ÇOCUKKEN BAŞLAYAN GÖNÜLLÜLÜK
- Işılcığım tanıdığım gerçek gönüllülerdensin. Hayatını adeta buna adamışsın. Gönüllülüğün nasıl başladı?
IŞIL NİŞLİ: Teşekkür ederim Gözdeciğim. Gönüllüğün özünde karşılık beklememek var ama anlaşılmak, motivasyonu arttırıyor. Çok küçük yaşlarda ailemin bu konudaki yaklaşımları ve eğitimi ile başladı. Karşıyaka Çocuk Yuvası vardı şimdi sosyal hizmetlere geçti. Düzenli olarak gider destek verirdik ama en etkili kısmı babamın ağabeyime ve bana, yılbaşı ve bayramlarda ‘en sevdiğiniz üç oyuncağınızı seçin, birini yuvadaki çocuklara hediye edeceksiniz’ demesiyle bizim için kıymetli olan şeylerden gereksinimi olan bir başkası için vermeyi öğrenerek gönüllüğün aslını öğrenmeye başladık sanıyorum. Sonraki yıllarda okulda yine yuvadaki çocuklar için başlattığım kampanyanın çok büyüyüp gazetede haber olması ile pekişti. O dönemde pek gururlanmıştım. Yaşamımın her döneminde gönüllü oldum.
KORUNCUK VAKFİ İZMİR BAŞKANLIĞI
- Koruncuk Vakfı İzmir Başkanlığın döneminde çok kıymetli hizmetler verdiniz. Neler yaptınız?
IŞIL NİŞLİ: Koruncuk Vakfı benim küçük yaşlardan beri hep içimde olan yardıma gereksinimi olan çocuklar ile ilgili yapmak istediklerim için evrenin bir armağanı olduğunu düşünüyorum. Kısaca, vakfın Ege’de tanınmasını, projenin benimsenmesini, Koruncukköy Urla’nın ihale, inşaat, tefrişat tüm süreçleri, sponsorluk çalışmaları, bakanlık izinleri, ki en zor kısmı oldu, yönetimler ile ilişkiler, çalışma ekiplerinin eğitimi, Türkiye’nin dört bir yanından gelen çocukların başvuru süreçleri, oryantasyonları, okul-eğitim çalışmaları, sağlık taramaları, kıyafetleri, ailelerine olan yardımlar, kültürel yoksunluklarını gidermek için yapılan kültür sanat sosyal çalışmalar... O kadar çok görünen ve görünmeyen detay vardı ki... Her birini tüm ekip arkadaşlarım ile birlikte uyum içerisinde hiç çözülmeden gerçekleştirdik. Bambaşka bir ruh ve bir o kadar da çılgın tempoydu.
SKOOP’UN KURULUŞU
Yüzde Yüz İlham Veren Sohbetler’de inandıklarının peşinden giden, gittikleri yolu yıpratmadan, eksiltmeden bilakis çoğaltarak giden, sinemada kendilerine has bir dil oluşturmuş ve yenilikleri denemekten korkmadan yol alan senarist, yazar, yönetmen Caner Alper ve yönetmen ve Mehmet Binay ile bir aradaydım. Keyifli okumalar!
- Harika bir filminiz geliyor! Aşk-ı Memnu’nun Bihter’ini mi çektiniz?:
MEHMET BİNAY: Evet... Halit Ziya Uşaklıgil, bu romanı 19. yüzyılın sonunda, önce gazetede tefrika ediyor, çok popüler oluyor ve yine kendisi kitabı 1930’larda yeni Türkçeye uyarlıyor. Fransa’da Madam Bovary, Rusya’da Anna Karenina ile hikaye olarak akraba bir roman. Eser 1970’lerde TRT’de dizi olarak çekilmişti. Yine bundan 14 yıl önce ulusal bir kanalda birkaç sezon dizi olarak uyarlandı. Biz romanın ‘Bihter’ perspektifinden, genç bir yazar olan Merve Göntem’in kaleme aldığı senaryoyu film olarak çektik. Yılın son çeyreğinde Prime Video platformunda yayınlanacak.
CANER ALPER: Merve’nin daha önceki işlerine baktık. Daha önce yaptığımız filmlerle de cesaret açısından örtüşen pek çok noktası vardı. TAFF Pictures yapım şirketiyle hiç çalışmamıştık. Timur Savcı ve Cemal Okan bizler için müthiş bir çalışma alanı yarattılar. Bu bizim hiç yaşamadığımız, rüya gibi bir şeydi.
- Daha önce filmlerinizin a’dan z’ye her şeyini kendiniz üstleniyordunuz değil mi?
Cumhuriyetimizin 100. yılında tam da karşımda Cumhuriyet kadını Laçin Kökçay yaşadığı ve milletimize yaşattığı gururu gözleri dolarak anlattı; ben gözlerim dolu dinledim. Sohbeti kestik, ayağa kalktık ve sarıldık. Değil sarılmak, omuzlarda taşınacak insanlar bunlar.
Yüzde Yüz İlham Veren Sohbetler’de tam bir Cumhuriyet kadını, sporcusu, antrenörü olan Laçin Kökçay ve yine son başarılarıyla bizleri gururlandıran öğrencisi Ece Üngör ile sohbetimizi gerçekleştirdik.
- Laçin Hanım, artistik yüzme ülkemizde belli bir yere getirmiş, bu alana gönlünü ve emeğini vermiş birisiniz. Birçok başarıya imza attınız. Nedir bunlar?
LAÇİN KÖKÇAY: Son üç sezondur Avrupa ve dünya şampiyonalarında final yüzmek bizim için hayal olmaktan çıktı. Başarımızın en büyük göstergesi artık finallerde ‘Türkiye de var ve bu yarışa dahil’ dedirtebilmekti. Sonrasında bu yıl Avrupa Oyunları’nda takım olarak bronz madalya kazandık. Bütün takım sporcularımı buradan bir kez daha kutluyorum. Hepsiyle ayrı ayrı gurur duyuyorum. Arkasından Dünya Şampiyonası’nda sporcum Ece Üngör, dünyanın en iyi 10 sporcusundan biri olarak adını tarihe yazdırdı. Bu Türkiye tarihinde bir ilkti. En güzel yanı ise bir antrenör açısından bundan çok daha iyisini yapabileceğimizi bilmek ve bunun için yeterli cephaneye şimdiden sahip olduğumuzun farkında olmak. Dünya Şampiyonası’nın hemen sonrası Portekiz’e uçtuk. Japonya’dan bir kaç gün sonra Avrupa Şampiyonası’ndaydık. Ece ile antrenman yaparken antrenmanımızı videoya çeken, bizi takip eden birçok Avrupalı antrenör ve ekiple karşılaştık. Evet dedik istediklerimiz bize doğru geliyor. Sonrasında ise Avrupa beşincisi ve dokuzuncusu olarak ülkemize döndük. Bizim için Avrupa’da madalyanın artık bir hayal değil yakın bir hedef olduğunu bilmek belki de benim son 20 yıldır gelmesini beklediğim bir andı.
- Antrenörlüğe geçişiniz aslında sizin de özel hayatınızda zor bir döneminize denk gelmiş. O virajı nasıl aldınız?
* GÖRÜNTÜNÜZLE seyircide bıraktığınız izlenim sanki taban tabana zıt gibi... Asi, isyankar görüntünün aksine; duygusal, sebatlı bir izlenim veriyorsunuz. Hangisisiniz? Sizi en çok besleyen hangi yanınızı seviyorsunuz?
- Sahnedeki adamı gündelik hayatta yaşatmak yorucu olur. Çok büyük mimikler, çok yüksek ses, durmaksızın hareketlilik... Kimsenin de kafası kaldırmaz zaten. Sakin kalmak, olan biteni önüne alıp düşünerek, yavaş hareket etmek daha dünyalı geliyor bana. Sahnedeki adam sahnede güzel. Ben görece sakin, uysal bir insanım.
* Can Bey çok uyumlu görünen evliliğiniz ve bir çocuğunuz var. Üretim aşamasının daha çok yalnızken olduğu sanatınıza zaman ayırmada dengeleri nasıl koruyorsunuz?
- İstanbul’da yaşadığımız evin yakınında bir yazıhanem var. Haftanın 6 günü gidip orada çalışıyorum. Oğlum da çok seviyor orayı. Adaptasyon meselesi aslında. Oğlum ve eşimle her gün kaliteli vakit geçirip aynı anda çalışma tempomu aksatmamayı öğrendim zamanla.
* Peki, aile olmak sizi değiştirdi mi?
RÖNESANAS ESERLERİNİ MANİPÜLE EDEREK BAŞLADIM
- Ege bey iç mimarlık okuyorsunuz ve daha sonra hobi olarak sosyal medyada paylaştıklarınızla tüm dünya sizi tanımaya başlıyor. Herkes bir şeyler paylaşıyor ama tüm dünya görmüyor. Sizin hikayeniz nasıl başladı?
EGE İŞLEKEL: Evet, iç mimarlık okudum. Okuduğum sırada ve sonrasında üç boyutlu modelleme programları, onları görselleştirme ve sunumları ile ilgili birçok program öğrenmeye başladım. Bunları öğrenince mimarlıkla ilgili çalışmaların dışında farklı alanlarda da kullanılabildiği için ben de bunu denemeye başladım. Bu arada benim Rönesans eserlerine karşı aşırı bir ilgim vardır; babam küçüklüğümden beri bunların hikayelerini bize anlatırdı. Ben de bu programları öğrendiğimde bu iki kaynağı birleştireyim dedim. Başlarda pratik yapmak için çok temel çalışmalar yaptım. Sonra gözüme güzel gözüktükçe sosyal medyada paylaşmaya başladım. Bunları paylaşırken birilerine bir şey kanıtlamak gibi bir hedefim yoktu, tamamen hobi amaçlıydı. Yani ahşap boyama yapsaydım onu paylaşacaktım. Tamamen kendim beğendiğim için koydum. İlk Rönesans heykellerini manipüle ederek başladım; onları Türk motifleriyle harmanlıyordum...
- Neden peki?
EGE İŞLEKEL: Tamamen programın neler yapabileceğini görebilmek için yapıyordum. Baktım yaptığım çalışmalar çok gerçekçi olmaya başladı. Bunları yaparken programın özelliklerini de öğreniyordum. Bu arada bu programla Rönesans eserlerini manipüle etme çalışması, yani rönesans eserlerini dijital manipulasyonla buluşturma fikri ilk benimle başladı diyebilirim.
- Gucci tarafından keşfedilmeye kadar geçen süreçteki takipçi sayınız, ilgi nasıldı?
FOTOĞRAFLAR: HAGGAY BAYSEL
O kadar profesyonelce ağırlandım, dostane sohbet ettik ve keyifli vakit geçirdim ki ‘işte budur’ dedim. İşini sevmek, hatta aşık olmak, farklı olabilmek, vizyonerliğini ve deneyimini aktarabilmenin bir otelde vücut bulmuş haliydi Hyatt Regency.
İstinye Park’ın hemen yanında; bir İzmirli iseniz, kaliteyi seviyor ve arıyorsanız bu otelle tanışın: Belki terasında havuzuna girerek, belki harika bir akşam yemeğinde, lüks odalarında, salonlarında, belki de önemli toplantınızı burada gerçekleştirerek... Bu otelin hayatınızın bir parçası olacağı kesin.
ZAFER CANBAZ-HYATT REGENCY İZMİR GENEL MÜDÜRÜ
- Zafer Bey, Hyatt Regency açılışı size ve tüm şehre hayırlı olsun. Tecrübeli ve yenilikçi bir yaklaşımınız olduğunu biliyorum. Bu otele gelinceye kadarki deneyimlerinizden, kendinizden kısaca bahseder misiniz?
- Utku Bey, Hacettepe’de ekonomi okudunuz, peki ne oldu da bu yol ayrımına girdiniz?
UTKU ERGİN: Ben aslında çocukluğumdan beri müzik yapıyordum. Ortaokulda korolarla başladım, uluslararası festivallere katılıyorduk. Müzikle öne çıkan, kendi stüdyosu olan bir Anadolu lisesinde okudum. Rock grubu kurduk. Vokalin yanı sıra gitar çalıp besteler yapıyordum. Üniversitede ekonomi okuyordum ama hayatımda müzik hep oldu. Üniversite son sınıfa doğru çok garip bir şekilde komedyen olmam gerektiği fikri geldi.
- Komedyenlik karar verilecek bir şey mi? Nasıl oluyor? Arkadaş arasında gaza mı geliyorsunuz?
UTKU ERGİN: Komedi ile ilgilenen arkadaşlarımın bir kısmı gerçekten de günlük hayatta da komik oldukları için komedi ile ilgileniyorlar ve yapıyorlar ya da söyleyecek şeyleri olduğu için komediyi bir yöntem olarak kullanarak söylüyorlar. Benim için çocukluğumdan beri ister aile içerisinde olsun, ister arkadaşlarla olsun hep bir şeyler anlatırım ve gülerlerdi, başka yaş gruplarından, başka ortamlarda insanlar ve bu hep çok doğal gelişen bir durumdu. Sahnedeyken de konserlerimin arasında seyircilere bir şey anlatıyordum ve gittikçe bu durumun şarkılardan daha fazla keyif verdiğini fark etmeye başladım. Böyle olunca komedyen olmaya karar verdim ama bu eğitimi olan bir iş değil. Türkiye’de de açıkçası bu işin bir sektörü yoktu. Stand-up’ta tek isim Cem Yılmaz ve 90’lar döneminden Yılmaz Erdoğan, Ata Demirer gibi çok büyük isimler var ama yeni başlayan biri için ortada bir yol yoktu o yıllarda (2011). Bu işe başlamak isteseniz nereden başlayacağınızı bilemiyordunuz. Kendi gösterimi düzenlemem gerekti. Amerika’da, İngiltere’de bütün ülkede komedi kulüpleri vardır, oralarda açık mikrofon geceleri yapılır ve amatörler sahneye çıkıp kendini gösterebilir, iyi gidenler bunu bir kariyere çevirir. Türkiye’de böyle bir şey yoktu. Benim ilk tecrübem, daha önce Chicago’da akademisyenlik yapmış üniversitedeki bir hocam bana bir sabah 9 dersinde amfide stand-up yapma fırsatı tanıdı. Ben de hocama jest olsun diye ekonomi üzerine şakalar yaptığım bir gösteri sundum. Sonrasında Ankara’da yaklaşık bir saat kadar stand-up yapabileceğim bir yer ayarladım. Bu arada bu iş nasıl yapılıyor diye bir dönem California’ya gittim, komedi kulüplerine gezdim, İngilizce stand-up yaptım. Sonra buraya dönüp burada bu işle uğraşmaya devam ettim.
İLK ZAMANLARDA SEYİRCİ YOKTU!
- İstanbul’a gelişiniz nasıl oldu?
Sadece duyduğum en güzel ses ve yorumlardan değil; yüreğiyle, duruşuyla müthiş bir kadın Karsu. Tam yeni nesil ışığı ve güzelliği var kendisinde. Hollanda’dan buralara yetişiyor. TEV İzmir Şubesi olarak eğitime katkı amaçlı düzenlenen konserde tüm İzmirlilerin sevgisini bir kere daha kazandı.
Yüzde Yüz İlham Veren Sohbetler’de durmayan, sürekli üreten, besteler yapan, sahne performansıyla, samimi ifadeleriyle, yaşayıp hissettiklerini milyonlara duygu seliyle aktarabilen çok özel bir isim Karsu’yu ağırlBadık bu hafta... Karsu’nun tatlı aksanı ve devrik cümlelerini mümkün olduğunca düzeltmeden vermeye çalıştım. Keşke sesindeki coşkusunu da geçirebilsem satırlara. Bazı insanlar sevilmeye gerçekten layık oluyor, ilham almanız dileğiyle...
ÖZGÜVENİN YOKSA HEP BAŞKALARINA İNANIRSIN!
- Karsu hanım, Hollanda’dan buralara bu kadar çok sevilmek sanırım sadece doğru notalara basmanın ötesinde başka şeyler de var yüreklerimize dokunan... Sizce bu sevgi seli nedir?
KARSU: Çok güzel bir soru. Bence var ya sadece müzik değil, benim hayatımda yaşadığım şeyler: Aile olsun, aşk olsun, sevgi olsun, arkadaşlar, iş, olsun beni hayatta yönlendiren hikayelere denk geldim. Bu duygular aslında seyircilerin yaşadıklarıyla aynı duygular. Onları anlatıyorum aslında. Belki de bu yüzden cana yakın oluyoruz. Ben sahneye çıktığım anda başka birisi olmuyorum, kendim kalıyorum. Bence bu da önemli bir etken. Sahneye çıktığımda, seyirciyle buluştuğumda, heyecanım pozitif anlamda çok var ama bu ‘yapabilecek miyim, yanlış bir şey yapar mıyım’ şeklinde değil. Bu konuda epey bir özgüvenim var. Çünkü bu meslekte çok mutluyum, gerçekten burada bu özgüvene gerek var. Çok kişi senin hakkında çok şey düşünebiliyor. Eğer özgüvenin olmazsa başkalarının dediklerine hep inanır ve onların dediklerini çok dikkate alırsın. Sabit bir ekibim var. Ekibim derken, müzisyenler, teknik ekip, menejerler var. Annem, babam da arkamda çok güçlü duruyor. Belki de bu yüzden kariyerimi gerçekleştirebilmişimdir.
- Aileniz Hatay’dan Hollanda’ya gidiyor. Yeni başlangıçlar zor olmuş mu?