Dr. Erkan Aydın

Başkalarını öz canına tercih edebilmek: İsâr

18 Mayıs 2019
İnfakın belki de en üst sınırı ‘isâr’, yani diğergamlıktır. Diğergamlık bir kimsenin, kendisinin muhtaç olduğu bir şeyi başka bir muhtaca vermesi, onu kendine tercih etmesi, başkasını kendinden daha çok düşünmesi demektir. Bu büyük fazilete ulaşanları Allah Kuran-ı Kerim’de övmüştür.

BİREY ve toplumların yüce ve kutsal olandan uzaklaşması, inancın gölgesinden sıyrılarak dünya hayatına meyledip özünü unutması süreci olan dünyevileşmeye karşı İslam’ın temel alternatiflerinden birisi infaktır demiştik. İnfak ile mal ve servet bereketlenerek artarken, insanda egoizm ve bencillik azalır. “Vermek” insan ruhunun güzel yanlarını harekete geçirir, nefsin arınmasına ve ihtirasların dizginlenmesine yardımcı olur. Sınırsız tüketim anlayışının insanı tatmin etmediği ve sadece insana değil doğaya da ciddi zarar verdiği ortadadır. İnfak bilinci, insana malın ve servetin değerini, muhtaç olanın halinden anlamayı, insana ve doğaya saygılı olmayı da öğretir. İslam bu anlamda bir infak medeniyetidir.

DİĞERGAMLIK

İnfakın belki de en üst sınırı “isâr”, yani diğergamlıktır. Diğergamlık bir kimsenin, kendisinin muhtaç olduğu bir şeyi başka bir muhtaca vermesi, onu kendine tercih etmesi, başkasını kendinden daha çok düşünmesi demektir. Bu büyük fazilete ulaşanları Allah Kuran-ı Kerim’de överek şöyle buyurmuştur: “Muhacirlerden önce, Medine’yi yurt ve iman evi edinenler, kendilerine hicret edip gelenlere saygı beslerler. Onlara verilen şeylerden dolayı nefislerinde bir kaygı duymazlar. Kendileri ihtiyaç içinde olsalar bile, başkalarını kendi öz canlarına tercih ederler.” (Haşr, 59/9).
Medineli Müslümanlar, sahip oldukları her şeyi geride bırakıp müşriklerin zulmünden Mekke’den Medine’ye hicret eden muhacirlere el uzatmış, neyi var neyi yoksa muhacirlerle paylaşmıştır. Muhacir de asla kolay şekilden geçinme yoluna gitmemiş, Medinelilerin verdiklerini sermaye yapıp çalışıp üzerine koymuş ve yapılan iyiliğin karşılığını geri ödemesini bilmiştir.

SUYU ONA İÇİR

Yermük Savaşı’nda meydana gelen bir olay isârın güzel bir örneğidir. Hz. Huzeyfe (ra) anlatıyor: “Yermük Savaşı’ndaydım. Yaralılar arasında kalan amcamın oğlunu aramak üzere savaş alanında geziyordum. Yanımda biraz su vardı. Hava da çok sıcaktı. Amcamın oğlunu buldum. Su isteyip istemediğini sordum. Başıyla ‘İsterim’ dedi. Dudakları hararetten âdeta kavrulmuştu. Tam suyu içireceğim sırada yaralıların arasında Hz. İkrime’nin sesi duyuldu, ‘Ah! Su!’, diye inledi. Amca oğlum Hz. Haris gitmemi ve suyu ona içirmemi işaret etti. Tam ona su vereceğim sırada başka birisi ‘Su!’ diye inledi. Hz. İkrime de suyu içmedi ve beni ona gönderdi. Fakat kendisine suyu ulaştırıncaya kadar o şehit olmuştu. Hemen Hz. İkrime’nin yanına koştum, o da şehit olmuştu. Bari suyu amcamın oğluna içireyim diye onun yanına gittim, fakat o da şehit olmuştu. Nihayet su elimde kaldı. Allah hepsine rahmet etsin.”

YARDIMA KOŞUN

Aralarında akrabalık bağı bulunmayan bu insanların birbirine karşı bu derece fedakâr ve şefkatli olması bize de kardeşlik değerlerimizi tekrar hatırlatmalı değil mi? Mahalledeki komşumuzdan memleketteki akrabamıza, savaşlar sebebiyle yurdunu yuvasını terk etmiş gözyaşlarıyla sulanan Müslüman coğrafyasının mazlum insanlarına kadar herkese el uzatmalı değil miyiz?

Yazının Devamını Oku

Karşılıksız paylaşmak: İnfak

17 Mayıs 2019
Muhtaçlara yardımda bulunmak, Allah’ın hoşnutluğunu kazanma niyeti bulunan ve Müslümanlara fayda sağlayan harcama yapmak Allah yolunda infak sayılabilir. ‘Vermek’ insana hiçbir maddi imkânla satın alınamayacak bir tatmin duygusu ve huzur getirir. Mutlu ve huzurlu olmak istiyorsak sahip olduklarımızı olmayanlarla paylaşmalı ve aramızdaki bağları güçlendirmeliyiz.

HER nimetin şükrü kendi cinsindendir demiştik. Malın şükrü ise onu Allah yolunda infak ederek olur. İnfak, kelime anlamı itibarıyla “bitirmek, elden çıkarmak” gibi anlamlara gelse de dini bir terim olarak “Allah’ın rızasını (hoşnutluğunu) kazanmak amacıyla kişinin kendi servetinden harcama yapması, muhtaçlara yardımda bulunması” anlamına gelir. Kuran-ı Kerim’de yaklaşık yetmiş ayette infak kavramı “Allah rızası için harcama yapma” anlamında geçmektedir.

Sahip olduğumuz servetin asıl sahibi Allah’tır. Ne güzel söylemiş Yunus Emre: “Mal sahibi, mülk sahibi/Hani bunun ilk sahibi/Mal da yalan, mülk de yalan/Var biraz da sen oyalan...” Bize emanet olarak verilen bu servetten başkaları için de harcamak gerekir.

Peki infak edebiliyor muyuz, yoksa Kuran’ın diliyle mal biriktirip duruyor muyuz? Modern zamanlar insanın bireyselleştiği, daha çok konfor peşinde koştuğu, başkasını düşünmekten çok egoizm ve bencilliğe yöneldiği, imkânların olanca genişliğine rağmen insan için ihtiyaçların bitmediği bir dönem. İnsan bugün maddi anlamda bitmeyen bir koşturmaca içerisinde yaşıyor. Her şeyin daha iyisini, konforlusunu, daha hızlısını arıyoruz. Daha çok kazanmak, daha çok biriktirmek temel yaşam felsefesi olmuş gibi görünüyor.

‘ALLAH RIZASI İÇİN’ YAPMAK

Para veya maddi olan şeyler bizim bu dünya hayatını daha güzel yaşamamız, insanlara yardım etmemiz, başka insanların dertlerine çare olabilmemiz için bir araç mı, yoksa lüks ve şatafat içinde yaşamanın bir vasıtası mıdır? Bu soruya verdiğimiz cevap, eşyayla kurduğumuz ilişkiyi de belirler. Sadece kendileri için yaşayanlar için ne kadar çok şeye sahip olurlarsa olsunlar, hayat anlamsız, manevi anlamda boş ve özünden uzaktır. “Kendin için yaşa”, “İnsan sadece kendinden sorumludur”, “Başkalarından bana ne” gibi bencil ve çıkarcı düşünceler dünyevileşmeyi beraberinde getirir.

Bireysel tercih ve tavırların ön plana çıktığı, materyalist yaşam tarzının yaygınlaştığı günümüzde, insana kendisini ve Yaratıcı’yı hatırlatacak ve kaybettiği erdemleri bulmasını sağlayacak ya da dünyevileşmeye engel olacak temel prensiplerden biri, diğer insanlara el uzatmak, yani diğergam tavırlar geliştirmektir. Kendine verileni başkalarıyla paylaşmak, insana dünyanın kendisinden ibaret olmadığı, tek başına değil, aslında bütünün parçası olduğu ve diğerleriyle arasında bir ilişki olduğu duygusunu verir. “Vermek” insana hiçbir maddi imkânla satın alınamayacak bir tatmin duygusu ve huzur getirir. Oysa sadece kendisi için daha çok tüketmek, daha çok almak ise içindeki boşluk duygusunu arttırmaktan başka bir işe yaramaz. İhtiraslar ve tatminsizlik duygusu nedeniyle insan sürekli daha fazlasını ister. Buna engel olmanın yolu, sahip olduğundan vermek, kendinde olanı paylaşmaktan geçer. Mutlu ve huzurlu olmak istiyorsak sahip olduklarımızı, olmayanlarla paylaşmalı ve aramızdaki bağları güçlendirmeliyiz.

İnfakta asıl olan “Allah rızası için” yapılmasıdır, bu konuda samimiyet esastır. Bu kavramın geçtiği birçok ayet ve hadis birlikte değerlendirildiğinde, Allah’ın hoşnutluğunu kazanma niyeti bulunan ve Müslümanlara fayda sağlayan bütün harcamalar Allah yolunda infak sayılabilir. Geleneksel vakıf hizmetleri, yoksulların korunmasına yönelik tedbirler, okul, kütüphane, cami, yol, köprü, çeşme, imarethane yapılması gibi faaliyetler veya meşru alanlarda yatırım yaparak istihdam yoluyla insanların nafakalarını sağlamaya vesile olmak da bu kapsamda değerlendirilebilir.

Yazının Devamını Oku

Müminin miracı namaz

15 Mayıs 2019
ALLAH Rasulü (sav) kendisini ölüme götüren hastalığı sırasında takatsizlikten artık konuşamayacak duruma gelinceye kadar ashabına namaza dikkat etmeleri konusunda uyarıda bulunmuş ve şöyle buyurmuştur: “Ashabım, sizlere üç önemli vasiyetim var. İlk olarak, kadınlar konusunda Allah’tan korkmanızı tavsiye ederim. İkinci olarak, gözümün nuru namaz, aman buna dikkat edin. Üçüncü olarak, kul hakkıyla Allah’ın huzuruna gitmeyin.” (İbn Mâce, Cenâiz, 64)

Allah Rasulü’nün “gözümün nuru” olarak nitelendirdiği namaz, Allah’a imandan sonra ilk farz kılınan ibadettir. Yüce Allah, namazla ilgili “(Resûlüm!) Sana vahyedilen Kitab’ı oku ve namazı kıl. Muhakkak ki namaz, hayâsızlıktan ve kötülükten alıkoyar. Allah’ı anmak elbette (ibadetlerin) en büyüğüdür. Allah yaptıklarınızı bilir” (Ankebut, 45) buyurarak namazın önemine işaret eder.

İslam hem şekil hem de mana dinidir. Namaz dahil bütün ibadetlerde şekillerin sembolize ettiği derin manalar ve hikmetler vardır. İbadetlerin manasını göz ardı ederseniz, ortada sadece şekil kalır ve sonuç olarak namazlar sadece spora, oruçlar sadece yemek saatlerinin yeniden düzenlenmesine, kurban kesmek kasaplığa, hac ibadeti de turizm faaliyetine döner.

Namaza ellerimizi kaldırıp “Allahü Ekber/Allah en büyüktür” diyerek başlarız. Avuç içlerimiz kıbleye, ellerimizin dışı kendimize dönüktür. Adeta kendimiz dahil tüm dünyevi telaşları elimizin tersiyle iter, özümüz ve kalbimizle Allah’a döneriz. Daha sonra ellerimizi bağlarız, yani gönüllerimizi. Allah’ın huzurunda olduğunu bilip gönlünü bağlamadıktan sonra eller göbekte bağlansa ne olur, bağlanmasa ne olur! Rükuya varıp madden eğilirken, manen yükseliriz. Kulluk sultanlıktır. Secdeye gider, yüzümüzü toprağa sürer, kendimizle yüzleşiriz. “Ey insan, topraktan yaratılan Âdem ile Havva’nın evladısın, döneceğin yer de topraktır” gerçeğiyle yüzleşir, hiçliğimizi ve faniliğimizi anlarız. Secdeden sonra yeniden ayağa kalkar, diriliriz. Kıyam ve secde arasında bir ölür, bin diriliriz, ama asla yıkılmayız. “Biz günleri insanlar arasında çevirip dururuz” (Ali İmran, 3/140) buyuran Rabbimiz bir gün zafer, bir gün yenilgi nasip eder ama asla yolumuzdan dönmez, yolumuzu ve yönümüzü kaybetmez, yola çıktıklarımızı yolda bulduklarımızla değiştirmeyiz. Her seferinde yeniden doğrulur ve bunu sadece Allah için yaparız: Allahü Ekber/Allah en büyüktür.

Oturuşta “Ettehiyatu” duasını okurken Allah Rasülü’nün (sav) miraçta Allah ile konuşmasını, meleklerin şahitliğini anarız. Hz. Peygamber (sav) Allah’ın huzuruna çıktığında onun “Selam, rahmet ve bütün güzellikler, bütün ibadetler sana mahsustur ya Rabbi” selamına Allah’tan karşılık gelir: “Allah’ın rahmeti, bereketi senin üzerine olsun ey peygamber!” Bu en yüce makamda ve en müstesna bir anda bir insanın aklına hiç kimse gelmez, ama rahmet peygamberi ümmetine öylesine düşkündür ki hemen araya girer: “Selam sadece bana değil, bizlere, Allah’ın bütün salih kullarına olsun.” Böyle bir anda bile ümmetini düşünen bir peygamberin bu duyarlılığı karşısında kâinattaki bütün melekler hep birden şöyle derler: “Ben şahitlik ederim ki Allah’tan başka ilah yoktur ve ben yine şahitlik ederim ki Hz. Muhammed Allah’ın kulu ve Rasulüdur” İşte kıldığımız her namazda miraçtaki bu müstesna anı yeniden yaşarız.

Sonra “Salli-Barik” dualarını okur, peygamberlerin atası Hz. İbrahim (as) ile Rasulullah’ı (sav) birlikte anarız. Böylece İslam’ın bir türedi olmadığını, Müslümanların köksüz olmadığını, büyük ve köklü bir geleneğin son temsilcisi olduğumuzu haykırırız. İbrahim’e selam olsun! Nemrutlar, onu ateşlerde yakmaya çalışırken, tek başına bir ümmet olan Hz. İbrahim dirilmiş, Allah’ın “Ey ateş! İbrahim’e karşı serin ve selametli ol” (Enbiya, 21/69) emriyle ateş onun için gül bahçesine dönmüştü. Her şeyi madde penceresinden yorumlayan Nemrut bunu nasıl anlayacaktı? Ona göre ateş yakardı, İbrahim’i de imanını da yakacaktı. Ey Nemrut, kader deme, kaderin üstünde bir kader vardır. Dilerse ateşin Rabbi ateşe hükmeder, onu gül bahçesine dönüştürür. “Salli-Barik” dualarıyla, Hz. İbrahim’le son Peygamber Hz. Muhammed (sav) arasında sürekli gidip gelen bir hicret serüveni yaşar, çağımızın Nemrut’larının yakmış olduğu ateşlerin içerisinde İbrahim’in milletinden, Muhammed’in ümmetinden biri olduğumuzu hisseder ve bizim de yangınlarımızı selamete çevirmesi için Allah’a dua ederiz.

Cennetten çıkarılmış atamız Hz Âdem’in tövbesinin kabul edildiğinde şükür için kıldığı namazı her sabah yeniden kılarız. Her öğlen Nemrut’ların ateşini gül bahçesine çevirmek için namaza durur; her ikindi, karanlıklardan, kaygı ve endişelerden kurtulmuş Hz. Yunus (as) gibi selamete erişimiz için şükrederiz. Her akşam Hz. İsa gibi Allah’tan başka her şeyi reddeder ve yalnız ona kulluk eder, tevhidi sembolize ederiz. Yatsı ile beraber Allah’ın dostumuz olduğunu, bizi karanlıklardan aydınlığa çıkaracak en büyük gücün Allah olduğunu ifade eder ve vitirle cehennem ateşini söndürmek için dua ederiz. Namaz çok büyük bir imkân, Allah’ın huzuruna çıkabilmek çok büyük bir şereftir! Bu bilinçle kılınan bir namaz, insan için bir nefes alma ve dünya telaşından teneffüse çıkmadır. Yüce Rabbimizin “Sabırla ve namazla Allah’tan yardım dileyin” (Bakara, 2/153) buyurduğu, yaratıcımızla buluştuğumuz en özel ve en büyük randevudur. Evet, namaz farzdır, Allah’a karşı bir borcumuzdur, ama namazı sadece borçlu-alacaklı ilişkisi olarak değerlendirmek namaza da kendimize de yapılabilecek en büyük haksızlık olur. 

Her gün beş vakit namazda kendisini bu şekilde motive eden bir insanın sizce antidepresan ilaç kullanmasına gerek kalır mı? Peygamber Efendimiz (sav) beş vakit namazı evin önünden geçen ve günde beş kere içine girip arınılan bir ırmağa benzetiyor. (Müslim, Mesâcid 284) Günde beş kere Allah’ın huzuruna çıkmak ama arınmamak! Allah’ım, bizleri içi boşalmış namazlarla huzuruna gelmekten muhafaza eyle!

Bir ayet

Yazının Devamını Oku

Gözle görülmeyen fazlalık bereket

15 Mayıs 2019
Eskilerin deyimiyle, bereketi kaçtı her şeyin. Bereket nedir peki? Bereket, en özet tanımıyla gözle görülmeyen fazlalıktır. Bereket bazen yüzde, bazen sözde, bazen aşta, bazen mekânda, bazen de zamanda tezahür eder. Allah Rasulü’nün yüzünde öyle bir bereket vardı ki onu gören, sohbetinde bulunan sahabe unvanıyla şereflendi.

GÜNÜMÜZ insanının en fazla şikâyet ettiği konulardan birisi de hiçbir şeyin kendisine yetmemesi ve kendisinin de hiçbir şeye yetişememesidir. Herkesin yapmak istediği çok şey var aslında. Öğrencisinden ev hanımına, işçisinden yöneticisine kadar hiç kimseye ne zaman ne mekân ne de para yetiyor... Hepimiz imkân bulamamaktan şikâyetçiyiz istediklerimizi hayata geçirme konusunda. Belki daha çok çalışıyoruz, daha çok kazanıyoruz ancak hiçbirisi ihtiyaçlarımızı karşılamaya yetmiyor. Çünkü kazandıkça daha çok harcıyor, daha çok tüketiyoruz. Evlerimiz metrekare olarak daha çok büyüdü belki, ancak hem içinde yaşayan geniş aileler küçüldü hem de misafirlikler azaldı, mekânlar da yetmiyor artık.

İMKÂNLAR ARTTI DEĞERLER KAYDI

Oysa millet olarak bir şiarımız vardı, mekânımız dar ama gönlümüz genişti. Bereketimiz vardı. En küçük alışverişimizde bile birbirimize dualar ederdik. Bir ekmek, bir sakız alsak, ödediğimiz paraya karşılık “Allah bereket versin” denir, biz de “Bereketini gör” diye cevap verirdik. Bir kültürümüz, örfümüz, geleneğimiz vardı. Hepimiz az kazanmaya razıydık. Bilirdik ki bereket azdadır. Hiç kimse alışveriş yaparken aldatılacağı hissine kapılmazdı, dürüsttük. Bilirdik ki bereket helal kazançta ve alın terindeydi. Aslında biz bunları kaybettik. Evet, modernleştik, imkânlarımız arttı ama ayaklarımızın altından birçok değerimiz kayıp giderken biz bunun farkına bile varamadık. Bir ekmeği bölüşürdük, sofranın ortasına konan bir kap yemeği beraber yerdik ama mutlu ve huzurluyduk. Sofra kültürümüz vardı, ayakta yenmez ve içilmez, sofraya beraber oturulurdu. Yemeğe başlarken “Rahman ve Rahîm olan Allah’ın adıyla” demeyi büyüklerden öğrendik, kitaplardan değil. Sofrada zeytinleri sayıyla yediğimiz günlerde mahallemizde çocuklar taciz edilmezdi. Yetimlerin başı okşanırdı. Küçükler büyüklere hürmet eder, büyükler küçükleri severdi. Belki de bereketimizin kaynağı bunlardı. Belki de bereketimizi kaybettik. Sahi sadece ben miyim bunların olmayışının ıstırabını çeken? Bu satırları okuyan herkesin yüreğine ince bir sızı giriyor mu acaba?

SINIRSIZ OLAN İHTİRASLARDIR

Kapitalizm ısrarla kaynakların sınırlı, ihtiyaçların ise sınırsız olduğuna inandırmaya çalışıyor bizi, büyük ölçüde bunu başardı da. Sorgusuz sualsiz kabul ettik bu önergeyi. Oysa kendisi sınırlı olan bir varlığın ihtiyaçları nasıl sınırsız olabilir ki? Sınırsız olan ihtiyaçlarımız değil, bilakis ihtiraslarımızdır.

Eskilerin deyimiyle, bereketi kaçtı her şeyin. Bereket nedir peki? Bereket, en özet tanımıyla gözle görülmeyen fazlalıktır. Bereket bazen yüzde, bazen sözde, bazen aşta, bazen mekânda, bazen de zamanda tezahür eder. Allah Rasulü’nün (sav) yüzünde öyle bir bereket vardı ki onu gören, sohbetinde bulunan sahabe unvanıyla şereflendi. Aynı zamanda yaşasa bile onu göremeyen tabinden oldu, Veysel Karani gibi. Anne-babanın da yüzüne bakmak bile berekettir, iyi gelir insana. Sımsıcak bir sevgi ve huzur dolar insanın içi.

RIZKIYLA YETİNMEYEN BAŞKASINA GÖZ DİKER

Yazının Devamını Oku

Hazreti Ayşe’nin Hazreti Peygamber yanıtı: Ahlakı Kuran'dı

13 Mayıs 2019
Kuran, bugün özlemini çektiğimiz bütün ahlaki değerleri içinde barındırır. Hz. Ayşe’nin (ra) kendisine Hz. Peygamber’in ahlakını sorduklarında “Siz Kuran okumuyor musunuz? Onun ahlakı Kuran’dı” diye cevap vermesi Kuran’ın bu yönünü vurgulaması açısından önemlidir.

YÜCE Allah, insanı yeryüzünde başıboş bırakmamak için peygamberler göndermiş ve insanlara mesajını peygamberleri vasıtasıyla iletmiştir. Yani Allah, indirdiği kitaplarla insanlarla konuşmuştur. Peki bizler bunun ne kadar farkındayız? Önemli bir devlet görevlisi, iş insanı ya da patronumuzla konuşmaya giderken duyduğumuz heyecanın ne kadarını Kuran’ın kapağını açmak için hissediyoruz?

KURAN İNSANI OLMAK

Kuran, insana inmiştir ve insan için inmiştir. Ana konusu insan olan Kuran, insana değer katmayı amaçlar. İnsanın güzel yönlerine dikkat çeker, bunların devamlı olmasını ister. Zaaflarını/zayıflıklarını anlatır ve bunları nasıl giderebileceğimizi/düzeltebileceğimizi gösterir. Kuran, bugün özlemini çektiğimiz bütün ahlaki değerleri içinde barındırır. Hz. Ayşe’nin (ra) kendisine Hz. Peygamber’in ahlakını sorduklarında “Siz Kuran okumuyor musunuz? Onun ahlakı Kuran’dı” diye cevap vermesi Kuran’ın bu yönünü vurgulaması açısından önemlidir.

DUVARA ASMAK DEĞİL

Ramazan ayında evlerimizde, camilerde, televizyonlarda mukabele programları düzenliyoruz ve Kuran’ı hatmediyoruz. Yüce kitabımızı bitirdiğimizde Allah’ın hangi sözlerini kendimize rehber ediniyoruz? Kuran’ı yüzünden de olsa okumak sevaptır ancak anlayarak okumak özüne çok daha uygun olur. Kuran’ın bizi düşündürmesi, değiştirmesi, yetiştirmesi ve donanımlı hale getirmesi için önce anlamamız gerekmiyor mu? Kuran’a asıl saygı, onu anlayarak okuyup yapmamızı istediklerini yaparak, sakınmamızı istediklerinden kendimizi sakınarak gösterilir. Yoksa mushafı duvarlara asıp evin en yüksek yerine koyarak değil. Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından geçmiş yıllarda yaptırılan bir araştırmada, “Kuran mealini baştan sona bir kez okudum” diyenlerin oranı sadece yüzde ikidir. Allah tenezzül etmiş, kitap indirmiş, biz tenezzül edip okuyup, anlayıp yaşamazsak kıyamette Allah’ın huzurunda mahcup olmaz mıyız?

ANLAYAN AZ, OKUYAN ÇOK

Hz. Peygamber’in “Öyle bir zaman gelecek ki Kuran’ı anlayanlar az, okuyanlar çok olacak, Kuran’ın harflerini ezberleyecekler ancak hududunu ihmal edecekler” (Buhârî, el-Edebü’l-müfred, 789) diye belirttiği zamanlara mı eriştik? Kuran’ın eksikliği hiç mi hissetmez olduk?

Bu sorunun cevabını sahabeden bir örnekle düşünelim istiyorum. Ümmü Eymen, Allah Rasulü’nün “Annemden sonraki annemdir” diyerek taltif ettiği, Peygamberimize dadılık yapmış, onu elinde büyütmüş, ilk Müslümanlar arasına katılmış müstesna bir hanımefendiydi. Rasulullah’ın (sav) vefatından kısa bir süre sonra Hz. Ebubekir, Hz. Ömer’e “Haydi, Allah Rasulü’nün ziyaret ettiği gibi biz de Ümmü Eymen’i ziyaret edelim” demişti. Yanına vardıklarında Ümmü Eymen ağlamaya başladı. “Niye ağlıyorsun? Allah katındakiler Rasulullah (sav) için daha hayırlıdır” dediler. O, “Ben Allah’ın katındakilerin Rasulü (sav) için daha hayırlı olduğunu bilmediğimden ağlamıyorum. Asıl gökten inen vahyin kesilmiş olmasına ağlıyorum” dedi. (Müslim, Fedâilü’s-sahâbe, 103). Ümmü Eymen’in hayatında vahyin kesilmesiyle oluşan boşluk, Hz. Peygamber’in (sav) şahsının aralarından ayrılmasıyla oluşan boşluk kadar derindi.

Yazının Devamını Oku

isa'nın müjdesi Amine'nin rüyası

12 Mayıs 2019
Allah Rasulü “Ben atam İbrahim’in duası, kardeşim İsa’nın müjdesi ve annem Amine’nin rüyasıyım” buyurmuştur. Hz. Peygamber, İbrahim’in duası sözüyle Bakara Suresi’nin 129. ayetindeki şu duaya atıfta bulunmaktadır: “Ey Rabbimiz! Onlara, içlerinden senin ayetlerini kendilerine okuyacak, onlara kitap ve hikmeti öğretecek, onları temizleyecek bir peygamber gönder. Çünkü üstün gelen, her şeyi yerli yerince yapan yalnız sensin.”

Dua yalnızca ihtiyaçlarımızı talep etmek değil, aynı zamanda sahip olduklarımız için Allah’a hamd ve övgüdür

En çok ne zaman dua ettiğimizi düşündünüz mü hiç? Yeni bir ev ya da araba almak istediğimizde, önemli bir sınava girdiğimizde, yeni bir iş görüşmesine gittiğimizde, evlatlarımızın geleceğinden endişe ettiğimizde, çocuk sahibi olmak istediğimizde, bir hastalıkla mücadele ettiğimizde... Bu örnekleri çoğaltmak mümkün. Gerçekten de en fazla, bir ihtiyaç halinde olduğumuzda Rabbimizin kapısına varıyoruz. Verenin Allah olduğu bilincine sahip olduğumuzu göstermesi açısından son derece güzel ve istenilen bir durum bu. Peki ya sadece yokluğunda fark ettiğimiz nimetler? Kesilmeden önce nefesimizi, kör olmadan gözlerimizi, hasta olmadan sağlığımızı verenin Allah olduğunu bilip ona şükretmeli değil miyiz?

BENİ UTANDIRMA

Hz. İbrahim’in (as) Şuara suresindeki duaları bize Allah’ı nasıl övebileceğimizi, ona nasıl şükredebileceğimizi en güzel şekilde gösteriyor: “O, beni yaratan ve bana doğru yolu gösterendir. O, bana yediren ve içirendir. Hastalandığımda da O bana şifa verir. O, benim canımı alacak ve sonra diriltecek olandır. O, hesap gününde hatalarımı bağışlayacağını umduğumdur. Ey Rabbim! Bana bir hikmet bahşet ve beni salih kimseler arasına kat. Sonra gelecekler arasında beni doğrulukla anılanlardan kıl. Beni Naîm cennetinin varislerinden eyle. (Kulların) diriltilecekleri gün beni utandırma! O gün ki ne mal fayda verir ne oğullar! Allah’a arınmış bir kalp ile gelen başka.” (Şuara, 83-89)

KABULÜ 2 BİN YIL

Allah Rasulü (sav), “Ben atam İbrahim’in duası, kardeşim İsa’nın müjdesi ve annem Amine’nin rüyasıyım” (Müsned, 4/127, 128) buyurmuştur. Hz. Peygamber, İbrahim’in duası sözüyle Bakara Suresi’nin 129. ayetindeki şu duaya atıfta bulunmaktadır: “Ey Rabbimiz! Onlara, içlerinden senin ayetlerini kendilerine okuyacak, onlara kitap ve hikmeti öğretecek, onları temizleyecek bir peygamber gönder. Çünkü üstün gelen, her şeyi yerli yerince yapan yalnız sensin.” Hz. İbrahim (as) hangi kelimelerle dua etmişse, Rabbimiz Hz. Peygamber’i aynı kelimelerle tasvir etmiştir: “O, ümmîlere içlerinden, kendilerine ayetlerini okuyan, onları temizleyen, onlara kitabı ve hikmeti öğreten bir peygamber gönderendir.” (Cuma, 62/2)

DUA ET ACELE ETME

Yazının Devamını Oku

Kuran-ı Kerim’den peygamber dualerı

11 Mayıs 2019
Hz. Nuh, “Rabbine: Ben yenik düştüm, bana yardım et!” diye yalvardı. Allah bir gemi yapmasını vahyetti. Hz. Nuh da kendisine inananlarla birlikte gemiye bindi, “Bizi zalimler topluluğundan kurtaran Allah’a hamdolsun. Ey Rabbim! Beni bereketli bir yere kondur. Sen konuk edenlerin en hayırlısısın” duasıyla Rabbine hamdetti.

“İNSAN, kendisinin başıboş bırakılacağını mı sanır!” (Kıyame, 75/36) Her okuduğumda tüylerimi diken diken eden bir ayettir bu. Yüce Rabbimizin merhameti ne büyüktür ki yarattığı kulunu imtihan yeri dünyada yalnız ve rehbersiz bırakmaz, nasıl dua edeceğimize dair bize Kuran’da misaller verir.Yüce kitabımız Kuran-ı Kerim’in yaklaşık üçte biri gelmiş geçmiş bütün peygamberlerin hayatından kıssalardan oluşur. Bu kıssalar Kuran’ın diliyle geçmişlerin masalları değildir. Kuran bize, bizden önce yaşayan toplumların başına gelen olayları, bu olaylar karşısında takındıkları tavrı anlatarak Allah ile olan ilişkimize ışık tutar, hatta bize peygamber diliyle nasıl dua etmemiz gerektiğini öğretir.

HZ. ADEM’İN DUASI

İlk günaha muhatap olan ve şeytanın yanılttığı ilk insan ve ilk peygamber Hz. Âdem’dir. Dolayısıyla ilk tevbe de Âdem ile başlar. Nitekim Hz. Âdem ve eşi cennette yasak meyveden yemek suretiyle günaha düştüklerinde demişlerdi ki: “Ey Rabbimiz! Biz kendimize yazık ettik; bizi bağışlamaz ve bize merhamet etmezsen, hiç şüphesiz, kaybedenlerden olacağız!” (Arâf, 7/23) Bizler de Hz. Âdem ve eşinin bu tavrından yola çıkarak şöyle dua edebiliriz: Rabbimiz, ne kadar çok isterdik bizi yarattığın günkü gibi tertemiz kalabilmeyi ama beceremedik Yarabbi! Şimdi sen bizi bağışlamaz ve bize merhamet etmezsen kaybedenlerden oluruz, bize kaybettirme Yarabbi! Bize akıl, beden ve ruh sağlığı ver, doğru ve yanlışı ayırt edecek bir bilinç ver Yarabbi...

HZ. NUH’UN YAKARIŞI

Hz. Nuh, 950 yıl yaşadı. Her fırsatta kavmini iman etmeye çağırdı, çok az kişi dışında kendine inanan olmadı. Bütün umudunu tüketmiş ve kavminin eziyetlerinden daralmış bir halde, “Rabbine: Ben yenik düştüm, bana yardım et!” (Kamer, 54/10) diyerek yalvardı. Kulun gücünün bittiği yerde Allah’ın yardımını isteyebileceğine en güzel örneklerden biri olan bu duadan sonra, Allah bir gemi yapmasını vahyetti ve kendisine inananlarla birlikte gemiye bindi. “Bizi zalimler topluluğundan kurtaran Allah’a hamdolsun. Ey Rabbim! Beni bereketli bir yere kondur. Sen, konuk edenlerin en hayırlısısın” (Mü’minun, 23/28-29) duasıyla Rabbine hamd etti. Hz. Peygamber de (sav) Medine’ye hicret ettiğinde devesi Kasva’yı serbest bırakmış ve Hz. Nuh’un (as) “Ey Rabbim, beni bereketli bir yere kondur” duasıyla niyaz etmiş, Kasva, bugünkü Mescid-i Nebevi’nin olduğu arsaya çökmüştü.

OĞLU BOĞULUNCA

Hz. Nuh (as), kendisine iman etmeyen oğlu suda boğulunca “Rabbim! Şüphesiz oğlum da ailemdendir. Senin va’din elbette gerçektir. Sen de hükmedenlerin en iyi hükmedenisin” (Hud, 11/45) diye Rabbine seslenmiş, bunun üzerine yüce Allah, “Ey Nuh! O, asla senin ailenden değildir. Onun yaptığı, iyi olmayan bir iştir. O halde, hakkında hiçbir bilgin olmayan şeyi benden isteme. Ben, sana cahillerden olmamanı öğütlerim” (Hûd, 11/46) buyurmuştur.

Yazının Devamını Oku

Duanın gücü

10 Mayıs 2019
Duanın dili ne Arapçadır, ne Türkçe ne Farsça... Duanın dili, kalbin dilidir. Duanın makbul olanı; bırakın anlamını, telaffuzunu bile doğru dürüst bilmediğimiz kelimelerle edileni değil, kalpten gelenidir. Duada asıl olan samimiyettir, muhatabımızın bizi bizden daha iyi bilen ve daha iyi tanıyan Allah olduğunu bilmektir.

BİZLERİ yoktan var eden, kendisinden başka kulluk edilecek ilah olmayan şanı yüce Rabbimiz es-Samed’dir. Yani herkes ve her şey ona muhtaç, o hiç kimseye ve hiçbir şeye muhtaç değildir. O, Aziz olandır; bizse aciziz. Dua, aciz olanın Aziz olandan istemesidir. Onun hiçbir şeye ihtiyacı yoktur. Allah “Duanız olmasa Allah size ne diye değer versin?” (Furkan, 77) buyurarak, duanın Allah’a değil, insana değer kattığını hatırlatmaktadır.

DUANIN DİLİ NEDİR

Rabbimizin Alak suresinde “Gerçek şu ki, insan kendini kendine yeterli görerek azar” (Alak, 96/6) ayetiyle uyardığı üzere, insan her zaman ve her koşulda Allah’a muhtaçtır ve bu muhtaçlığını bilinçli olarak kabul etmelidir. İnsana dua ettiren, kendi kendine yetmediğinin; verenin ve her şeye gücü yetenin Allah olduğunun farkına vardıran bu bilinçtir.

İslam insanın Allah’la, tabiatla ve toplumla olan ilişkisini adalet ve merhamet ekseninde hikmetle düzenleyen bir dindir. Allah-kul ilişkisinin sürekli açık kırmızı hattıdır dua. Sürekli online... En yüce, en büyük ve en güçlü olanla; her zaman, her yerde ve her durumda açık bir hat... Bu Allah’ın insana nasıl muhteşem bir lütfu ve ikramıdır! Dua, Allah’a çıkarılmış davettir.

Dua Allah’la konuşmak demektir. Duanın dili nedir, bilir misiniz? Bülbül hangi dilde öter, su hangi dilde akar, rüzgâr hangi dilde eser? Aşkın dili... Göklerde ve yerde ne varsa hepsi lisan-ı hal ile Allah’ı tesbih eder. Duanın dili ne Arapçadır, ne Türkçe ne Farsça... Duanın dili, kalbin dilidir. Duanın makbul olanı; bırakın anlamını, telaffuzunu bile doğru dürüst bilmediğimiz kelimelerle edileni değil, kalpten gelenidir. Bazen dua ederken ne söyleyeceğimizi bilemeyecek, bir cümle dahi kuramayacak kadar kendimizi aciz ve güçsüz hissederiz. Kendi halimiz duanın ta kendisi olmuştur. Allah kelimelerimize değil, lisanı halimize ve perişanlığımıza bakar. Duada asıl olan samimiyettir, muhatabımızın bizi bizden daha iyi bilen ve daha iyi tanıyan Allah olduğunu bilmektir. “Kullarım sana benden soracak olurlarsa ben onlara çok yakınım” (Bakara, 2/186) Buyuran yüce Rabbimiz başka bir ayette yakınlığını “Biz kulumuza şah damarından daha yakınız” (Kaf, 50/16) diyerek tarif ediyor. Allah bize şah damarımızdan bile daha yakınsa, o zaman Allah’la aramıza aracı koymaya gerek var mı? Bir de şöyle düşünelim. Aynı zamanda, belki de aynı konuda dilekte bulunan milyarlarca insanı, aynı anda duymak ve bunların isteklerine cevap vermek nasıl bir büyüklüktür! Bazen dualarımız çelişir, mesela bir eş ve çocuk sabahleyin evden çıkan kocasının ya da babasının iyi olması için dua ederken, belki de işyerinde biri ona beddua etmektedir. Bu iki kişinin aynı anda duasını kabul edip bunun üç kişiye zulüm olarak dönmesine izin vermemek ancak Allah’ın yapabileceği bir şeydir. Bu örnek bile tek başına, Allah’ın gücünü kavrama konusunda bizi aciz bırakır. 

İNSAN ‘BİTTİM’ DEDİĞİNDE

İnsan “Bittim” dediğinde, Allah “Yettim” der. Miraç Gecesi, Allah Rasulü’ne (sav) indirilen Bakara suresinin son ayetlerini duamıza katar, “Allah kimseye taşıyamayacağı yükü yüklemez. Taşırken zorlanacağınız yükleri de bize taşıtma” (Bakara, 2/286) diye niyazda bulunuruz.  Kul, bütün gücünü, iradesini kullanarak tükendiğinde, Allah ona yardım eder. “Mazlumun duasından sakının, çünkü onunla Allah arasında bir perde yoktur” (Buhârî, “Mezâlim”, 9) sözünü de belki böyle anlamalıyız. Kulun gücünün bittiği yerde Allah’ın yardımı başlar. Gücünüzün bittiği noktada olup olmadığınızı kontrol ettiniz mi? Eğer hâlâ gücünüz varsa, o bitinceye kadar koşmanızı, soluğunuzun tükendiği noktada hiç ummadığınız bir yerden önünüze kapı açılacağını düşündünüz mü?

Taif dönüşü Hz. Muhammed (sav) son tedbiri de tüketmiş bir halde, kan revan içinde doğduğu toprakların varoşlarına gelip dayanmış fakat girememişti. İşte o an gücünün bittiği andı. Gidecek bir kapısı, başvuracak bir dayanak, sığınak, tutamak ve barınağı kalmamıştı. Aklın ve tedbirinin bittiği yerde aşkın kollarına bırakmıştı kendisini ve şöyle dua etmişti:

Yazının Devamını Oku