylemek de öyle!..’

‘Sabahın köründe felsefe yapmayı bırak. Baştan beri sözümü dinleseydin, başına bunca bela gelmeyecekti.’

‘Bir banka kasasında garantili olarak yaşasaydım daha mı iyiydi yani?.. Bütün belalarım can baş üstüne... Ben belalarımı da seviyorum. Ama bu pazarın yazısı ne olacak?’ Çocukluğundan beri tanıdığım herife, yani kendime,

‘Nah bu olacak!..’ dedim ve önüme bir káğıt çekip kocaman elli bir kovboy resmi çizdim. Sonra yanımdaki 4 yaşındaki küçük çocuk, kovboyun elini silgiyle silip daha büyük bir el çizdi.
Yazının Devamını Oku