Soner Yalçın

‘Ermeni soykırımı’nı Merkel nasıl yalanladı

4 Nisan 2010
Şansölye Angela Merkel’in Türkiye ziyareti, Almanya’da Türk lisesi açılmasına izin verilip verilmeyeceği tartışmaları gölgesinde geçti.

İyi de oldu. Çünkü bu tartışmaların sözde “Ermeni soykırımı” ile yakından ilgisi var. Nasıl mı? “Ermeni soykırımı” denince herkesin aklına neredeyse sadece 24 Nisan 1915 tarihi geliyor! Gelin sizi bu tarihten beş ay sonrasına, 2 Eylül 1915’e götüreyim. “Soykırım yaptı” denen İttihatçılar bakın o gün neyin altına imza attı?

 

ÖNCE bir tespitimi paylaşmama izin veriniz:

Birinci Dünya Savaşı deyince aklınıza ne geliyor; Çanakkale, Sarıkamış, Galiçya, Kut’ül Ammare, Medine Müdafaası vs.

Hayır, bunlar değil.

Ya da yakında bu tarihsel olaylar anımsanmayacak!

Çünkü toplumsal belleklerde, sürekli Ermeni sorunu odaklı bir gündem yaratılmaya çalışılıyor. Üstelik alan da sürekli büyütülüyor; Ermeni’nin yanına Süryani, Keldani, Rum “soykırımları” da eklendi!

Tarihimizden utandırmak ve dolayısıyla geçmişimizi unutturmak istiyorlar.

Yazının Devamını Oku

İlk anayasa değişikliğinin faturası: 62 idam

28 Mart 2010
İlk anayasamızın tarihi 23 Aralık 1876. Bu anayasayı hazırlayan komisyon, ikisi asker, on altısı sivil bürokrat, on kişisi ise ulemadan meydana getirildi.

İçlerinde, Midhat Paşa, Namık Kemal, Ziya Paşa, Ahmed Cevdet Paşa gibi isimler vardı. Padişah II. Abdulhamid bu anayasayı sonra rafa kaldırdı! İttihatçılar rafa kaldırılan anayasayı yürürlüğe koyup bazı maddelerini değiştirmek isteyince olanlar oldu...

 

BAZI Türkiye aydınlarıyla Osmanlı münevverleri arasında anayasaya bakış konusunda pek fark yok. Her iki grup da anayasayı hep bir “kurtarıcı” olarak gördü/görüyor.

Yeni Osmanlıların/Jön Türklerin, “Ah bir Kanun-i Esasi ilan edilsin; görün bakın her şey ne güzel olacak” anlayışı bugün hâlâ devam etmektedir.

Jön Türkler nihayet bu fırsatı 19’uncu yüzyılın son çeyreğinde buldular.

Osmanlı dış borçlarını ödemeyeceğini açıklayınca Sultan Abdulaziz, İngilizlerin desteklediği bir askeri darbeyle tahttan indirildi.

V. Murad’ın psikolojik rahatsızlığı iktidar yolunu II. Abdulhamid’e açtı.

Ancak II. Abdulhamid’i iktidara getirenlerin bir talebi vardı: Kanun-i Esasi ilan edilecekti. Yeni padişah bunu kabul etti.

Yazının Devamını Oku

Bu gazeteci üslubu kimden miras kaldı

21 Mart 2010
Bugün Türkiye’de, herkesi küçümseyen, sürekli aşağılayan, her şeyi bildiğini sanan ve hep haklı olduğunu düşünen kibirli bir gazeteci-yazar grubu var. Bunların demokrasi, açılım, Ergenekon, Balyoz vb. konularda kafalarında bir şablonları var, buna karşı çıkanlara akla gelmeyecek ithamlarda bulunuyorlar. İyi eğitimli, entelektüel, Batı’yı görmüş-Batı’da yaşamış, üniversitelerde ders veren bu aydınlar, bu kaba üslubu kimden miras aldı?

REFİK Halit Karay...
Refii Cevat Ulunay...
Cenab Şahabettin...
Rıza Tevfik Bölükbaşı...
Mevlanzade Rıfat...
Abdullah Cevdet...
Ömer Feyzi...

Yazının Devamını Oku

O belgeler bu bilgiler olmadan anlaşılamaz

14 Mart 2010
Başbakan Erdoğan’ın, CHP lideri Baykal’a yanıt verirken, “Dersim sürgünü belgelerini açıklarım” şeklindeki sözlerine çok şaşırdım. Bu tür sözlerin uluslararası platformlarda karşımıza nasıl çıkarıldığını, son ABD Temsilciler Meclisi Dışişleri Komisyonu ve İsveç meclisi kararlarında gördük. Tabii ki, “Yaptıklarımızın üzerini kapatalım” demiyorum. Tarihimizi bilmediğimizi, iyi bir okuma yapamadığımızı iddia ediyorum. Nasıl mı?..

DERSİM sonuçtur. Başlangıcı Koçgiri isyanıdır.
Tarih, 1 Ekim 1920...
Ayaklanma Koçgiri aşireti lideri Alişir’in Kemah köylerini basmasıyla başladı.
15 Kasım’da Hozat’ta bazı Kürt aşiretleri toplantı yaparak, üç ay önce imzalanan Sevr Antlaşması’na dayanarak Ankara’dan özerklik istedi.
İki gün sonra bu muhtıra Ankara’daki Büyük Millet Meclisi’nin gündemine geldi. İçişleri Bakanı Dr. Adnan (Adıvar) Bey, Dersim’de önemsiz bir şakilik/eşkıyalık olayı olduğunu söyledi. Özerklik reddedildi.
Kabinenin liberal isimlerinden Dr. Adnan Bey yanılıyordu. Ayaklanma büyüyordu. İsyancılar, Koçgiri’de (Zara) Miralay Halis Bey komutasındaki kuvvetleri etkisiz hale getirdi. Kemah’ı basarak kaymakamı ve jandarma komutanını esir aldı.
9 Aralık’ta merkezi Sivas’ta olan Üçüncü Kolordu Komutanlığı lağvedildi ve yerine Amasya’da Merkez Ordusu kuruldu. Komutanlığına ise eski 17’nci Kolordu Komutanı Nurettin Paşa atandı.

Yazının Devamını Oku

Generaller tasfiyesi neden yapıldı

7 Mart 2010
Hayır! Hayır! Türkiye’den bahsetmiyorum. Biliyorum, kamuoyu generallerin gözaltına alınmasını, kiminin tutuklanmasını “Neler oluyor”, “Askerler mi sivillere, siviller mi askerlere darbe yapıyor” kaygısıyla yakından takip ediyor. Hayır! Ben sizi Endonezya’ya götürmek istiyorum. Dünyanın en kalabalık Müslüman ülkesinde, generallerin neden ve nasıl tasfiye edildiğini yazmak istiyorum...

LÜBNAN kökenli Fransız yazar Amin Maalouf “Çivisi Çıkmış Dünya/Uygarlıklarımız Tükendikçe” adlı deneme eserinde dünyayı kaosa sürükleyen olayların analizini yaptı:
“ABD, Endonezya maden ocaklarının ulusallaştırılmasına, Jakarta’nın Pekin ve Moskova’yla kurduğu ilişkilere öfkelenip, bu konularda elinden geleni ardına koymamaya karar vermişti.
Sonuçta kesin bir başarı elde ettiler. Ayrıntıları ancak yıllarca sonra öğrenilebilen müthiş bir oyunla, komünistler ve solcu ulusalcılar kanun kaçağı olarak görülmeye başlandı; üniversitelerde, yönetim merkezlerinde, basında, başkentin mahallelerinde, hatta en ücra köylerde bile bunların birçoğu tutuklanıp öldürüldü...
Bu sıkıntılı dönemin sonunda, o zamana kadar dünyadaki en hoşgörülü din anlayışı olmakla ün salan Endonezyalıların Müslümanlık anlayışı, bütünüyle değişti. Toplumun laikleştirilmesi perspektifleri ortadan kaldırılmış, komünizm tehlikesine karşı verilen mücadelede ‘yan hasar’ın kurbanı olmuştu. (...)
Öte yandan, siyasal bağımsızlıktan ve ulusal devletin başlıca doğal kaynaklarına sahip çıkmasından yana olan ve Batı tarafından acımasızca, etkin biçimde alaşağı edilen tek Müslüman ülke Endonezya değildir...” (sayfa 126, 127)
Endonezya’da olanlar ile Türkiye’de son yıllarda yaşadığımız olaylar arasında bir benzerlik var mı?
Bunun yanıtını Amin Maalouf’un bahsettiği yıllarda Endonezya’da neler olduğunu öğrenerek verebiliriz...

Yazının Devamını Oku

‘Kalem’ ile ‘Silgi’ çatışmasıdır bu

28 Şubat 2010
Bazı çevreler bugünlerde yaşadığımız sorunların Cumhuriyet’in kuruluş ideolojisinden kaynaklandığını yazıyor, söylüyor! Bunu yaparken tarihi eğip büküyor; yarım yamalak bilgileriyle büyük sonuçlara varıyor. Yapmak istedikleri mevcut iktidarın “resmi tarihini” oluşturmak. Peki, Cumhuriyet tarihinde kimlerin üreten “Kalem”; kimlerin sürekli satıp savan ve mülk kalmayınca umudunu dışa bağlayan “Silgi” olduğunu öğrenmek ister misiniz?

TARİH 16 Ağustos 1838.
Sadrazam Reşid Paşa, İngiliz elçisi Lord Stratford Canning ile Osmanlı-İngiliz ticaret antlaşmasını imzaladı. Antlaşmayla Osmanlı, iç pazarını tümüyle yabancılara açtı. “Devletçi ekonomiyi” rafa kaldırdı; gümrük vergilerini düşürdü; Osmanlı’yı ucuz ithal mallar cenneti yaptı. On binlerce küçük esnaf iflas etti.
Bir yıl sonra; açık pazar haline getirilen ekonomik düzenin gerekli kıldığı mali, idari reformları Tanzimat Fermanı’yla gerçekleştirdi.
Sonuç: 1814’te bir İngiliz Sterlini 23 Osmanlı Kuruşu’ydu; 1839’da bir İngiliz Sterlini 104 Osmanlı Kuruşu oldu!
Osmanlı nüfusu giderek yoksullaşırken, küçük bir azınlık alafranga yaşamın getirdiği tüketime yöneldi. “Araba Sevdası” başladı.
O sırada Avrupa sermayesinde de yapısal dönüşüm yaşandı. Mali sermaye büyük güç haline geldi. Bu durum Osmanlı gibi ülkelere sermaye akımını hızlandırdı.
Osmanlı da gerek savaş, gerek tüketime yönelik yeni yaşam tarzı nedenleriyle hep borçlandı. İhtiyacı olan parayı Avrupa para piyasalarından buldu.

Yazının Devamını Oku

Üç devrimci kadının hikayesi

14 Şubat 2010
Geçen hafta Türkel Minibaş’ın ölüm yıldönümü nedeniyle toplantılar yapıldı.

Toplantıda Minibaş’ın adının yanında sıkça anılan iki isim daha vardı. Türkan Saylan ve Tülay Arın... Üç kadın da akademisyendi. Ancak üçü de köşelerinde emekli olmayı bekleyen üniversite hocalarından değildi. Her biri üniversitede, kadın hareketinde, sosyal haklar mücadelesinde aktif birer katılımcıydı. Bazen ayrı düştüler, bazen beraber oldular. Ancak üçü de kısa sürede bu dünyadan göçüp gittiler. İşte size bu üç kadının hikâyesi.

 

TÜRKAN Saylan tıp doktoruydu. İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde görev yaptı. Sol-Kemalistti. Türkel Minibaş, iktisat bölümündeydi. Sosyalist-Kemalist görüşlere sahipti. Tülay Arın, Maliye’deydi. Yüzü feminizme dönük bir Marksistti.

Üçü de İstanbul Üniversitesi’nde hemen hemen aynı yıllarda akademisyenlik yaptılar. Üçü de girdikleri alanlarda öncü kadınlar oldular. Minibaş, iktisat bölümüne girdiğinde bölümde bir erkek egemenliği vardı. Kadınlar azınlıktaydı. Arın, o yıllarda maliye hukukunun sultası altında bulunan, çoğunluğunu erkeklerin oluşturduğu, maliye bölümüne girdi. Saylan, tıpta en zor alanlardan biri olan dermatolojiyi seçti. O yıllarda doktorların bile uzaktan baktığı cüzam üzerine uzmanlaştı. Türkiye’de dermatoloji alanında uzmanlığı olan 7’nci kadın akademisyendi.

Ezberleri bozuyorlar

Üçü de girdikleri alanda kurulu yapıyı eleştirdiler. Arın, bir maliye uzmanı olarak paranın üretimden ve üretim ilişkilerinden bağımsız ele alınmasına karşı radikal eleştirilerde bulundu. Marksist Maliye kuramını savundu. İktisadi planlamadan ve kalkınmadan yana oldu. Sosyal eşitliğin savunusunu maliyeye bakışında bir genel ilke olarak ele aldı. Derslerinde temel ekonomik kavramları sorguladı. “Üretim nedir” sorusu ile derse başlıyor ve o güne kadar yapılmış bütün ezberleri bozuyordu. İktisadı ne genel sloganlarla özetledi ne de bütünle bağını koparacak ölçüde uzmanlaştırdı. Dersleri 1960’lı yıllarda üniversitelerde bulunan Türkiye aydınlarının konferansları gibi geçiyordu.

Saylan, cüzamla ilk kez okuluyla gittiği Bakırköy Akıl Hastanesi’nde karşılaştı. Hastanede kafes gibi yerlerde pislik içerisinde tutulan cüzamlılara yemek veren hastabakıcılar dahi kafese yaklaşmıyordu. Doktorlar uzaktan verdikleri komutlarla hastayla konuşuyorlardı. Saylan cüzam üzerine çalışarak hastalığın bulaşıcı olmadığını ortaya çıkardı. Cüzamlılara dokunarak muayene eden, onları aşağılamadan bakan ilk doktorlardandı.

Minibaş,

Yazının Devamını Oku

Mehmet Âkif’i şaşırtacak benzerlik

7 Şubat 2010
Milli şair Mehmet Âkif’e soruyorlar, “Tarih tekerrür eder mi?” Şair şöyle yanıt veriyor: “Hiç ibret alınsa tekerrür eder mi?” Mehmet Âkif bugün hayatta olsaydı, son yıllarda yaşadığımız olaylar hakkında ne düşünürdü? Ergenekon soruşturması, darbe iddiaları, ıslak imza, kozmik oda, Balyoz planları, EMASYA tartışmaları vs... Şair kuşkusuz derdi ki, “Ama biz bunların benzerini aynen yaşadık.” Nasıl mı? Okuyacağınız bugün yaşadıklarınızdır...

KAFAMIZI Türkiye topraklarına sokarak olan biteni anlamamız zor.
Dünyaya bakacağız; bir yaprak kımıldasa, bunun rüzgârının Türkiye’ye etkisini analiz etmeye çalışacağız. İşte o zaman çok karışık gibi gelen meselelerin ne kadar basit sebepleri olduğunu kavrayabiliriz.
Gelin, Mehmet Âkif’in yaşadığı 20’nci yüzyıl başına gidelim. Tarihin tekerrür edip etmediğine bir bakalım.
Biliyoruz ki büyük emperyal güçler arasındaki yeni sömürge pazarlarını kapma mücadelesi, Birinci Paylaşım Savaşı’na/Birinci Dünya Savaşı’na neden oldu.
Osmanlı bu savaştan yenik çıktı.
Galiplerin arasında en güçlü olan İngilizlerdi.
İngilizler, Mezopotamya, Suriye ve Arabistan’ı Osmanlı’dan koparıp almak istiyordu. Kurmayı planladıkları kukla devletler arasında Ermenistan ve Kürdistan da vardı.

Yazının Devamını Oku