Zeynep Bilgehan

Yeşil sahaların ‘Atom Karıncası’ Rıza Çalımbay... Çırakken de zirvede de hep koştum hâlâ koşuyorum

26 Kasım 2023
Sene 1970’ler… Sivas’tan İstanbul’a henüz taşınmış 11 yaşında bir çocuk Harbiye’de bir bakkalda çalışarak evin geçimine yardımcı oluyor. En büyük hayali futbolcu olmak… Civar evlere siparişleri götürürken gözü hep biraz aşağıdaki İnönü Stadı’na kayıyor; acaba bir gün orada oynamak nasip olur muydu? Çalışkandı, idealinin peşini hiç bırakmadı. Günlerce kapısında beklediği Beşiktaş Kulübü’nde tam 20 yıl oyunculuk yaptı. Efsane Kaptan, Atom Karınca lakaplarını aldı. Bugün, 47 yıl önce kapısından girdiği Beşiktaş’ın Teknik Direktörü olarak karşımızda; Rıza Çalımbay.

1) Hikâyesi 1963 senesinde Sivas‘ın Yıldızeli ilçesine bağlı Topulyurt Köyü’nde başlıyor. Rıza Çalımbay, emekçi bir baba Bektaş Bey ile ev hanımı anne Fatma Hanım’ın dört çocuğundan en büyüğü olarak dünyaya geliyor. Çocukluğu hem Sivas’ın merkezinde hem köyde geçiyor. 11 yaşındayken İstanbul’a taşınıyor. Çalımbay, “Babam önce inşaat işlerinde sonra bir taş ocağında çalıştı. Koşullar zordu. Taş ocağında patlama olunca sakat kaldı. O zamanlar iş güç yoktu” diye başlıyor anlatmaya: “Nasıl ki Türkiye Almanya’ya gidiyorduysa, bütün Sivaslılar da İstanbul’a geliyordu. Biz de o yolu çizdik; her Sivaslı’nın yaptığı gibi İstanbul’a göç ettik. Önce babam gitti. Sonra kardeşlerimi yanına aldırdı. En son ben, ilkokulu bitirdikten sonra İstanbul’a taşındım. Denizi hayatımda ilk defa İzmit’te gördüm. İstanbul’a gelene kadar bakakaldım. İstanbul’da da vapurda, sahilde yürürken hep denize bakarım.”

Rıza Çalımbay, Zeynep Bilgehan/Sene 1990-Rıza Çalımbay, ‘Şifo’ Mehmet Özdilek ve Recep Çetin...

SON 15 DAKİKAYI BEDAVA İZLERDİK

Yollar İstanbul’a çıkmıştı ama zor koşullar devam ediyordu. Çalımbay, ilkokuldan sonra okuyamadı. Babası, meşhur Toto Karaca’nın da çalıştığı İstanbul Tiyatrosu’nda iş bulmuştu. Kendi de evin geçimine yardım için Harbiye’de bir bakkalda çırak olarak çalışmaya başladı. Evlere siparişleri götürürken gözü hep biraz aşağıdaki İnönü Stadı’na kayıyordu. Çocukluğundan itibaren futbola meraklıydı; acaba günün birinde orada oynamak nasip olur muydu? Çalımbay, “Sivas’ta her gün, bazı günler okuldan kaçarak top oynardım” diye anlatıyor: “Sivasspor’un maçlarına giderdik; son 15 dakikada kapılar açılınca girer bedava maç seyrederdik. İstanbul’a geldiğimde de tek gayem futbolcu olmaktı. Hisarüstü’nde gecekondularda oturuyorduk. Şu an ikinci köprünün ayağının olduğu yerde sahamız vardı. Orada sürekli maç yapardık. Eline biraz ekmek biraz üzüm aldın mı karnın doyuyordu zaten. Futboldan başka şey düşünmüyordum.”

GÜNLERCE KULÜBÜN KAPISINDA BEKLEDİM

Aile bir zaman sonra Bebek’e taşındı. Çalımbay devam ediyor: “Babam apartman görevlisiydi. Kardeşlerim de ilkokuldan sonra çalışmaya başladı. Ben yine bakkalda çalışıyordum. Bebek sahilde bir sahamız vardı. Neresi olduğu fark etmiyordu, küçücük bir arsa bile yetiyordu. Sonra bir gün karar verdim. Beşiktaş’ın genç takımında oynayan arkadaşım Murat’a ‘Ben de geleyim’ dedim. Günlerce kulübün kapısında altyapı takımının başındaki antrenör Serpil Hamdi Tüzün ile konuşmak için bekledim. Sonunda yakaladım ve ‘Ben futbolcu olmak istiyorum’ dedim. Yaşımı filan sordu. Sonra beni çağırdı. İlk hafta antrenmanların sonunda maç vardı. Sabah 07.00’de yağmurlu bir gündü. Çırağan Oteli o zamanlar Şeref Stadı’ydı. Takım 10 kişiydi. 11’inciyi beklediler, beklediler… Gelmeyince ben 11’inci adam olarak maça çıktım; 1-0 kazandık, golü de ben attım. Ondan sonra beni devamlı oynatmaya başladılar.”


Yazının Devamını Oku

Mutluluk anayasası

19 Kasım 2023
Bu yıl 13’üncüsü düzenlenen ‘Uluslarlarası Suç ve Ceza Film Festivali’ başladı. Etkinliğin kurucusu İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi, Türk Ceza Hukuku Reformu’nun mimarlarından Prof. Adem Sözüer’le buluştuk. Hem kendi hikâyesini dinledik hem bu yılın teması ‘Herkes için adalet’i konuştuk hem de Adem Hoca’dan suç ve cezayı en iyi anlatan filmler listesi aldık.Prof. Sözüer’in bir de bireysel ‘Anayasa’ teklifi var: “1. Mutlu olmak temel hakkınızdır. 2. Mutlu olma hakkınız sınırlandırılamaz. 3. Mutlu olma hakkınızı kullanınız.”

1- BİR klasik soruyla başlayalım; doğduğumuz yer kaderimiz midir? Ceza hukukçusu, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğretim üyesi Prof. Adem Sözüer için bu doğru olabilir. 2005 yılında yürürlüğe giren Türk Ceza Hukuku Reformu’nun mimarlarından olan Sözüer, “Çocukluğumda oturduğumuz Bayrampaşa’da, inşaat halindeki cezaevi civarında oyun oynardık, sonra Abide-i Hürriyet anıtının olduğu Gürsel Mahallesi’ne taşındık. Bugün Çağlayan Adliyesi’nin yapıldığı yerdeki ilk ve ortaokulu okudum. Demek ki ceza hukukçusu olmak kaderimde varmış!” diye gülerek başlıyor söze... Biz onu kamuoyunu meşgul eden çetrefilli davalara verdiği bilirkişi görüşleriyle tanıyoruz. Son 13 yıldır düzenlediği Uluslararası Suç ve Ceza Film Festivali’yle hukuk ve adalet konularının daha geniş kitlelere ulaşması için de çalışıyor. Peki onun için her şey nasıl başlamış? Hikâyeyi başa sarıyoruz.

Zeynep Bilgehan - Prof. Adem Sözüer

İSTANBUL’U İNŞA EDEN ELLERDEN MİRAS

Adem Sözüer, Rizeli bir ailenin dört çocuğundan ikincisi olarak 1957 senesinde İstanbul’da dünyaya geliyor. Aile, 1950’lerde İkizdere’den İstanbul’a taşınıyor ama memleketlerinden ayaklarını kesmiyorlar. Sözüer’in deyimiyle, ‘Karadenizlilerin adeti olduğu üzere yerlerinde duramıyorlar’, sık gidip geliyorlar. Babası ve amcaları İstanbul’a geldikleri ilk yıllarda inşaatlarda ustalık, kalfalık yapıyorlar. Sözüer, “1950’lerde Türkiye’de büyük bir imar hareketi başlamıştı; büyük yollar, köprüler, okullar, hastaneler yapılıyordu. Babam ve amcalarım bu inşaatlarda ustalık, kalfalık yapmıştı” diye anlatıyor: “İstanbul içi gezilerde yaptıkları yerleri gösterirlerdi. Türkiye’de yapılan okullarda, hastanelerde onların alın terinin olmasından hep gurur duyardık. Annem ve babamdan hep girişimci ruhla bir eser ortaya koyma mirası edindik. Ülkemizde hukukun inşası için ileri reformlar için uğraş vermem ailemin manevi mirası ve ideallerimin gereği.”

SENE 1960’lar - Çağlayan İlkokulu

KIZILDERİLİNİN BEYAZ ADAMA KARŞI VERDİĞİ MÜCADELE

Daha sonraki yıllarda aile ticaretle ilgilenmeye başlıyor; market işletiyorlar. Sözüer çocukluğunda okul dışındaki zamanlarında, markette işlere yardım ediyor. Bu etkinlikler onu bugünlere hazırlamış: “Markette her gün hemen tüm gazeteleri okurdum. Özellikle tefrika romanlar. Her gün bir bölüm yayınlanırdı. Meşhur Kelebek romanı dahil pek çok eseri tefrika olarak okumuştum. Kelebek romanı yazarın işlemediği bir suçtan mahkûmiyetini ve kaçma girişimlerini anlatır. Bu yaşanmış olaylardaki adaletsizlikler beni çok etkilemişti. O dönemlerde ‘Teksas Zagor, Tommiks’ler de yaygındı. Biraz Amerikan kültürü vardı ama Kızılderililerin beyaz adama karşı verdiği bağımsızlık ve adalet mücadelesinden de etkilendim. Tarkan ve Malkoçoğlu gibi çizgi romanları hem okuyor hem de oyunlarda oynuyorduk. Mahalle arasında oyunlar oynarken rolüm genellikle adaletli olma ve zayıfın yanında yer almaktı. Sinemaya gitmek büyük meraktı. Çok renkli ve maceralı bir çocukluktu. İstanbul her şeyiyle yeni oluşuyordu. Türkiye’nin her yerinden ve her kesimden gelen arkadaşlarımız vardı. Beraber futbol oynardık.”

SENE 1979 - Fakülteye kayıt

Yazının Devamını Oku

Atatürk’ün Anıtkabir’e defninin hayattaki tek tanığı anlattı: Yüzü öyle asildi ki sanki dün tıraş olmuş gibiydi

12 Kasım 2023
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk, ölümünün 85. yılında tüm yurtta anıldı. Anıtkabir ziyaretçi akınına uğradı. Atatürk’ün naaşı, 10 Kasım 1938’de hayatını kaybettikten sonra 21 Kasım 1938’de geçici olarak Ankara Etnografya Müzesi’ne konulmuş, 10 Kasım 1953’te Anıtkabir’e nakledilmişti. Bu ana tanıklık eden bugün hayattaki tek kişi Anayasa Mahkemesi Onursal Başkanı Yekta Güngör Özden ile konuştuk… Özden, 70 yıl önceki o günü gözyaşları içinde anlattı: “Bugün bile aynı acıyı hissediyorum. Sokaklarda çıt çıkmıyordu. Kuşların kanatları, askerlerin yürüyüşü ve pencerelerdeki, kapılardaki insanların hıçkırık seslerinden başka hiçbir şey duyulmuyordu.”

1- Sene 1953… Günlerden 10 Kasım. Başkent Ankara’da açık, güneşli bir gökyüzü var. Ancak hava kurşun gibi ağır. Ulus, 10 Kasım 1938’deki vefatından 15 yıl sonra Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu büyük önder Mustafa Kemal Atatürk’ü ikinci kez uğurlayacak. Atatürk’ün naaşı, geçici kabri Etnografya Müzesi’nden ebedi istirahat yeri Anıtkabir’e taşınacak. 4 Kasım 1953 tarihinde tabut çıkarılıyor. Anıtkabir’e taşınmadan Etnografya Müzesi’nde altı gün boyunca saygı ziyareti için halka açılıyor. Bu süreçte katafalkın başında nöbet tutanlardan biri de 21 yaşında bir genç… Türk gençliğini temsil etmek üzere burada bulunuyor. Altıncı günün sonunda yapılan devlet töreninde cenaze kortejinin içinde yer alıyor, Anıtkabir’e yerleştirilmesine eşlik ediyor, Atatürk’ü son kez görüyor, gözyaşları içinde üzerine toprak serpiyor.

Zeynep Bilgehan / Yekta Güngör Özden
Fotoğraf: Mert Gökhan KOÇ

GAZETECİ VE SİYASETÇİLERİN AVUKATI

Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi birinci sınıf öğrencisi bu genç daha sonraki yıllarda tüm Türkiye’nin tanıdığı bir isim oluyor; Yekta Güngör Özden. 1956 yılında stajyer olarak katıldığı Ankara Barosu’nda 1972-1974 arasında Başkanlık yapıyor. Ulus Gazetesi, Ankara Gazeteciler Cemiyeti gibi kuruluşlarla beraber İsmet İnönü, Bülent Ecevit gibi isimlerin avukatlığını üstleniyor. 1979’da Anayasa Mahkemesi (AYM) üyeliğine seçiliyor. 1991-1997 yılları arasında AYM Başkanlığı’nı yürütüyor. Atatürkçü Düşünce Derneği (ADD) Başkanlığı yapıyor. Bugün 91 yaşında hâlâ çok aktif olarak yazıyor, çiziyor, toplantılarda konuşmalar yapıyor… Yekta Bey’i Ankara’da ziyaret ediyoruz. Bizi elinde albümlerle karşılıyor. Beraber 70 yıl önceye, Atatürk’ün ikinci cenaze törenine gideceğiz. Ancak önce hikâyeyi biraz daha başa saralım…

ATATÜRK DESTANLARIYLA BÜYÜDÜM

Yekta Güngör Özden, 1932 senesinde Tokat’ın Niksar ilçesinde başöğretmen bir baba ile ev hanımı bir annenin üç çocuğundan ilki olarak doğuyor. Özden, “Çocukluğum Atatürk destanları dinleyerek geçti” diye başlıyor: “Annemin dedesi İstiklal Savaşı sırasında ilk defa Amerika’ya bağımsızlık telgrafı çeken adam; Hacı Mahir Turhan. Cumhuriyet bayramlarında babamın kürsüye çıkıp konuşmalar yaptığını hatırlarım. Okumaya çok meraklıydım. Ortaokul birinci sınıfta ilk Atatürk şiirimi yazdım. Sonra şiir hastalık oldu. Bugüne kadar 73 şiir kitabım yayınlandı.”

Yazının Devamını Oku

Bir şairin objektifinden hayat maratonu... Fotoğrafın ‘Ozan’ı

5 Kasım 2023
Eline fotoğraf makinesini ilk defa 20 yaşında alıyor.

O günden bugüne siyaset, iş, sanat dünyası ve gündelik hayattan anları sonsuzlaştırıyor; İsmet İnönü, Turgut Özal, Süleyman Demirel, Bülent Ecevit portrelerini çektiği isimlerden yalnızca birkaçı. Yeni yılın eşiğinde 90 yaşına basacak olan ‘fotoğrafın ozanı’, devlet sanatçımız Ozan Sağdıç ile albümleri karıştırdık. Sağdıç gülerek; “70 yıldır bu başa dert makineyle beraberiz!” diyor.


‘Kutu makine’ denilen ilk fotoğraf makinesi/Fotoğraf: Mert Gökhan KOÇ

1) Ankara’da yaşayanlar onu yakından tanır… Her etkinlikte mesleğe yeni başlamış bir foto muhabiri heyecanıyla kimi zaman etraftakileri endişe ettirerek (konserlerde üst locadan eğilmek suretiyle) fotoğraf çekiyor. Dile kolay tam 70 yıldır! Duayen foto muhabiri, devlet sanatçımız Ozan Sağdıç ile Ankara’daki stüdyosundayız. Sağdıç, söze “Doğum tarihim 30 Aralık 1934. Cumhuriyet’in 100. yılında ben de 90 yaşıma basıyorum. İlk fotoğraf makinemi 1953’ün temmuz ayında aldım. Demek ki 70 senedir fotoğraf çekmekteyim. Hâlâ da çekiyorum, Allah başka türlü çektirmesin (gülüyor)” diye başlıyor. Lâkabı, çektiği şiir gibi kareler nedeniyle ‘Fotoğrafın ozanı.’ Ancak kendisi aynı zamanda gerçekten şair de; hem de şair bir dedenin torunu, şair bir babanın oğlu olarak… Hikâyeyi en baştan dinleyelim.

Ozan Sağdıç, Zeynep Bilgehan

BALIKESİR’İN DİRENİŞÇİLERİ

Sene 1920’ler… Edremit’teyiz. İzmir Yunan askerlerinin işgaline uğramış. Balkan Savaşları sonrasında Varna’dan Edremit’e göç etmiş bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Ruhi Naci Sağdıç, Ayvalık’ın düşman tarafından işgal edildiği gün, Edremit’ten cepheye koşup gelen iki atlıdan biridir. Karargâhta Edremit kaymakamı Hamdi Bey ile Burhaniye civarından Pelitköylü Mehmet Cavit Bey vardır. Ruhi Naci Bey, Edremit‘te bir ikmâl örgütü kurmakla görevlendirilir; bir yandan cephedeki savaşçılar için yiyecek temin ederken bir yandan da gönüllüleri cepheye sevk ettirir. Cephe, ‘Müdafa-yı Milliye’ ve ‘Red-di İlhak’ gibi cemiyetlerin gayretleriyle kurulmuştur. Hazırlanan pazubentlere kısaca ne yazılacaktır? Sonunda ‘Kuvayı Milliye’ yazılmasına karar verilir. Ozan Sağdıç, “Ali Çetinkaya’nın da babamın anılarında da ifade ettiği; ilk kez cephede kullanılan bu isim, zamanla bütün Anadolu’ya yayılmış, bu direniş hareketin genel adı olmuştur” diye anlatıyor.

Sene 1950/Fotoğrafçı olmadan ilk otoportre.

Yazının Devamını Oku

100 yılın tanıkları anlattı: Hey gidi Cumhuriyet yılları

31 Ekim 2023
Türkiye Cumhuriyeti 100. yaşını kutluyor. Bundan tam bir asır önce Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşları, Birinci Dünya Savaşı sonunda yıkılmış bir imparatorluğun küllerinden yeni bir ülke kurdu. Cumhuriyet’in yetiştirdiği nesiller bağımsız, onurlu, gururlu vatandaşlar olarak her alanda başarılara imza attı. Hey Gidi Yıllar sayfamıza konuk olmuş, farklı alanlardan ve Türkiye’nin farklı bölgelerinden duayen isimlerin anı ve değerlendirmeleriyle Cumhuriyet Bayramımız kutlu olsun; daha nice başarılı 100 yıllara!

Altan Öymen – Gazeteci, yazar

BİR GÜN ATATÜRK’Ü UZAKTAN GÖRDÜM...

“Çocukluğumda Ulus’a yakın oturuyor ve her gün Atatürk heykelinin yanından geçiyorduk. Bir gün babam bana Atatürk’ün kendisini gösterdi. Kalabalık içinde hangisi olduğunu bir türlü anlayamadım çünkü heykellerdeki gibi üniformalı ve ötekilerden büyük olmalıydı! Sonra babam “Atatürk’ün büyüklüğü yaptıklarındandır” diye anlatınca ikna olmuştum.”

Prof. Naci Görür -Jeoloji mühendisi

ATILIM YILLARINI BİZZAT YAŞADIM

“Elazığ’da, 1947’de doğdum. Çevremde ilkokulu bitirmemiş çok kişi vardı ama okumuş insana sevgi ve saygı ileri boyuttaydı. İkinci Dünya Savaşı henüz bitmişti ve yokluk vardı. O yıllar Cumhuriyet’in atılım dönemleriydi. Ülkeyi kalkındırmak, yol, köprü, baraj, fabrika yapabilmek için mühendislere büyük ihtiyaç vardı. O nedenle hepimizin ideali mühendislikti. Devamlı İTÜ’ye çalışırdık…”

Yazının Devamını Oku

Primadonna annenin diva kızı

22 Ekim 2023
Tam da 27 Mart Dünya Tiyatro Günü’nde, doğumhanede Tosca operasından aryalar eşliğinde dünyaya geliyor. Adını Nâzım Hikmet koyuyor. Çocukluğu, annesi Türkiye’nin ilk primadonnası Semiha Berksoy ile sahnede, kuliste, sanatla dolu bir ortamda geçiyor. Tiyatro dünyamızın usta ismi Zeliha Berksoy ile beraberiz… Eski albümlerini karıştırırken bir yandan da önümüzdeki hafta 100. yılını kutlayacağımız Cumhuriyet’in ilk kuşak kültür-sanat atılımlarını birinci elden dinledik.

1- Evinin kapısından girer girmez bir ‘diva ışığı’yla karşılaşıyorsunuz… Duvarlarda annesinin yaptığı rengarenk resimlerin asılı ol-duğu salonun ortasında kendi de bir tablo gibi duruyor. Zeliha Berksoy için bu yıldız ışığı bir aile geleneği; Cumhuriyet döneminin sanat simgelerinden opera sanatçısı Semiha Berksoy ile piyanist Ercüment Siyavuşoğlu’nun kızı olarak dünyaya geliyor. Hayatı bir tiyatro oyunu olsa… İlk perdenin adı ‘Semiha Berksoy’un kızı Zeliha’, ikincisininkiyse ‘Tiyatronun Brechtyen divası Zeliha Berksoy’ olurdu! Öyleyse perde açılsın… Sene 1946. Üsküdar’da yeni açılan Zeynep Kamil Doğum Hastanesi’nin kapıları bir hışımla açılıyor. İçeri meşhur opera sanatçısı Semiha Berksoy giriyor. Karnı burnunda, doğurmak üzere… Doktoru, bu meşhur anne adayının heyecanını yatıştırmak üzere “Aman Semiha Hanım sakin olun, siz en iyisi bir arya seslendirin” diyor. Berksoy, Tosca söyleyerek kızını dünyaya getiriyor.

Fotoğraf: Murat ŞAKA

İSİM BABASI NÂZIM HİKMET

Bebeğin ilk günleri Semiha Hanım ile Ercüment Siyavuşoğlu’nun Kadıköy’deki bahçeli evlerinde geçiyor. Komşuları Nâzım Hikmet’in annesi Ce-lile Hanım. Hapisteki oğluna bir mektupla dostları Semiha Berksoy’un doğum yaptığı haberini bildiriyor. Nâzım, cevaben çok mutlu olduğunu söyleyip, “Umarım bundan sonra Semiha kendini daha az beğenir” diyor. Bir de isim önerisi yolluyor: Türk köylüsünün adı; ‘Zeliha.’ Aileler, “Acaba Züleyha mı demek istedi?” diye sorunca ikinci mektup geliyor: “Hayır, Zeliha’dır.” Ve Zeliha’nın hikâyesi başlıyor. Burada kendi hikâyesine ara verip içine doğduğu aileyi anlatıyor: “Babamın ailesi 13 göbek geride Çavuşpaşa ahvadından geliyorlar. Benim de soyadım Siyavuşoğlu’ydu fakat Devlet Tiyatrosu’na geçince annem, babama ‘Avrupa’da adettir; tanınmışlık soyadı sanatta önemlidir’ deyince soyadım olarak Berksoy’u kabul etti.”

Zeliha Berksoy - Zeynep Bilgehan

SANATKÂR BİR AİLE

Anne tarafına gelince… Semiha Berksoy’un hikâyesini bir de kızından dinleyelim: “Annemin babası Ordinaryus Profesör Kemal Cenap Berksoy. Meşhur fizyoloji âlimi. Annesi Saime Hanım da çok sanatkâr bir kadın fakat 26 yaşında İspanyol gribinden haya-tını kaybediyor. Annem İstanbul Kız Lisesi’ni bitiriyor. Yaptığı resimleri Akademi’de Namık İsmail’e gösterince hemen ‘Kızlar Sınıfı’na alınıyor. Dârülbedâyi’nin açtığı Tiyatro Okulu’nun sınavını kazanıyor. Cemal Reşit Rey’in şan öğrencisi oluyor. 1934’te Atatürk’ün isteğiyle Ankara’da ilk opera sahneye konuyor; Özsoy. Atatürk onu Avrupa’ya gönderiyor. 1936’da girdiği Berlin Yüksek Müzik Akademisi’ni üç yılda bitirip Türkiye’ye dönüyor. O sırada konservatuvar henüz kurulmuş. Başlarında Carl Ebert var. An-nem opera sanatçısı olarak ona yardıma geliyor. 1941 senesinde Ankara Halkevi Sahnesi’nde Riyaseticumhur Filarmoni Orkestrası eşliğinde Tosca’nın ikinci perdesi sahneleniyor. Orada başrol oynuyor.”

SENE 1941 - İlk ‘Tosca’; İsmet İnönü, Semiha Berksoy, Carl Ebert, Cüneyt Gökçer, Mahir Canova, Ragıp Haykır, Ahmet Adnan Saygun

Yazının Devamını Oku

Contemporary Istanbul’un kurucusu Ali Güreli... Nam-ı diğer ‘Sanatsever Ali Paşa’

15 Ekim 2023
Pek çok şapkası var; işinsanı, turizmci, koleksiyoner, sanatsever… Bu ay başında 18. edisyonu gerçekleşen Türkiye’nin en kapsamlı çağdaş sanat fuarı Contemporary Istanbul’un kurucusu Ali Güreli ya da yaygın bilinen lakabıyla Sanatsever Ali Paşa ile eski albümlerini karıştırdık; 1950’li yılların Ankara’sından 1980’li yıllarda Paris’te Mübin Orhon, Komet, Mehmet Nazım gibi isimlerle komşuluğuna, oradan bugünün çağdaş sanat tartışmalarına bir yolculuk yaptık.

1- Sizin de sosyal medyanız zaman zaman çağdaş sanat sağanağı etkisi altına giriyor mu? Sonbahar, aynı zamanda sanat sezonunun açılışı demek… Türkiye’nin çeşitli yerlerinde pek çok yeni sergi açılıyor, bienaller, inisiyatifler, kültür yolları...

Etkinlikler, İstanbul’da bu ay başında 18. kez düzenlenen Türkiye’nin uluslararası çağdaş sanat fuarı Contemporary Istanbul ile başladı. Dünyanın çeşitli ülkelerinden gelen 67 galeri, 591 sanatçı ve 1537 esere ev sahipliği yapan fuarı altı günde 54 bin 500 kişi gezdi, 900’ün üzerinde eser satıldı. Sanat pazarının dünyadaki büyüklüğü 68 milyar doları buluyor. Türkiye de bu furyanın dışında değil. Çağdaş sanat hem bir yatırım aracı olarak hem de günlük hayatımızda yükselişte. 90’lardan bugüne çağdaş sanat koleksiyonu yapan Ali Güreli’nin renkli hikâyelerini dinlemek için kapısını çaldık.

ÇOCUKKEN ‘CİN ALİ’YDİM - “İlkokul lakabım: Cin Ali. Sonraki yıllarda ‘Sanatsever Ali Paşa’ oldu.”

HOLZMEISTER’IN YARDIMCISI MİMAR BABA

Ali Güreli, 1953 yılında Ankara’da İstanbullu mimar bir aileyle Ankaralı hukukçu bir ailenin buluşmasıyla dünyaya geliyor… Babası Muhittin Güreli, Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni (TBMM) ve Ankara’nın başlıca kamu binalarını yapan Avusturyalı mimar Clemens Holzmeister’ın yanında tek Türk mimar olarak çalışırken annesi Semra Hanım’la tanışıyor. Hikâyeyi Ali Bey’den dinleyelim: “Babamın aile ağacı Osmanlı döneminin gerilerine gidiyor. Büyük, büyük dedem 16. yüzyılda Üsküdar’da yaşamış olan Aziz Mahmud Hüdayi. 1911 doğumlu olan babam, Güzel Sanatlar Akademisi’ni 1934’de bitirip Türkiye’nin ilk kuşak mimarlarından oluyor. 1940’ların sonunda TBMM’nin inşası için Prof. Clemens Holzmeister davet ediliyor. Babam, Holzmeister’in kapısını çalıyor ve TBMM mimari projesinde yer alma isteğini söylüyor ve projenin sonuna kadar görev alıyor. Bunun için Ankara’ya taşınıyor. Bu sırada annem Semra Ansay ile tanışıp, evleniyorlar. Annemin babası da Cumhuriyet’in ilk anayasasını yazmış hukukçulardan Ord. Profesör Sabri Şakir Ansay.”

FRANSIZCA YATILIDAN UCUZ KURTULDUM

Çocukluğu, babasının inşa ettiği Ankara’nın meşhur Gaziosmanpaşa Mahallesi’nde geçiyor. Güreli, “Dört kardeşin üçüncüsüydüm. İlk iki çocuk Ankara Koleji’nde Anglosakson kültüründe yetiştiğinden babam ilkokuldan sonra beni ve kız kardeşimi Fransız Okulu’na verdi. Ben bir anda Fransa’nın nehirlerini, öğrenmeye başladım! (gülüyor) Sonra yatılı olarak Galatasaray Lisesi’ne gönderilecektim ama boyum küçüktü. Babam ‘Ali yatılıda zorlanır’ derken Fransızca eğitim veren Tevfik Fikret Lisesi Ankara’da açılınca yatılıdan kurtuldum.”

Yazının Devamını Oku

Arka Sokaklar’ın Rıza Babası hayatının ilk iki sezonunu anlattı

8 Ekim 2023
- İsmini Reşat Nuri Güntekin koymuş. İlk yapımcılık tecrübesi 10 yaşlarındayken… Sahneye oyuncu olarak 14 yaşında adım attıktan sonra tiyatroya tam 50 senesini vermiş. Son 18 yıldırsa onu Türkiye’nin en uzun soluklu dizilerinden Arka Sokaklar’ın ‘Rıza Baba’sı olarak izliyoruz. Dizi setlerinde ‘Ankara’dan gelen adam’ olarak nam salan Ergin, “Rolü yüceltmek aktörün işi. Oyunculuk bu zaten. Öbürü odunculuk olur” diyor...

Hasret sona erdi. Kısa bir aranın ardından Türkiye’nin en uzun soluklu dizilerinden Arka Sokaklar Kanal D’de ekranlara geri döndü. Sevenleri, ‘Rıza Baba’ karakterini canlandıran usta oyuncu Zafer Ergin’e kavuştu. Ergin, tam 18 yıldır bu rolü canlandırıyor; Rıza Baba, başkomiser olarak başladığı ‘Arka Sokaklar’ mesaisinde üçüncü sezondan dokuzuncu sezona kadar emniyet amiri olarak görev yaptı. Son dokuz yıldır da emniyet müdürü. Bu istikrarla yükselişte olan rolü canlandıran Zafer Ergin’in gerçek hayattaki prensipleriyle de son derece uyumlu! Zira, dizi setlerinde ‘Ankara’dan gelen adam’ olarak nam salan Ergin yaşamı boyunca hep “Her ne olacaksam onun en ilerisi olmak” idealinin peşinden koşmuş. Uzun soluklu Arka Sokaklar’dan önce tam 50 sene Devlet Tiyatroları’ndaydı! Gönlünün hâlâ tiyatroda olduğunu söyleyen Ergin’le eski albümleri karıştırdık… Kendi deyimiyle ‘hayatının ilk iki sezonu’nu dinledik.

İSİM BABASI REŞAT NURİ GÜNTEKİN

Zafer Ergin, ikisi de devlet memuru Tatar asıllı bir anne ile Makedonya göçmeni bir babanın iki çocuğundan ilki olarak Ankara’da dünyaya geliyor. Hangi sene? Gülerek, “1900 bilmem kaç! Hatırlamıyorum. İstersen 1950 yazabilirsin” diyor. Fiziksel görünüşüne bakacak olursak 1960 bile yazılabileceği konusunda hemfikir oluyoruz. Hangi günde doğduğu konusundaysa şüphe yok; 30 Ağustos. İsminin konmasının da çok özel bir hikâyesi var. Zafer Bey’den dinleyelim: “Annem Milli Eğitim Bakanlığı’nda Reşat Nuri Güntekin’in yanında çalışıyordu. Annem doğumdan sonra ona ‘Oğlan oldu, 30 Ağustos’ta doğdu, henüz isim koymadık’ diye haber vermiş. O da, ‘Herif ismiyle gelmiş zaten, ne düşünüyorsunuz?’ demiş ve ismimi Zafer koymuşlar.”


Zafer Ergin - Zeynep Bilgehan

AKIL BALİ OLDUĞUNDA…

Ergin çocukluğunu anlatmaya, “Eskilerin deyimiyle ‘akil baliğ olduğunda’ yani yaşamıma göz açtığımda…” diye devam ediyor: “Biraz hırçın bir çocuktum. Dediğim dedik, çaldığım düdük! Bütün öğrenim hayatım Ankara’da geçti. Anafartalar Caddesi’nde bahçeli, eski bir Ankara evinde otururduk. Her şeyi gözlemleyerek büyüdüm. Her şey dikkatimi çekerdi. Küçük yaştan itibaren, belki uzun boyumdan dolayı, hep lider pozisyonundaydım; okulda bayrağı bana taşıtırlardı filan… 10-11 yaşından itibaren tiyatro merakım başlamıştı. Hem okurdum hem de eve Karagöz takımı aldırmıştım. Yenimahalle’de üç katlı bir eve taşınmıştık. Alt katı boştu. Orada mahalledeki arkadaşlarımla beraber çocuklara Karagöz oynatırdık. Giriş iki buçuk kuruştu. Bilet koçanlarımız vardı. Mum yakıyorduk. Bir arkadaşım mandolin, diğeri tef çalıyordu. Ben de “Hay Hak” diye Karagöz oynatıyordum. Çok eğleniyorduk.”

Yazının Devamını Oku