◊ Patricia, bu hikâyeyi anlatmak istemene ne sebep oldu?
- Patricia Arquette: Cheryl Della Pietra, çalıştığı zamandan ilham alarak bu harika kitabı yazdı. Cheryl büyürken benim için büyük bir ilham kaynağıydı. Bu işte ilginç olduğunu düşündüğüm birçok tema da vardı. 90’larda büyümek, ünlüleri tanımak, onların yörüngesinde olmak nasıl bir şeydi çok merak ediyordum. Karşılıklı bağımlılığın belirsiz doğasına ve sınırlarınızın ne kadar çok olduğuna, sınırlarınızı nasıl aştığınıza ve başka birinin ne olduğuna bakmak istedim. Dünya seni bir kutuda tutmak istiyor. Gerçekten ilginç olduğunu düşündüğüm pek çok şey vardı.
◊ Claudia karakterini oynamaya nasıl karar verdiniz?
- Patricia Arquette: Aslında ilk etapta filmin başka bir yönetmeni vardı. Bana da Claudia karakteri için teklif getirdiler. Menajerime, “Bu senaryoda bir şeyler var ama tam olarak aradığım şey orada değil” dedim. Sonra yönetmen başka bir projeyle meşgul olduğu için yapımla araları bozuldu. Sonra bana yönetmemi teklif ettiler. Claudia karakterine yenilikler ekledik. Böylece hem filmin yönetmenliğini üstlendim hem de Claudia karakerini oynadım.
◊ Kendi setinize nasıl yaklaşmak istediniz?
- Patricia Arquette: Pek çok fikrim vardı. Ama çok yüksek bütçemiz olmadığını biliyordum. Bazı sahneleri özel efektlerle çekmemiz gerekiyordu.
Özel efekt için paramız yoktu. Bütçeye takılmadan ilerlemeyi seçtim. Bazen boğuluyormuş gibi hissettim ama her geçen gün daha da heyecanlandım.
DOĞUM GÜNÜMDE FİLME SEÇİLDİĞİMİ ÖĞRENDİM
◊ Filme neden “Canavar” adını verdiniz?
- Filmimizde gerçek canavarlar yok ama... İletişim kurmayı bıraktığınız, karşınızdakini anlamaya çalışmadığınız zaman artık onu bir canavar olarak görmeye başlarsınız ve aynı zamanda içinizde bir canavar büyümeye başlar. Ben de böyle bir dünyayı tasvir etmeye çalışıyordum... Filmin adı ilk etapta farklıydı ancak yapımcıyla senaryo üzerinde çalışırken kendimizi şu anki isme daha yakın hissettik. “Canavar” olarak adlandırılması gerektiğini önerdik. İşte film böyle ortaya çıktı.
◊ Filmlerinizin çoğunda çocuklarla çalışıyorsunuz. Aktörler kadar eğitimli olmayan çocuklarla iletişiminizi nasıl kuruyorsunuz?
- Çocuklarla çalışmak gerçekten çok zaman alıyor. Sanırım bu biraz öğretmen olmaya benziyor. Sabırla onların dilini bulmalı ve tamamen ikna olana kadar beklemelisiniz... Hiçbir şeyi zorlamamak, hiçbir şeyi aceleye getirmemek gerekiyor. Beklemek, çocuklarla yakınlaşmak ve bağ kurmak en önemlisi... Daha önce çektiğim filmlerde çocukları yönlendirdiğimde senaryoyu okumalarını değil, repliklerini istedikleri şekilde söylemelerini sağlardım. Bu filme kadar çocukları birçok kez bu şekilde yönettim.
◊ “Monster”da daha farklı bir yol mu izlediniz?
- Evet, çünkü “Monster”da iki ana çocuk karakterin iç çatışması o kadar hassas ki, onların kim olduklarını, kişiliklerini yarattığımız karakterlere nakletmek istemedim. Bunun tehlikeli olduğunu düşündüm. Bu durumda onlara senaryoyu okuttuk, prova yaptık. Filmdeki var oluş şekilleriyle onları çok özgün tasvir edebildik.
ÖNEMLİ OLAN SETTE AYNI DİLİ DEĞİL VİZYONU PAYLAŞMAK
Filmin hem senaryosunu kaleme alan, hem yapımcılığını üstlenen, hem de yönetmen koltuğunda oturan Maiwenn ise Jeanne du Barry olarak izleyici karşısına çıktı. 2023 yılının en pahalı Fransız filmi unvanına sahip olan “Jeanne Du Barry”i Johnny Depp, Maiwenn ve filmin bir diğer oyuncusu Benjamin Lavernhe, Hürriyet Kelebek okurları için anlattı.
◊ Maiwenn, hikâye 18’inci yüzyılda geçmesine rağmen filmin modern bir yanı da var. Bunu neden istediniz...
- Maiwenn: Filmi yazmaya başladığımda ani farkındalıklar yaşadım. 18. yüzyıla dair pek çok film izledim. Ama fark ettim ki, izlediğim filmleri beğenmiyordum. Bunun nedeni diyalogların eski moda Fransızca olması ve çok fazla diyalog içermesiydi. Ben de kendi kendime dedim ki, “Kendi kimliğimi, kendi yazma tarzımı bulmalıyım. Fransız tarzı dilin beni etkilememesi gerekiyor.”
18. yüzyıl tarzı bir diyalogdan ziyade, her şeyin zamansız olmasını istedim. Çeşitli sahneleri çekmeye başladığımızda oyunculara metne takılıp kalmamalarını söyledim, onlardan çok doğal olmalarını istedim. Ancak bu sefer de çok fazla doğaçlama yapmalarına izin vermenin iyi bir fikir olmadığını anladım. Çünkü üslup bir parodiye ya da komediye dönüştü. Ben de onları yönlendirdim ve şöyle dedim: “Metne sadık kalın, ancak doğru olmadığını düşündüğünüz kelimeler ya da virgüller varsa, o zaman öyle söyleyin. Diyalog sırasında kendinizi evinizde gibi hissetmenizi istiyorum.” İşte bu şekilde zamana saygı duymakla oyunculara saygı duymak arasında mutlu bir denge kurmaya çalıştım.
◊ Filmin Cannes’daki ilk gösteriminden sonra dakikalarca alkışlandınız. Neler hissettiniz?
- Johnny Depp: Birkaç saniyeliğine bu beni biraz korkuttu çünkü bir döngünün içinde sıkışıp kalmışım gibi hissediyordum. Seyircilerden gelen alkışlar ve tepkiler, beni çok gururlandırdı.
GÖRÜŞTÜĞÜMÜZDE JOHNNY’E ÂŞIK OLDUM
◊ Ethan Hawke, neden biyografi türünde bir film çekmek istediniz?
- Ethan Hawke: Eskiden kafelerde oturup sigara içerek biyografik filmlerin ne kadar kötü olduğunu ve onları ne kadar sevmediğimi anlatan 20 yaşında bir çocuktum. Şimdi baktığımda ise onlardan bir milyon tane yaptım. Biyografik filmleri insanların hayatlarına açılan pencereler olarak görmeye başladım. Başka bir evrene açılan, güzel bir pencere.
◊ Flannery O’Connor’ı anlatmaya nasıl ve ne zaman karar verdiniz?
- Ethan Hawke: Annem, okumam için Flannery O’Connor’ın kitabını verdi. Maya da bir gün bana Flannery’nin “Dua Günlüğü” kitabını getirdi ve bu ikimiz için güzel bir buluşma alanıydı. Bu kitap, sanattaki yaşam hakkında konuşmanın yoluydu. Maya bundan çok şey öğrendi... Tabii filmi yaparken onun ne kadar karmaşık olduğunu anlamak için pek çok araştırma yaptım. Flannery O’Connor, bakılması çok çirkin olan bir Amerika’da büyüdü. Etrafındaki ikiyüzlülüğü fark eden bir gözü vardı ve bunu yazdı. Kendi ikiyüzlülüğünü, çevresindeki toplumun ikiyüzlülüğünü keşfederek derinlemesine araştırdı. Onun inanılmaz derecede ilgi çekici bir figür olduğunu gördüm.
FLANNERY O’CONNOR’A HAYRAN KALDIM
◊ Maya sizin Flannery O’Connor’la yolunuz nasıl kesişti?
- Maya Hawke:
◊ Fransızca bir film yapmaya karar vermenize ne sebep oldu?- Küçükken, sinema izlemeye başladığımda ve yönetmen olmayı istediğimde beni en çok etkileyen Avrupa sineması; Fransız, İtalyan, İsveç filmleriydi. Hepimiz Avrupalı olmak istiyorduk. Avrupalılar gibi filmler yapmak istiyorduk. Hayatım boyunca film yaparak bu küçüklük hayalimi gerçekleştirmeye çalıştım. Bu filmi önce Paris’te yaşayan iki Amerikalı karakter üzerinden çekecektim. Sonra kendi kendime düşündüm; bu benim 50’nci filmim ve Paris’i o kadar çok seviyorum ki bunu Fransızca çekmeliyim dedim. Fransızca bilmiyorum ama bu beni rahatsız etmedi çünkü tüm oyuncular İngilizce konuşuyordu. Ben de bunu tamamen Fransızca yapacağımı düşündüm ve bunu yaparken harika vakit geçirdim. Gerçek bir Avrupalı sinemacı olduğumu hissettim. Yıllar önce François Truffaut, Jean-Luc Godard ve Alain Resnais’ın tüm filmlerini izlemiştim ve bu yüzden o gruba katılıp Fransızca bir film yapmak istedim ve yaptım. Aynı zamanda tabii ki bunu yaparken çok fazla iş birliği ve yardım aldım.
◊ Fransızca konuşan oyuncuları dinlemek sizin için bir zorluk yarattı mı?
- Hayır, çok basitti. Örneğin bir Japon filmi izlerseniz, oyunculuğun iyi, gerçekçi ve doğal olduğunu ya da dramatik, aptalca, fazla abartılı olduğunu anlayabilirsiniz. Burada da aynı şey var. Oyuncuların beden dilinden ve duygularından, dili anlamadan, ne zaman gerçekçi olup olmadıklarını anlayabiliyordum.
Eğer bunu yapmasaydım ve kelimeleri ben yazsaydım bu durumdan o kadar da zevk almayabilirdim. Oyuncular senaryoyu okudu ve anladılar. Onlar birinci sınıf aktörler ve aktrisler, bunu başardılar. Aslında onları çok fazla yönlendirmeme gerek yoktu.
Birkaç kez bir şey söylemek zorunda kaldığımda İngilizce konuştular. Yani bunu Fransızca yapmak benim için zor olmadı.
HAYATIM BOYUNCA HASTANEYE GİTMEDİM
◊
◊ Samoa ekibinin hikâyesine sizi çeken neydi?
- Taika Waititi: Beni bu konuya çeken şey, iyi bir mazlumun hikâyesini sevmemdi. Bu nihai mazlum hikâyesi; kimsenin inanmadığı, hiç gol atmamış, ülke tarihinde hiç maç kazanmamış, tarihteki en büyük uluslararası yenilgiyi almış bir takım... Samoa takımı hakkında yapılan belgesel gerçekten çok güzeldi. Hepimizin sevdiği, gerçek bir mazlum hikâyesi görmek benim için muhteşemdi. Bu hikâyeleri seviyoruz. Her zaman kazanmaya devam eden, sıkıcı kazananlar hakkında bir spor filmi görebiliriz ve bu yüzden bunun gerçek bir hikâye olduğuna ilk başlarda gerçekten inanamadım. Belgeseli izledim, çok şaşırdım. Hikâyede neler olduğunu araştırdım.
◊ Bir spor filmi yapacağınız daha önce aklınıza gelir miydi, futbola ilginiz var mıydı?
- Taika Waititi: Hayır, spor filmi yapacağımı hiç düşünmezdim, özellikle de hakkında hiçbir şey bilmediğim futbolla ilgili bir film... Futbol hakkında çok az bilgi sahibi olarak bu filmi çektim.
4-5 YAŞIMDAN BERİ LIVERPOOL TARAFTARIYIM
◊ Michael Fassbender, Thomas Rongen ile konuştuktan sonra koçluktan ne anladınız? Eskiden futbola olan bir yakınlığınız var mıydı?
◊ Neden Enzo Ferrari’yi anlatmaya karar verdiniz?
- Michael Mann: Çünkü onun hikâyesi son derece insani. Bir karakterin dinamiğiyle beraber adamın içine ne kadar spesifik bir şekilde girerseniz, dalış o kadar derin olur. Onun pek çok parçasının birbirine karşıt olduğunu ve yaşamının benim için hayatın gidişatına uygun olduğunu fark ettim.
◊ Enzo Ferrari’nin uzun bir kariyeri vardı. Neden özellikle 1957 yılını seçtiniz?
- Michael Mann: Çünkü hayatında süregelen dinamik çatışmaların çoğu, bu özel zaman diliminde. Şirket iflas ediyor. Ama daha da önemlisi oğlu Dino’yu kaybetti. Yani kendisi kederli bir durumda. O ve Laura’nın evliliği çöküyor, ikisi de acıyla farklı şekillerde baş ediyor. Yani, onların geçmişine ve geleceklerinin ne olacağına dair her şey tam da bu anda dönüyor. Bu, hayatımız boyunca hepimizin başına gelir. Keder, kayıp, aşk, tutku, hırs, bunlar evrensel şeylerdir. Bunların hepsi Enzo Ferrari’nin yaşamında çok melodramatik bir şekilde sıkıştırılmış.
◊ O yıllarda Maserati ile Ferrari arasındaki rekabet nasıldı?
- Michael Mann: İki şirket arasında çatışma var, ikisi de çok farklı sebeplerden dolayı iflasın eşiğinde... Enzo bir yarış arabası sürücüsü. Onun umursadığı tek şey yarış takımı. 1920’lerde sürücülükten ayrıldı ve orta düzeyde bir başarı elde etti. Belki bir ya da iki kez Nuvolari’ye karşı yarıştı ve bu onu bir yarış arabası sürücüsü olmadığına ikna etmeye yetti.
◊ Öncelikle sizi tanıyalım...
- 1956, Düzce doğumluyum. Düzce’de berber çıraklığımı yaptım ve kendimi yetiştirdikten sonra İstanbul’a geldim. 1977’de Maçka Oteli’nde berber oldum. Sonrasında Teşvikiye’de dükkânımı açtım ve tam 38 senedir hizmet veriyorum. 25 senedir kadromuz aynı. 20 senedir yurtdışından gelen ve burada tıraşını olan müşterilerimiz hiç değişmedi. Dükkânımız açıldığı günden itibaren caz müziği çalar ve renkli tablolarımız da hâlâ ilk günkü gibi dikkat çeker.
◊ Mahallenin neredeyse fahri muhtarı gibisiniz. Bu renkli simanız ve sanata olan merakınız nereden geliyor acaba?
- Daha çırak olduğum zamanlarda radyolarda senfonileri dinlerdim. Cumali Sanat Galerisi’ni çok merak ederdim. Yıllar sonra İstanbul’a gelip dükkânı açtığımda bir galerici arkadaşımıza söyledim. Ertesi gün Cumali Sanat Galerisi’nden bir adam geldi ve Cumali’nin abisi olduğunu söyledi. Bana bir tablo hediye etti, o tablo hâlâ dükkânımızda asılı bir şekilde yerini koruyor. Ressam tanıdıklarım ve müşterilerim çoğaldıkça eskicilerden, antikacılardan ve galericilerden tablo ve resim almaya başladım.
CÜNEYT ARKIN 45 SENE BANA GELDİ
◊ Rahmetli Cüneyt Arkın’la yakın bir dostluğunuz vardı. Biraz onunla arkadaşlığınızdan bahseder misiniz?
- 1977’de Maçka Oteli’nde kalfalık yaparken Cüneyt Arkın’ı tıraş ettim. Ediş o ediş... Bir daha başka birinde tıraş olmadı. 45 sene boyunca bana geldi. Buraya geldiğinde dükkânın önü insan kaynardı. Sonra ameliyatlar geçirdikçe gelememeye başladı. Bu sefer tıraş etmeye ben onun evine gittim. İyi bir dostluğumuz vardı.