Avrupa Birliği ve Türkiye

Tüm dünyanın köklü dönüşüm geçirmekte olduğu bir süreçten geçiyoruz. Bugün içinde yaşadığımız dönemin bizler için tam anlamıyla nasıl bir gelecek hazırladığını bilmesek de, bundan yıllar sonra geriye dönülüp bakıldığında ne kadar ilginç bir dönüşüm yaşadığımızı kavramak mümkün olabilecek. İnsanlık tarihinin önemli bir dönüm noktası olarak kayıtlara geçecek bu süreç belki de ayrı bir çalışma konusunu oluşturacak.

Haberin Devamı

Özgürlükçü düşünceden hızla uzaklaşıyoruz. Küreselleşmenin tüm dünyada refah düzeyini yükselteceği savının beklenen sonucu doğurmaması özgürlükçü düşünceye inananları adeta  günah keçisine dönüştürdü. Temel hak ve özgürlüklere karşı meydan okumalar arttı. Popülizmin alabildiğince yükselen bir değer haline geldiği ve yönetim sorunlarının aşılamaz bir safhaya girdiği bu dönemde çözümü otoriterleşmede arama eğilimi arttı. Irak ve İspanya'daki referandum örnekleri de gösterdi ki, yönetim sorunlarıyla başa çıkılamaması çözümü ulus devlet kavramına sığınmakta buldu.

 

Bu gelişmeler elbette Avrupa Birliği'ni etkiliyor. Avrupa Birliği (AB) İkinci Dünya Savaşı sonrasında bir barış projesi olarak öne çıkmış ancak başlangıçta ulus devlet fikrine meydan okuyan bir kavrama dönüşmemişti. Bu barış projesi ekonomik entegrasyon üzerinden hareket ederek ulusların birbirlerine kaynaşmalarını ve karşılıklı bağımlılığı artıran bir gelişme içine girdikçe, bu gelişmenin siyasi entegrasyonu gerektirdiği ve bunun da bir tür Avrupa Birleşik Devletleri'ne doğru evrilebileceği düşüncesi zemin kazandı.

 

Haberin Devamı

Barış projesinin başarısız olduğunu ileri sürmek haksızlık olur. AB yıllar içinde çok önemli gelişmeler kaydetti, kıtaya kalıcı bir barış, artan bir refah düzeyi ve yüksek bir kalkınma ve teknolojik ilerleme getirdi. Bununla beraber, AB uluslar üstü bir yapılanmayı zorladıkça ulus devlet refleksi artıyor. Dolayısıyla, AB'nin entegrasyonunu artırmak için merkezcil ya da merkez çekim güç öne çıkarıldıkça, tepkisel merkezkaç gücü tetikleyen başkaldırılar da artıyor. Bu durum aslında AB projesinin geleceğinin daha sorgulanır bir hale gelmesine ve projenin başarısızlığa doğru ilerlemeye başladığına dair yorumların da artmasına yol açıyor. Böyle yorumlar AB'nin çekiciliğini etkiliyor, projenin kırılganlığının da arttığı algısını doğuruyor.

 

Türkiye'den bakıldığında AB'nin karşı karşıya olduğu bu dönüşümsel sıkıntıların AB için ciddi bir endişe kaynağı olduğu görülemiyor olabilir. Ne de olsa, Türkiye'nin önceliği AB'nin içinden geçmekte olduğu süreçten çok Türkiye'nin AB ile olan ilişkilerinin içinden geçtiği süreç. Dolayısıyla, AB'nin yaşadığı sorunların Türkiye-AB ilişkilerine yansıyan boyutu da AB'nin Türkiye'ye ilişkin tutumunun bir sonucu olarak algılanıyor.

 

Haberin Devamı

Oysa Türkiye de dönüşüm geçiriyor. Üstelik, Türkiye'nin geçirdiği dönüşüm ve bu dönüşümün yarattığı sorunlar AB'nin karşılaştıklarından farksız değil. AB'den bakıldığında, tüm dünyada olduğu gibi, Türkiye'de de bir dönüşümün yaşanmakta olduğu ve bu dönüşümün Türkiye'yi AB'ye yakınlaştırmak yerine uzaklaştırmakta olan bir süreç haline geldiği algısı ağırlık kazanıyor. Bu algının etkisinde kalarak hareket edildiğinde AB'nin artık Türkiye'ye ihtiyacının kalmadığı sonucuna varan çevreler de olabiliyor.

 

AB ile Türkiye arasındaki ilişkileri bu şekilde indirgemeci bir yaklaşımla ele almak elbette doğru değil. Nitekim, her ne kadar Türkiye hakkında olumsuz kanaatlerin artmasına yol açabilecek gelişmeler olduğu ileri sürülse de, orta ve uzun vadede bu gelişmelerin ilişkileri ve Türkiye'nin AB ile entegrasyon sürecini kopmaya vardıracak kadar tehlikeli boyutlara varmayacağına inananların olduğu da görülebiliyor.

 

Haberin Devamı

AB'nin Türkiye'ye olan ihtiyacının Türkiye'nin AB'ye olan ihtiyacından daha düşük bir seviyede olmadığının anlaşılması yaşadığımız dönüşümsel sorunlara rağmen karşılıklı çıkarların vazgeçilmez olduğunun da anlaşılmasına yardımcı olacaktır.

Yazarın Tüm Yazıları