Uğur Vardan

Her şey kitaplardaki gibi olmuyor!

3 Şubat 2024
Yazdığı kurgusal casusluk romanlarıyla ünlenen Elly Conway’in karşısına gerçek bir casus çıkar ve onu Londra’dan Fransa’ya uzanan farklı bir serüvenin içine dahil eder. Bond filmlerini tiye alan ‘Kingsman’ serisiyle tanıdığımız Matthew Vaughn son filmi ‘Argylle: Gizli Casus’ta delidolu bir casusluk komedisine imza atmış.

Çok satan casusluk romanlarıyla tanınan Elly Conway, annesini ziyaret için bindiği trende çok geçmeden karşısında bir hayranının oturduğunu fark eder. Yarattığı serinin son kitabını elinde tutan hırpani sakallı bu okuru, çok geçmeden ‘gerçek’ bir casus olduğunu belirtir. Derken kompartımanın bu gerçek casusu yok etmek isteyenlerle dolu olduğunu anlar. Ortalık karışır ama asıl karışıklık onun farkında olmadan yazdıklarıyla gerçek istihbarat örgütlerine ilham verdiği ve bu yüzden hedef haline geldiğidir. Elly yanında Aidan adlı casus, önce Londra’ya, oradan da Fransa’ya uzanan bir serüvenin içinde bulur kendini...

Başlarda Guy Ritchie’nin ‘Ateşten Kalbe Akıldan Dumana’ (Lock, Stock and Two Smoking Barrels, 1998), ‘Kapışma’ (Snatch, 2000) gibi unutulmaz suç filmlerinin yapımcısı olarak tanıdığımız Matthew Vaughn, sonrasında kendisi de kamera arkasına geçti. ‘Bir Dilim Suç’ (Layer Cake, 2004) gibi enfes bir yapımla yönetmenliğe adım attı. Çeşitli türlerde boy gösterse de daha çok Bond filmlerini ve casusluk evrenini hafiften tiye alan ‘Kingsman’ serisiyle hatırlanır oldu. Girişte konusunu özetlediğim son adımı ‘Argylle: Gizli Casus’ (Argylle) da yine delidolu bir casusluk komedisi. Lakin bu kez genel bir gizli örgüt yapısını ele alıp dalga geçmek ya da göndermeler yapmak yerine bireysel bir kahramanın öyküsünde ve onun sislerle örülü belleğinde gezinmeyi yeğlemiş.

Jason Fuchs’un kaleme aldığı senaryo Elly Conway’in kurgusal karakteri Argylle’la gerçek ajan Aidan arasındaki gelgitlerde dolaşıyor. Birinin yakışıklı, uzun boylu fiziksel özellikleriyle öne çıkan bir modelle, diğerinin daha sıradan bir prototiple sunulması bence filmin öne çıkan hoşlukları arasındaydı. Yani casuslar James Bond gibi her daim ‘janti’ değildirler, aksine süklüm püklüm olabilirler. Ayrıca bir okur buluşmasında en bilinen casusluk romanlarına imza atanların, yani Ian Fleming ve John le Carré gibi isimlerin gerçek casus olmalarına yapılan vurgu da bence iyiydi.

Uzun ama sıkılmıyorsunuz

‘Argylle: Gizli Casus’ aslında ana yatağını ikinci yarısında bulan bir yapım. Başlarda yarattığı kurgusal karakterin gerçek ajanlar dünyasındaki yansımaları arasında dolaşan nahif bir yazarın, uzak durduğu bir ortamın içine sürüklenmesini izlerken sonrasında işler başka boyuta taşınıyor. Bu kez de bir hafızanın yerine gelme sürecine tanıklık ediyoruz. Aslında ben bu yanıyla da Matthew Vaughn’un sanki ‘Jason Bourne’a bir selam gönderdiğini düşündüm.

Conway’de Bryce Dallas Howard’ı, Aidan’da Sam Rockwell’i izlediğimiz yapımda Henry Cavill (son Süpermen’imiz) de kurgusal ajan Argylle’ı canlandırıyor. Kadroda ayrıca Bryan Cranston, Catherine O’Hara ve Samuel L. Jackson gibi isimler de var. Dua Lipa ise özellikle girişteki dans sahnesiyle dikkat çekiyor. Bu arada Conway’in yanından ayırmadığı scottish fold türü kedisi Alfie de önemli bir karakter olarak hikâyeye hizmet ediyor ve aslında yönetmen Vaughn’un kızlarının kedisiymiş. İsmi de Chip’miş. Bir ek bilgi daha: Vaughn 90’lı yılların ünlü modellerinden Claudia Schiffer’la evli ve çiftin iki kız ve bir de oğulları var. Öte yandan kızlar bu kediyi scottish fold türüne ilgisi olan Taylor Swift’e ilişkin bir belgeseli izledikten sonra sahiplenmişler. Bu durum filmin senaryosunu Swift’in kaleme aldığına dair bir komplonun kapısını aralamış. Ardından Vaughn böyle bir şey olmadığını açıklamış.

Sonuçta casus filmleri de onların hakkında yapılan komediler de sinema tarihi içinde eskimiş bir tür ama yine de insanların ilgisini çekmeyi başarıyor. ‘Argylle: Gizli Casus’ bildik temaları farklı sulara açılarak önümüze getirmeye çalışan bir komedi. Bu hedefine belli ölçülerde vardığı söylenebilir. Süresi fazla uzun (2 saat 19 dakika) ama buna rağmen sıkılmadan izleniyor.

Yazının Devamını Oku

Hepsi memleket sevdasından hey canım hey!

27 Ocak 2024
O müziğimizde ‘Anadolu rock’ adıyla bilinen türün öncü isimlerindendi. Aynı zamanda ezilenlerin, sömürülenlerin yanında oldu ve muhalif kimliğiyle tanınırken nihayetinde ‘12 Eylül cuntası’ tarafından vatandaşlıktan çıkarıldı. Yüksel Aksu imzalı ‘Cem Karaca’nın Gözyaşları’ işte bu öykünün sahibinin yaşadıklarını perdeye taşıyor. Film müzisyen Cem Karaca’nın yanı sıra sistemin cezalandırdığı bir aydının trajedisini de anlatıyor.

Tiyatrocu bir çiftin (aynı zamanda operet olan Toto ya da gerçek adıyla Irma Felekyan ile Mehmet İbrahim Karaca) oğulları olarak dünyaya gelen Muhtar Cem Karaca bütün gençliği boyunca müzisyen olmak için uğraş verir. Babasıysa “Tamam evladım, müzik yap ama kendine asıl olarak başka bir meslek seç, mesela hariciyeci ol” diyerek sürekli baskı yapar. Nihayetinde ikili arasındaki bu mücadeleyi o muhteşem sesinin de ona sağladığı avantajla müzik yaparak hayatına yön verecek olan oğul kazanır. Evlilikler, ayrılıklar, kurulan gruplar, dağılmalar, kısa süren askerlik ve ülkenin politik aksında önemli bir siyasi figür olarak beliren müzisyen profili...

12 Eylül dönemi Almanya’da sürgün yılları, vatandaşlıktan çıkarılma, oğlu Emrah’a ve ailesine duyduğu hasret derken unutulmaz şarkıların eşlik ettiği, acılı yanları yoğun bir yolculuğun hikâyesi çıkıyor karşımıza.

CEM KARACA’NIN GÖZYAŞLARI

◊ Yönetmen: Yüksel Aksu

Yazının Devamını Oku

Yeni bir evrim kapımızı çalarken...

20 Ocak 2024
‘Hayvan Krallığı’ bazı insanların mutasyona uğrayarak hayvan formlarına dönüştüğü bir ortamda annesi de yaratıklar safına geçmiş bir gençle babasının yaşadığı mücadeleyi anlatıyor. Thomas Cailley imzalı film bu tuhaf yaratıklar üzerinden ‘ötekiler’le birlikte yaşama kültürüne dair göndermelerde bulunuyor.

Tanımsız bir zaman diliminde insanlar neden, nasıl olduğu bilinmeyen bir durumla karşı karşıyadır. Piyangonun kime çıktığı belirsizdir ve bazıları mutasyon geçirerek hayvan formlarına dönüşür. Yemek sektöründe şef olarak çalışan François Marindaze ve 16 yaşındaki oğlu Émile’in de kapısını bu tuhaf mesele çalmıştır. Birinin eşi, diğerinin annesi olan Lana bir tür ‘kurt kadın’a dönüşmüş ve tedavi altına alınmıştır. İkili, Lana’nın kaldığı rehabilite merkezine yakın olmak adına Fransa’nın güneyine taşınır. Bu hem baba hem oğlu için yeni bir hayat anlamına gelir. Derken çevrede çıkan çok sert bir fırtına, merkezdeki yaratıkların firar etmesine ve yöredeki ormanlara sığınmalarına sebep olur. Sonrası bir sürek avıdır...HAYVAN KRALLIĞI
◊ Yönetmen: Thomas Cailley
◊ Oyuncular: Romain Duris, Paul Kircher, Adèle Exarchopoulos, Tom Mercier, Billie Blain, Xavier Aubert, Saadia Bentaieb, Gabriel Caballero
Fransa-Belçika ortak yapımı

Senaryosunu Pauline Munier’nin yazdığı, Thomas Cailley imzalı ‘Hayvan Krallığı’ (Le règne animal), geçen yıl Cannes’da ‘Belirli Bir Bakış’ bölümünün açılış filmiydi. Bu son derece aykırı ama bir o kadar da çekici ve kulak kabartmaya değer öyküye sahip yapım, metaforlarla örülü dertlerini yer yer aksiyonun öne çıktığı bir anlatımla sunuyor. Ortada zamanla bütün gezegeni sardığını anladığımız bir dert var ve bu diğer tüm şimdiki zaman dertleri gibi sosyolojik unsurlarla dolu. Öyle ki Émile’in gittiği lise, ilgi duyduğu Nina, yöre halkı, babasına yardımcı olan jandarma Julia Izquierdo derken senaryonun gezindiği duraklar bize sağlam bir sosyolojik bilimkurgu öyküsü anlatıyor. Mesela tıpkı baba-oğul gibi François’nın çalıştığı restorandaki garson Naima’nın da kız kardeşi bu yaratıklardan biridir ve onun hayatını sürdürmesine gizli gizli yardımcı olmaktadır. Yani aramızdan birilerinin en yakınları bu dertten mustariptir. Yaratıklar, canavarlar, ne derseniz deyin onlar aslında ilk elde göçmenler akla gelmek suretiyle günümüzün ‘öteki’leri olabilir. Film bu yanıyla artık bütün dünyaya hâkim olmuş görünen ve kendinden olmayan herkese nefretini, öfkesini kusan sağ politikalara ve politikacılara da göndermelerde bulunuyor. Örneğin Émile’in sınıf arkadaşlarından bazıları birlikte yaşama çabasına vurgu yaparken kimisi de mutasyona uğramışlara karşı klasik ırkçı tavırları (yok etmek, öldürmek vs.) gösteriyor. Ama asıl olarak Thomas Cailley’nin filminin güzelliği sadece bu tür güncel mesajları öne çıkarması değil. Bu öykü aynı zamanda da ‘Sevdiklerimizi her koşulda sevebiliyor muyuz’un cevabını bulmaya çalışıyor. Ortada tek bir mutasyon vakası yok. Émile’in de giderek vücudunda başlayan değişimler, onun karşı cepheye doğru yol almasına neden olan gelişmeler, henüz uçmayı beceremeyen Fix ve yanında duran Froggy’yle ormanın derinliklerinde başlayan dostluk derken seyirci olarak farklı sulara çekiliyoruz. Bu bir yanıyla bir ergenin büyüme öyküsü aynı zamanda. Keza bir babanın oğlunu her koşulda kabul etmesi de filmin bir başka odak noktası.

Mutasyona uğramış tüm varlıkların genel profili, Émile’de baş gösteren fiziksel değişim, yaratıkların yeni doğalarıyla barışma çabaları derken ‘Hayvan Krallığı’, ‘Frankenstein’dan Cronenberg’in ‘Sinek’ine (The Fly, 1986), hatta ‘Dr. Moreau’nun Adası’ndan (The Island of Dr. Moreau, 1996) ‘Gir Kanıma’ya (Låt den rätte komma in, 2008) kadar uzanan sinemasal (ve de yazınsal) bir hatıralar yolculuğuna çıkmamızı sağlıyor. Ama ben bu film dolayısıyla en çok ‘X-Men’ camiasını hatırladım. Lakin Thomas Cailley’nin yapıtı Hollywood’un kahramanlık figürleri eşliğinde sunduğu ‘Süper’ler mitini adeta yalnızlık, izolasyon ve varoluş meselelerini sorgulayan bir çizgide perdeye taşıyor.Adèle Exarchopoulos

Kadronun en tanınmış yüzleri babada izlediğimiz Romain Duris ve jandarma Julia Izquierdo’da karşımıza çıkan Adèle Exarchopoulos. İkisi de çok iyi oynuyorlar ama bence bu filmin açık ara asıl yıldızı Émile’de izlediğimiz Paul Kircher. Genç oyuncu karakterinin geçirdiği evrimin yanı sıra bir ergenin hissiyatını muhteşem yansıtıyor. Keza kuşa dönüşmüş Fix’te ‘Eş Anlamlılar’dan (Synonyms, 2019) hatırladığımız Tom Mercier de çok iyiydi. Bu arada filmdeki hayvan türlerinin tasarımı bizde Baobab Yayınları tarafından kitapları (‘Mavi Haplar’, ‘Kumdan Kale’ ve ‘Oleg’) basılan çizer Frédérik Peeters’a aitmiş.

Yazının Devamını Oku

‘Yatağımdaki düşman’

13 Ocak 2024
Son derece romantik başlayan bir ilişki, ardından iki çocuklu bir evliliğe uzanan süreç ve nihayetinde yoldan çıkan kontrol manyağı kıskanç bir koca...Valérie Donzelli imzalı Fransız filmi ‘Narsistle Aşk’ta başrolleri Virginie Efira ve Melvil Poupaud paylaşıyor.

Öğretmenlik yapan Blanche Renard, ikizi Rose’un ısrarlarıyla gittiği partide çok eskiden tanıdığı Grégoire Lamoureux’ya rastlar. Aralarındaki elektrik yeni bir ilişkinin kapısını aralar. Aradığı erkeği bulduğunu düşünür. Onun için delidivane olduğunu söyleyen biri vardır karşısında. Çok geçmeden evlenirler. Bankacı olan Greg, Blanche’ı taşrada, kalabalıktan uzak bir yöreye taşınmaları konusunda ikna eder. Derken iki çocuk sahibi olurlar, mutlu mesut yaşayacaklar hissi etrafı sarmışken kadıncağız kocasının giderek artan tuhaflıklarıyla yüz yüze gelir. Ve bu süreç zamanla geri dönülmez bir noktaya evrilecektir…

Valérie Donzelli imzalı ‘Narsistle Aşk’ (L’amour et les forêts) Éric Reinhardt’ın 2014 tarihli romanından sinemaya uyarlanmış. Senaryosunu Audrey Diwan’ın kaleme aldığı yapımda, son derece romantik başlayan bir aşkın erkek kanadında sonradan ortaya çıkan karanlık taraf yüzünden beklenmedik noktalara savrulan bir ilişki anlatılıyor. Öykü sakin ve huzur verici akarken ve Donzelli filmine Éric Rohmer’vari dokunuşlar katarken Greg’in buzdağının altta kalan yüzeyi gibi beliren kontrol manyağı kıskanç koca kimliği, kadın tarafı için büyük bir azaba neden oluyor. Sürekli “Neredesin, kiminlesin, aramalarıma neden cevap vermiyorsun, benimle niye ilgilenmiyorsun” türünden aslında çoğumuzun yakın çevresinde ya da gündelik hayatımızın içinde rastladığı bir tipolojinin yansıması Grégoire. Giderek de vites yükseltiyor ve Blanche için hayatı çekilmez hale getiriyor. Mesleki bir yalanla kandırdığı ve annesiyle ikizinden kopararak taşrada yalnız başına bir hayata sürüklediği karısı üzerinden baskıcı profilini sahaya sürüyor.

 

ERKEKLİĞİNİZ BATSIN!

Valérie Donzelli feminist bir bakış açısıyla sunduğu bu öyküde sonradan gerilime yüklenirken sakinliğini, meselelere soğukkanlı yaklaşımını kaybetmiyor. Bu film Hollywood patentli olsaydı heyecan dozajı artarken daha sert, adrenalini daha üst düzeyde gezinen sahnelere rastlayabilirdik. Ama belki de bir Fransız yapımı olmanın gerekliliğiyle (!) dramatik yapısı daha gerçekçi ve hayatın içinden akıyor. Bu tabloda son zamanlarda ‘Başkalarının Çocukları’ (Les enfants des autres, 2022) ve ‘Paris Hatıraları’ (Revoir Paris, 2022) gibi kimi filmlerde karşımıza sıkça çıkan Virginie Efira’nın Blanche karakterindeki (ikizi Rose’u da canlandırıyor) incelikli performansının etkisi büyük. Keza Grégoire’da da Rohmer’in ‘Yaz Hikâyesi’ (Conte d’été, 1996) filiminde de oynayan Melvil Poupaud etkileyici bir profil ortaya koyuyor.

Valérie Donzelli’nin yapıtında karşımıza çıkan Grégoire toksik erkeklikle yoğrulmuş bir kişiliğin ifadesi.

Yazının Devamını Oku

Ve kurtuluş için bir gemi kalkar Samsun’a...

6 Ocak 2024
İki bölümden oluşan ve ilki 3 Kasım 2023’te vizyona giren ‘Atatürk 1881-1919’ adlı çalışmanın ikincisi bu hafta vizyonda. Mehmet Ada Öztekin imzalı yapımın son adımında Mustafa Kemal’in hayatı eşliğinde memleketin kurtuluşu için Samsun’a doğru çıkılan yolculuğun hangi aşamaların ardından gerçekleştirildiğini de izliyoruz.

Roma bir günde kurulmadı derler... Kuşkusuz üzerinde yaşadığımız coğrafyada da Cumhuriyet bir günde kurulmadı. Çöken bir imparatorluk, yurdun dört bir yanını saran işgalciler, bu duruma isyan eden vatanseverler ve onlara önderlik eden bir büyük figür... Çok değil, birkaç ay önce 100’üncü yaşına basan bir rejimin kurucusu konumundaki Mustafa Kemal’in yaşadığı dönüşümü, geçirdiği evreleri, aştığı engelleri, verdiği savaşları, bulunduğu cepheleri onun kişisel öyküsü eşliğinde anlatan ve iki adımdan oluşan ‘Atatürk 1881-1919’ adlı çalışmanın ilk bölümü hatırlanacağı gibi 3 Kasım 2023’te vizyona girmişti. İkinci film ise bu haftadan itibaren seyirci karşısına çıkıyor. Yönetmen olarak Mehmet Ada Öztekin imzasını taşıyan, senaryosunu da Necati Şahin’in kaleme aldığı bu ikilemenin ilk ayağında Mustafa Kemal’in Selanik’te başlayan serüveninden ve ordu içindeki yükselişinden kesitler aktarılırken aynı zamanda dönemin kimi gelişmeleri de tarihsel bir süreç içinde perdeye taşınıyordu.

İkinci filmde de aynı mantığın uzantısı bir yapım izliyoruz. Genç bir subay olarak muhalif bir çizgideyken dönemin siyasi konjonktürü içinde İttihat ve Terakki’nin önde gelen isimleriyle girdiği mücadele, ülkenin kara bahtını aydınlığa çıkarma çabası, nihayetinde de Sultan Vahdettin’in kadrajına girerek yavaş yavaş Samsun’a doğru yola çıkacak Bandırma adlı vapurundaki yerini alma çabası...Atatürk 1881-1919 (İkinci Film)

◊ Yönetmen: Mehmet Ada Öztekin
◊ Oyuncular: Aras Bulut İynemli, Songül Öden, Sarp Akkaya, Esra Bilgiç, Şahin Sancak, Pedja Bjela, Emre Mete Sönmez, Şehsuvar Aktaş, Sahra Şaş, Berk Cankat, Bertan Asllani, Oğulcan Arman Uslu, Alican Barlas, Alpay Kenan Atalan, Cahit Gök, Meriç Özkaya, Dieter Rupp, Alex Dave, Emre Yetim, Serhat Talay, Orkuncan İzan
Türkiye yapımı

‘Atatürk 1881-1919’ (İkinci Film) üslup, atmosfer ve sinematografik biçim açısından beklendiği gibi ilkinin izlerini sürüyor ve devamlılık mantığıyla genel resmi tamamlayan bir bütünlüğe ulaşıyor. İdeolojik bakış olarak da benzer bir durum var ortada; ilk filmin açtığı parantezlerde dolaşılıyor, yine Ata’nın hayatından kimi kişisel virajları perdeye taşıyor ve sonuçta görsel, estetik ve içerik açısından son derece doyurucu bir toplam ortaya çıkıyor.

İlk filme ilişkin eleştiri yazımda oyunculuklar hakkındaki görüşlerimi belirtmiştim; başta Mustafa Kemal’i canlandıran Aras Bulut İynemli olmak üzere kadrodaki herkesin son derece etkileyici performanslar ortaya koyduklarını hatırlatayım. Kadronun genel toplamı içinde özellikle Enver Paşa’da karşımıza gelen Sarp Akkaya’yı çok beğendiğimi de bir kez daha not olarak düşeyim.

‘Geldikleri gibi giderler’

Yazının Devamını Oku

Geçmişin ayak izlerinde...

30 Aralık 2023
Zamanında manşetleri süsleyen skandal bir vakanın kahramanı olan bir kadın ve onu sinemada canlandıracak oyuncunun hayatına girmesiyle bozulan dengeler... Todd Haynes imzalı ‘Bir Skandalın Peşinde’ filminin başrollerindeki Natalie Portman ve Julianne Moore gösterdikleri performanslarla En İyi Kadın Oyuncu dalında Oscar’a aday olacaklarmış gibi görünüyor.

Bir Skandalın Peşinde

◊ Yönetmen: Todd Haynes
◊ Oyuncular: Natalie Portman, Julianne Moore, Charles Melton, Gabriel Chung, Elizabeth Yu,
Cory Michael Smith, D.W. Moffett, Lawrence Arancio, Piper Curda, Kelvin Han Yee, Jocelyn Shelfo, Andrea Frankle, Joan Reilly
ABD yapımı

Savannah-Georgia’da, su kenarında enfes bir ev... Verilecek ziyafete ilişkin hazırlıklar sürmekte, sosisler mangalın üzerinde kızarmaktadır. Derken en önemli konuk gelir; genç ve ünlü bir kadın oyuncu olan Elizabeth Berry. Rol alacağı yeni ‘bağımsız’ projede ev sahibesi konumundaki Gracie Atherton-Yoo’yu canlandıracaktır ve sebebi ziyareti, bu kişiye ve yakın çevresine dair daha derin gözlemler yapmaktır.

‘Velvet Goldmine’la (1998) tanıdığımız, sonraları da ‘Cennetten Çok Uzakta’ (Far from Heaven, 2002) ve ‘Carol’ (2015) gibi yapıtlarıyla daha bir sevdiğimiz Todd Haynes, yukarıda genel çizgilerini aktardığım son adımı ‘Bir Skandalın Peşinde’de (May December) hassas çizgilerde gezinen bir öykü anlatıyor. Filmde 23 yıl önce, evcil hayvan dükkânında çalışırken

Yazının Devamını Oku

Türk sinemasının koçbaşı iki ismi

29 Aralık 2023
Zeki Demirkubuz ve Nuri Bilge Ceylan arasında uzun zamandır birikmiş bir enerji vardı. Bu fay hattı sonunda kırıldı. İkili arasında keşke bunlar yaşanmasaydı... Fakat bütün bu tartışma bir yana, ortaya koydukları ve tarihe bırakacakları yapıtlar bir yana. Hayata farklı kadrajlardan bakan iki yönetmen de günümüz Türk sinemasının yadsınamayacak iki büyük değeri.

80 sonrası sinemamız ‘12 Darbesi’nin toz bulutları arasında kendine yeni güzergâhlar ve yol haritaları ararken az biraz kenti ve kentliyi, özellikle Atıf Yılmaz vasıtasıyla da kadınları keşfedip öykülerini bu odak noktaları üzerinde inşa etmeye çalıştı. Derken ilk adıyla ‘İstanbul Sinema Günleri’, sonraki adıyla da ‘İstanbul Film Festivali’ önce ‘Yedi tepeli şehrin’, ardından da ülkenin tüm kültürel ikliminin yatağı değiştirecek bir etkileyici unsur olarak hayatımızda belirdi ve yepyeni bir izleyici kuşağı ve ruhu yarattı.
İstanbul kent yaşamında (nisan ayında düzenlenmesi dolayısıyla) adeta baharın da bir tür müjdecisi olarak eklenen bu faaliyet, bir parça geçmişteki Sinematek’in işlevini görüyor ama asıl olarak insanların sinema zevklerinin, bakış açılarının, izleme ve yorumlama biçimlerin yeniden oluşumuna katkıda bulunuyor, farklı birikimlere, kazanımlara vesile oluyordu.
Bu damardan beslenen onca ‘sinefil’den kimileri yazar-çizer, kimileri sektör çalışanı, kimileri de yaratıcı (yönetmen) oldu. İlham kaynakları ve bilgi-görgüleri bu yolla oluşan bir kuşak çok geçmeden kamera arkasında yerini alırken sinemamızda adına da yeni bir dile, ekole kapı araladılar. 90’lı yılların başları itibarıyla da ilk ürünlerini vermeye başladılar.

BİRİ DOSTOYEVSKİ DİĞERİ ÇEHOV

Zeki Demirkubuz ve Nuri Bilge Ceylan da bu kuşağın koçbaşı isimlerindendi. Demirkubuz emekçi olarak kimi işlerde çalışıp ayrıca siyasi görüşlerinden dolayı sistemin gadrine uğrayarak hapis yatmış ve işkence görmüş bir geçmişin ardından Zeki Ökten’in asistanı kimliğiyle sinemaya adım attı ve zaman içinde her biri ayrı çarpıcılığa sahip filmleriyle bugüne geldi. Nuri Bilge Ceylan ise sanatsal adımlarını fotoğrafçılık üzerinden biçimlendirdi, sonrasında o kendine özgü bakışıyla donattığı yapıtlarıyla yürüyüşünü hızlandırdı ve nihayetinde o da günümüz Türk sinemasının en önemli yaratıcılarından biri olarak tarih sahnesindeki yerini aldı.

Yazının Devamını Oku

Trajik virajlarla dolu bir hayat yarışı

23 Aralık 2023
Büyük usta Michael Mann’in son filmi ‘Ferrari’, İtalyan otomotiv sektörünün dev firmalarından birinin kurucusu Enzo Ferrari’nin trajik yaralarla bezenmiş hayatından büyük bir kesiti aktarıyor. Ana karakteri Adam Driver’ın canlandırdığı filmde Ferrari’nin eşi Laura’da izlediğimiz Penélope Cruz çok başarılı bir performans sergiliyor.

Sinema tarihine ‘Heat’ gibi bir klasiği armağan eden emektar yönetmen Michael Mann’in son adımı bir araba markası olmanın yanı sıra motorsporlarının da öncü grubu Ferrari’nin geçmişinde dolaşıyor ve bu devasa imparatorluğun sancılı bir dönemini perdeye taşıyor. Film 1957’de açılıyor. Bir zamanların otomobil yarışçısı Enzo Ferrari’nin eşi Laura’yla birlikte kurdukları şirket krizdedir. Bir yanda oğulları Dino’nun erken yaşta (24) ölümü, öte yanda zor koşullarda ayakta durma çabası derken kurtuluş İtalya’da düzenlenen ünlü ‘Mille Miglia’da alınacak başarıya endekslenmiştir. Bütün bunların yanı sıra Enzo’nun 12 yıla varan yasak ilişkisi ve bu ilişkiden doğan oğlu Piero’nun annesi Lina Lardi’nin meseleyi legalleştirme isteği kopmaya hazır bir başka fırtınanın da habercisidir. Enzo hem iş hem de özel hayatındaki gelgitler karşısında dik durmaya çabalarken yarış takımındaki pilotların yaşadığı trajediler de cabasıdır.

Brock Yates’in 1991 tarihli, ‘Enzo Ferrari: The Man, The Cars, The Races, The Machine’ adlı kitabı esas alınarak 2009’da aramızdan ayrılan Troy Kennedy Martin tarafından yazılan senaryodan çekilen filmde Michael Mann, odağını iki ana arterden oluşturmuş. Bir yanda savaşta babasını ve abisini kaybetmiş, sonrasında oğlunun vefatının yarattığı travmayı bir türlü atlatamamış ve mutluluğu yasak bir ilişkide bulmuş bir patron profili var. Öte yanda da şimdilerden çok uzakta seyreden koşullarda gerçekleştirilen ve ölüm riskinin yüksek olduğu sert otomobil yarışları dünyası ve rekabet ortamı... ‘Ferrari’ bu genel güzergâhlarda gezinirken kocasının, memleketleri Modena’da herkesin bildiği yasak ilişkisinden habersiz yaşayan Laura karakteri dolayısıyla da hırslı, tutkulu, öfkeli ve gerektiğinde silahına başvuran bir profili seyircisiyle paylaşıyor.

Michael Mann bu hikâyeyi görselleştirirken kendince dengeli bir dağılıma gitmiş; film ele aldığı hayat(lar)ın dramasında dolaşırken kamera piste dalıyor mesela, buradan trajik bir kesit sunuyor, tekrar karakterlerin hayatlarında geziyor, peşi sıra yeniden piste dönüyor ve büyük bir yarışın etaplarını izler duruma geliyoruz. Elbette yarış sahasında da bir hayli trajik safhalar var. ‘Ferrari’ bence sinematografik açıdan üç zirve bölümüne sahip; biri huzur verici bir opera sahnesi ki burada karakterler kendi geçmişlerine uzanıyor ve bir tür hesaplaşma yaşıyor. Diğer ikisi de önce test sürüşü sırasında pilot Eugenio Castellotti’nin hayatını kaybettiği sekans ve beşi çocuk, dördü yetişkin toplam dokuz kişinin hayatına mal olan, 1.600 millik ‘Mille Miglia’ yarışının son bölümlerinde, Guidizzolo kasabasında takımın İspanyol pilotu Alfonso de Portago’nun da karıştığı unutulmaz kaza sahnesi. Michael Mann özellikle bu iki kaza bölümünde görsel virtüözlüğü, bir başka deyişle sanatını konuşturmuş...

Filmde karakterlerin hayatlarında gezinirken adeta büyük bir yarışın etaplarını izler duruma geliyoruz.

2021 tarihli ‘Gucci Ailesi’nde Maurizio Gucci’yi canlandıran Adam Driver, Enzo Ferrari’yle yeniden ‘Çizme’ye dönüyor. İtalyan aksanına sahip İngilizce eşliğinde tatlandırarak sunduğu bu yeni karakterine kırlaşmış saçlarıyla hayat veriyor. Ferrari’nin gerçek biyografisini okuduğunuzda daha Akdenizli bir profil canlanıyor zihninizde, Amerikalı aktörün önümüze getirdiği kişilikse Anglosakson çizgilere daha yakın seyrediyor.

 

Yazının Devamını Oku