Soner Yalçın

Romantik bir solcunun portresi Ahmet Kaya

21 Kasım 2010
Balzac’ın “Gizli Başyapıt” eserinin kahramanı Frenhofer, “bir türlü anlaşılamayan ve bunun sonucu intihar eden” bir ressamdı. Hikâyesini Hürriyet’te yazmış ve şöyle bitirmiştim: “Frenhofer karakterini yaratan Balzac, bugün Paris’te Pere Lachaise Mezarlığı’nda yatıyor; biraz ilerisinde bizden iki ‘Frenhofer’ uyumaktadır: Ahmet Kaya ve Yılmaz Güney!” Ölümünün 10’uncu yılında Ahmet Kaya yine gündemde. Peki bugün Ahmet Kaya’yı ne kadar anlayabiliyoruz?..

28 EKİM 1957’de Malatya’da doğdu.
Babası Mahmut Kaya işçiydi. Kürt’tü. Annesi Zekiye ev hanımıydı, Erzurumlu Türk’tü. Mustafa, Nurcan, Emine, Songül’den sonra doğmuştu.
Çocukken lakabı dudaklarının iriliğinden dolayı “Loş Dudak” idi.
Dayısı Muzaffer Genç cümbüş, amcası Yusuf Kaya tambur çalıyordu. Kulağı müziğe yatkındı. İlk sazı/curayı babası 6 yaşında aldı. 15 günde çalmayı öğrendi. Yetenekliydi.
Sahneye ilk kez 9 yaşında, -1 Mayıs yerine o dönemde kutlanan- 24 Temmuz 1966’da Çalışanlar Bayramı’nda çıktı.
1972’de Mahmut Kaya Sümerbank’tan emekli olunca, çocuklarına daha iyi bir gelecek sağlamak için ailesini İstanbul’a taşıdı.
Almanya’da yaşadı

Yazının Devamını Oku

‘Türkiye, iran olmayacak’

14 Kasım 2010
Atatürk’ün böyle bir söz sarf ettiğini bilmiyordum. Okuyunca çok şaşırdım. Günümüz mitinglerinin vazgeçilmez sloganını Atatürk 86 yıl önce söylemişti. Peki, Atatürk bu sözü nerede, ne zaman, niye etti? “Bu adamlar burayı İran gibi mi yapmak istiyorlar” derken kimleri kastetti? Bu sözden hemen sonra medreselerin açılma talepleriyle ilgili Başbakan İsmet İnönü’ye niye şifreli telgraf çekti? Gelin meseleyi en başından ele alalım...



ÖNCE bir teşekkür notu yazmalıyım:
Aralarında, Feroz Ahmad, Sina Akşin, Alpaslan Işıklı, Şerafettin Turan ve Taner Timur gibi öğretmenlerimin bulunduğu bir grup aydın yıllardır “iğneyle kuyu kazar” gibi yapılan bir çalışmaya önderlik yapıyor.
Çalışmanın adı, “Atatürk’ün Bütün Eserleri”. (Kaynak Yayınları)
Atatürk’ün “özel arşivini” kronolojik bir sırayla derleyip toplayan bu eser 36’ncı cilde geldi. Her evde olması gereken bu eser sanıyorum, 50’nci cilde kadar ulaşacak.
“Atatürk’ün Bütün Eserleri” büyük devrimciyi yakından tanımak isteyenlerin birincil başvuru kaynağı olacak nitelikte.
Ben çok bilgi sahibi oldum.
Mustafa Kemal’in, “Türkiye, İran olmayacak” şeklinde bir sözü olduğunu bilmiyordum. 17’nci ciltte karşıma çıktı.
‘İran gibi mi
yapacaksınız’
Tarih: 18 Eylül 1924/images/100/0x0/55ea971bf018fbb8f889e8b2
Yer: Rize
Mustafa Kemal eşi Latife Hanım’la birlikte bir gün önce saat 18.00’de Rize’ye gelmişti. Valiliği, belediyeyi ve garnizonu ziyaret ettikten sonra geceyi Rize’nin tanınmış isimlerinden Mehmet Mataracı’nın konağında geçirdi.
Sabah saatlerinde “Gazipaşa” ve “Cumhuriyet” adı verilen iki çeşmeyle bir abidenin açılışını yaptı.
Dinlenmek üzere valiliğe geçti. Burada sevgi gösterisinde bulunan halkı selamladı.
Saat 14.30’da Hamidiye gemisiyle Giresun’a hareket edecekti. Halkın alkışları ve idman Yurdu’nun bandosuyla valilikten uğurlanırken yanına iki müftü yaklaştı.
Bundan sonrasını Cumhuriyet Gazetesi’nin muhabirinin yazdıklarından okuyalım:
“Paşa Hazretleri’nin hükümet dairesinden dönüşleri esnasında Rize ve Atina (yeni adı Pazar-SY) müftüleri tarafından kendilerine bir dilekçe verilmiştir. Dilekçede medreselerin tekrar açılması talep ediliyordu.
Reisicumhur Hazretleri, dilekçe muhteviyatını öğrenince asabileşmişler ve müftülere hitaben:
‘Tevhid-i tedrisat mı istemiyorsunuz? Bu millet mektep yapmayacak mı? Şimdiye kadar geri kalmamızda en büyük etkenin ne olduğunu bilmiyor musunuz? Hayır medreseler açılmayacak!’
Buyurmuşlar ve halk tarafından alkışlanmışlardır. Paşa Hazretleri hitabelerine devam buyurarak:
‘Geçiminizi mi düşünüyorsunuz? Müsterih olun, ibadetinizle uğraşın. Bırakın milleti. Yoksa bu kararı veren Meclis’te sizden büyük âlimler mi yok? Millet bildiği gibi yapacak.’
Paşa Hazretleri tekrar şiddetle alkışlanmışlardır ve müteakiben Vali Bey’le bir müddet konuşmuşlar ve bu arada, ‘Bu adamlar burasını İran gibi mi yapmak istiyorlar?’ demişlerdir. Ahali, müftüleri kınamış ve Gazi’nin hitabesinden çok memnun olmuştur.” (20 Eylül 1924, Numara 134, Cumhuriyet)
‘İranlılardan
ibret almadınız mı’
Demokrat Parti milletvekili Mehmet Fahri Mete ise tanık olduğu bu olayı, bir arkadaşına yazdığı, 1 Ekim 1925 tarihli mektubunda şöyle anlattı:
“(...) Mustafa Kemal Paşa Hükümet Konağı’na giderken okul öğrencilerinden birisi tarafından vuku bulan isteklerine karşılık olarak ‘Arzularınız yapılacaktır’ demekle yetindi ve vilayet makamına çıktı. Buradan adliye dairelerinin bulunduğu orta kata inerken, merdivende Rize ve Atina (Pazar) müftüleri tarafından kendisine bir dilekçe sunuldu. Dilekçeyi dikkatle okudu ve birdenbire bu müftülere dönerek aşağıda yazılı sözleri yavaş yavaş artan bir şiddet ve asabiyetle söyledi:
‘Medreselerin tekrar açılmasını istiyorsunuz. Ankara’da bulunan vekilleriniz sizler kadar düşünemiyor mu? Eğer kendi şahsınızdan, kendi hayatınızdan, kendi geçiminizden endişe ediyorsanız, buna imkân yoktur. Siz ibadetle meşgul olunuz. Böyle şeyler düşünmekte mana yoktur. Bu Tevhid-i Tedrisat Kanunu icabınca medreseler açılmayacaktır. Bu bir kanundur. Bu, şunun veya bunun demesiyle değişemez ve değişmeyecektir. Alınız dilekçelerinizi!’
Valiye de:
‘Bunlar İranlılardan ibret almadılar mı? Bunlara bu ciheti anlatın’ dedi.
Bu sözler sürekli alkışlarla karşılandı.”
Neden İran
örneğini verdi
Mustafa Kemal niye İran’ı kötü örnek olarak göstermişti?
O dönemde İran’da neler olmuştu?
Rıza Şah, İngilizlerin desteğiyle İran’da darbe yaptı. Ordu Komutanlığı, Savunma Bakanlığı derken Başbakan oldu.
Kaçar Hanedanı’nın gücünü yok etmek için Cumhuriyet ilan etmek istedi. Dava arkadaşları modernistler ülke genelinde cumhuriyet propagandası yapmaya başladı. Ancak cumhuriyetin kurulmasına (İngilizlerin kontrol ettiği) mollalar karşıydı ve bunlar eğitimsiz halkı kışkırttılar.
Cumhuriyet hayalinin gerçekleşmeyeceğinin farkına varıp, iktidar gücünü elinden kaçırmak istemeyen Rıza Şah, toprak ağaları ve mollaların desteğiyle krallığını ilan etti. Meclis’te İslam yasalarını koruyacağına ve hiçbir değişiklik yapmayacağına yemin etti.
İşte...
Bir yıl önce cumhuriyeti ilan eden Mustafa Kemal, medreselerin açılmasını isteyen hocalara kızıp, bu nedenle “Türkiye, İran olmayacak” demişti.
Ve bu sözünün hep arkasında duracaktı.
Şöyle ki...
Hayat boyu
reisicumhurluk
teklifi
Tarih 25 Eylül 1935.
Dönemin Akşam, Son Posta, Cumhuriyet gibi gazeteleri, Atatürk’e hayat boyu reisicumhurluk teklifi yapılacağını yazdı.
Bunu Atatürk’e de sordular. Yanıtı şu oldu:
“Bana öteden beri bu ve buna benzer tekliflerde bulunanlar çok olmuştur. Siz ve kamuoyu bilmelisiniz ki, bu yoldaki teklifler hoşuma gitmemiştir ve gitmez.
Benim gayem Türkiye’de, yeni Türkiye Cumhuriyeti’nde millet hâkimiyetini takviye etmek ve ebedileştirmektir. Dediğiniz gibi bir teklifi, benim idealimi cidden rencide eden bir manada görürüm. Bu noktada şu veya bu yorumlara giden sözlerin manasını, beni iyi tanımış olan Türk milleti benden daha iyi takdir eder.”
Bu ara bilgiden sonra tekrar Rize’ye dönelim. Bakalım sonra neler oldu?
İsmet Paşa’ya
şifreli telgraf
Mustafa Kemal medreselerin yeniden açılması talebine çok kızdı. Hamidiye gemisine çıkar çıkmaz hemen başvekil İsmet Paşa’ya şifreli bir telgraf yazıp gönderdi.
“Bugün Rize’den ayrıldığım sırada Rize ve Atina müftülerinin temsil ettiği bir hoca heyeti, bütün memleket ve civar halkı önünde kapattırılan medreselerin açılmasını dilekçeyle talep ettiler.
Dilekçeyi okuduktan sonra çok kızdım. Yüksek ve şiddetli bir sesle kendilerini azarladım ve memleketin, milletin şimdiye kadar felaketi sebeplerinin kendileri olduğuna işaret ettim.
‘Mektep istemiyorsunuz! Halbuki millet onu istiyor. Bırakınız. Artık bu zavallı millet, bu memleketin evlatları yetişsin. Medreseler açılmayacaktır. Millete mektep lazımdır’ diye bağırdım.
Bütün halk ve mektep talebesi ‘bravo’ sesleri ve heyecanlı alkışlarla karşıladılar. Ayrılmamdan sonra bu hocalara halkın bir fenalık yapmalarından korkarım.
Buna karşılık, Rize’deki liseyi canlandırmak elzemdir. Mektep binası ve eğitim aletleri yoktur.
Hocaları çok olan bu muhitte ilim irfan teşkilatımızın süratle faaliyete başlaması pek lüzumludur.
Burada Osman Ağa’nın oğlu İsmail Bey, yirmi bin liralık bir mektep binası yapmak üzere imiş. Bunu taltif ederek, işin hızlandırılması ve hemen eğitim aletleri göndermek ve fazla alaka göstermek suretiyle, halkın taassuba karşı gösterdiği fiili tezahüre karşılık vermek icap eder.” (Cumhurbaşkanlığı Arşivi, A: 4, D: 81, F: 2-394, 2-395)
Yazımıza bir notla başladık. Ve bir not ile bitirelim:
Krallığı, halifeliği elinin tersiyle itekleyip ülkesine cumhuriyet rejimi getiren Mustafa Kemal başarılı oldu mu?
Kuşkusuz oldu.
Cumhuriyet “çıtkırıldım” değildi.
Peki, Cumhuriyet’in devrimleri korunabildi mi?
Atatürk’ün hassasiyeti anlaşılabildi mi?
Bakınız:
Mustafa Kemal’in evinde kaldığı Rizeli Mehmet Mataracı, bir yıl sonra Şapka Kanunu çıktığında, İstanbul’dan hemen 10 adet şapka getirtti. Hemşerilerine dağıttı. Rize’nin çağdaş bir şehir olması için ömrü boyunca çabalayan Mehmet Mataracı’nın adı, bugün şehirde nereye verildi bilir misiniz: “Mehmet Mataracı Kız Kuran Kursu!”
Başka söze gerek var mı?

ATATÜRK’ÜN MUSUL ÇÖZÜMÜ/images/100/0x0/55ea971bf018fbb8f889e8b4

‘ALALIM KURTULALIM’

Yıllardır Kürt sorunu gündemimizden düşmüyor.
Bugünlerde ateşkes, özerklik vs. konularını tartışıyoruz. “Verelim kurtulalım” diyenler de seslerini çıkarmaya başladı.
Atatürk’ün bu konuda görüşü neydi?
“Alalım kurtulalım!”
“Atatürk’ün Bütün Eserleri” ciltlerinden altını çizdiğim bazı bilgileri sizlerle paylaşayım...
Yıl: 1922.
ABD’li Gazeteci Edward King çalıştığı United Pres adına, Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın başkomutanı Mustafa Kemal ile bir röportaj yapmak istedi. Coğrafi şartlar ve savaş durumu bu röportajın gerçekleşmesini engelliyordu. Sonunda yol bulundu; King sorularını yazıyla Ankara’ya gönderdi. 5 sorusu vardı. 3’üncü soru ve yanıtı İkdam Gazetesi sansür etti. (2 Kasım 1922, No: 9205)
Neydi o soru ve yanıtı:
? Kürdistan petrol arazisini talep edecek misiniz?
? Musul vilayeti milli sınırlarımız dahilindedir.
Aynı yıl Amerikalı gazeteci Richard Eaton da Mustafa Kemal’le röportaj yaptı.
Görüşme Türk ordusu İzmir’e girdikten hemen sonra, 13 Eylül 1922’de gerçekleşti.
? Ekselans, İstanbul’u almak ve Üsküdar üzerine yürümek istediğinizi söylüyorlar. Kazandığınız zaferden sonra ilk projelerinizin neden ibaret olduğunu sorabilir miyim?
? Bütün Türk toprakları kurtulmadıkça durmayacağım.
? Paşa hazretleri Türk toprakları derken ne murat ediyorsunuz?
? Avrupa’da İstanbul ve Meriç’e kadar Trakya; Asya’da Anadolu, Musul arazisi ve Irak’ın yarısı.
Yıl: 1925.
Mustafa Kemal, Musul konusunda L’Humanité ve Le Temps gazetelerine de demeç verdi. Şöyle dedi:
“Musul Türk’tür. Bu hakikati hiçbir şey değiştiremez. Bize hakkaniyetle muamele edilmiş ve bilhassa Musul halkının görüşü alınmış olsaydı, Cemiyeti Akvam usulüne tabi olmayı kabul ederdik.
Cemiyeti Akvam, adaletin kefili olduğunu ilan ettiği prensiplerini aleyhimize ihlal ettiğinden, kendimizi her türlü mecburiyetten azade kabul ediyoruz.
Musul vilayeti büyük petrol zenginlikleri ve bir stratejik set olması itibariyle bizim için esaslı bir ehemmiyete sahiptir. Avrupa’daki bütün milli sınırlar bugün stratejik değerlendirmeler üzerine kuruludur. Bizim aynı prensibi kabul etmemize neden engel olunsun?
Biz zengin değiliz. Lakin ordumuz hazırdır ve morali mükemmeldir. Şayet bize meydan okunursa -zaten böyle bir şey muhtemel değildir- buna karşılık vereceğimizden emin olunuz.”
Mustafa Kemal Musul konusunda çok kararlıydı.
Mustafa Kemal, Ulusal Kurtuluş Savaşı döneminde Acemi Paşa ile birlikte Musul’un Türk idaresinde kalması için mücadele veren, Kerkük merkezinin reisi Seyyid Muhammed Cebbari ve akrabalarına bir mektup yazıp gönderdi:
“Memleketin ayrılmaz bir parçası olan Musul’un ve Musul ahalisinin yakında kurtulacağına inanılarak ve itimat olunarak öteden beri devam eden mücahedelerinizde kararlı olmanızı gelecekteki selamet ve saadetiniz namına malum olan hamiyetinize terk eylerim.
Türkiye hükümetinin şefkati ve Musul’un hükümetimize aidiyeti hasebiyle yakın gelecekten asla ümit kesmeyerek zulümlere karşı yüksek bir mücadele ile aydınlık bir gelecek temin olunması din kardeşlerimizin huzur ve saadeti için kıymettardır.
Kurtuluş günleri yakındır. Kurtuluş güneşinin doğuşunun sabırla beklenilmesini hatırlatır. Cenabı Vacib-ül vücud’dan (varlığı lüzumlu olan Allah’tan) herkese muvaffakiyetler dilerim.” (1 Ağustos 1925)
Boğazlar meselesi ve Hatay sorununu çözen Atatürk’ün ömrü Musul’u topraklara katmaya yetmez.
Ama...
Musul’un alınmasını vasiyet ettiği söylenir.
Yani Atatürk, “Al kurtul”dan yanaydı!
Yazının Devamını Oku

‘Şairler hücresi’ kimi öldürecekti

7 Kasım 2010
Taksim’de canlı bomba terörü yaşandığı saatte, bir Osmanlı şairinin biyografisini okuyordum. Ne tesadüf ki, kitap edebi anılarla dolu değildi; şair eylem adamıydı. Suikast bile planlamıştı. Hatta fikrini -aralarında Tevfik Fikret’in de bulunduğu- bazı edebiyatçı arkadaşlarına söylemişti.

Ve suikast için gizlice buluştuklarında kimin neyi savunduğunu da not almıştı. “Şairler Hücresi” tarihin seyrini değiştirecek suikastı
nasıl tartışmıştı...

TAKSİM ’de canlı bomba terörü gerçekleştiğini öğrendiğimde elimde “Son Jön Türk Kalesi: Ahmet Kemal Akünal” adlı biyografi kitabı vardı. (Derleyen M. Kayahan Özgül, Kitabevi) Bu kadar tesadüf olmaz; tam da şair Ahmet Kemal’in, Sultan II. Abdulhamid’e düzenleyeceği suikast planıyla ilgili bölümü okuyordum.
Servet-i Fünun yazarı Ahmet Kemal defterine bakın suikastla ilgili neler yazdı:
“Benim Tartaksiyon Cemal Paşa adında bir eniştem vardı. Halamın kocasıydı. Eşi diyemiyorum, çünkü eşi değil, kocasıydı. Sultan Abdulaziz’in mabeyincilerinden Ahmet Bey’in oğlu idi. Harbiye Mektebi’nden çıkınca babasının iltimasıyla Avrupa’ya ataşe militer yolladılar. Oralarda yirmi-otuz sene oturdu. Nüzul isabet etti, ancak bu suretle İstanbul’a döndü.(...)
Kimseye zarar vermeden Abdulhamid’in teveccühünü ve atıfetini kazanmaya çalışırdı. Mesela kötürüm olduğu halde, her cuma selamlığına koşar ve efendisine görünür idi. Abdulhamid buna bir nefer tahsis etmişti. İnişte, yokuşta, kalkışta, oturuşta Paşa’yı bu nefer sırtında taşırdı. Hulasa eniştem Abdulhamid’in emniyet ettiği bir adamdı.”
Hücre toplantısı

Yazının Devamını Oku

Cumhuriyet’in ilk şehidi boynu kırılarak öldürüldü

31 Ekim 2010
Başbakan Erdoğan’ın, “Bu Cumhuriyet çıtkırıldım Cumhuriyet değildir” sözü haftaya damgasını vurdu. Bu hafta Cumhuriyet kavramı-tanımı üzerine bir yazı kaleme almayı düşünüyordum. Başbakan’ın bu sözü beni tarihin sararmış sayfalarına götürdü. Ali Haydar Mithat’ın 1872-1946 yıllarını kapsayan “Hatıralarım” kitabını yeniden okudum. Bakın yazar, Cumhuriyet’in ilk şehidi olan babasının yargılanıp ölüme götürüldüğünü nasıl anlatıyor...

TARİH: 27 Haziran 1881. Pazartesi.
Yer: Yıldız Sarayı.
O gün sarayın bahçesindeki Malta Köşkü’nde tarihi bir duruşma vardı.
Mahkeme, 1876’da cunta kurup darbe yaparak, Sultan Abdulaziz’i öldürdüğü iddia edilenleri yargılayacaktı.
Diyeceksiniz ki, “Darbe 5 yıl önce olmuş niye şimdi yargılıyorlar?” Sonra ekleyeceksiniz, “Padişah Abdulaziz intihar etmemiş miydi?”
Bu konuya geleceğiz. Önce mahkemeyle ilgili bilgiler vereyim:
Mahkeme yeri dikkatinizi çekti mi; Yıldız Sarayı’nda oturan II. Abdulhamid mahkemenin kendi kontrolünde olmasını istiyordu. Mahkeme heyetini de zaten kendisi seçmişti.
Mahkeme Başkanı kimdi dersiniz? Davanın “1 Numaralı Sanık”ının Tuna Valiliği döneminde, yolsuzluk yaptığı için kadılık görevinden aldığı Sururi Efendi! Sanki “öcünü alsın” diye mahkemeye başkan yapılmıştı.
Mahkeme heyetinin üyelerini yazarak işi uzatmaya gerek yok.
Yalnız, Mahkeme Başkanı’nın hemen arkasındaki koltukta oturan birini yazmalıyım: Adliye Nazırı Cevded Paşa! O da, yenilikçilerin önderi “1 Numaralı Sanık” ile yıllarca ideolojik kavga eden gelenekçilerin lideriydi.
Sanıkların avukat tutmalarına izin verilmedi. Onları savunacak avukatları doğrudan doğruya Adliye Nezareti (Adalet Bakanlığı) seçti. “1 Numaralı Sanık” avukatı reddetti.
Duruşma salonu yerli ve yabancı gazetecilere açıktı; yalnız yabancı gazetecilerin tercüman getirmesine izin verildi! Ayrıca yazılan haberler sansürden geçmek zorundaydı!
Duruşma günü
Saat 09.00 gibi 11 sanıklı dava başladı.
Kimlikleri soruldu.
İddianame okundu: 1876 darbesini yapanlar bazı tetikçileri görevlendirerek devrik Sultan Abdulaziz’i öldürmüşlerdi.
İddianame öyle gizli tanıklara filan dayandırılmadı. Bizzat sanıklardan Pehlivan Mustafa, Boyabatlı Hacı Ahmed ve Cezayirli Mustafa itiraf edip “Öldürdük” demişlerdi. İfadelerinin ne derece doğru olduğuna değineceğiz.
Ancak bu itiraflar üzerine, başsavcı Latif Bey şu iddiayı öne sürdü: “Bunlar tek başlarına böyle cinayet işleyemezler, mutlaka darbeyi yapan cuntacılardan emir almışlardır!” Tanışıklığa ilişkin bilgi/belge yoktu ama zaten bu delilleri arayan da yoktu!
Saat 14.00’te, “1 Numaralı Sanık ” a söz verildi.
İlk sözleri şöyle oldu:
“Cenab-ı Hakk’a şükrediyorum, böyle bir mahkemeye hırsızlık, yolsuzluk, rüşvet ve ülkede fesat çıkarmak gibi bir suçla davet edilmedim. Buraya gelişimin nedeni milletime ve vatana sevgimdir.”
Bu sözlerin sahibi “1 Numaralı Sanık ” yıllarca valilik, bakanlık ve sadrazamlık yapmıştı.
Mahkeme Başkanı Sururi Efendi sertçe araya girerek, “İddianameye ne diyeceksiniz” diye sordu.
“Yalnız iki yerini doğru buldum” diye yanıt verdi, “birincisi iddianamenin başındaki Besmele, ikincisi ise iddianamenin altındaki tarih!”
Ardından iddianamede 93 yalan ve yanlışın olduğunu söyledi. Bunların görüşülmesini istedi ama mahkeme buna izin vermedi. Sadece sorularını yanıtlaması istendi.
Sanıkların ifadelerinin sobalarda yakılarak, lağımlara sokulup, aç susuz bırakılarak alındığını söylemek istedi, susturdular. Aksine sanıklar padişah tarafından gönderilen kuzu etiyle beslenmişti!
İddia makamı duruşmaya bazı tanıklar da getirdi.
Tanıklardan biri Abdulaziz’in hekimbaşısı Dr. Marko Paşa idi. “Cinayeti” Boğaz’ın karşı yakasından gördüğünü söyledi! Abdulaziz’in sadece bileklerinde değil kalbi üzerinde de yara olduğunu söyledi.
“Neden bu durumu ölüm raporunuzda belirtmediniz” diye sorulunca sustu kaldı. Kendisini Meclis-i Ayan’a seçen II. Abdulhamid’e olan vefa borcu nedeniyle böyle ifade verdiği çok sonra anlaşılacaktı.
Yabancı doktorların da katıldığı otopsi raporunda, oybirliğiyle Abdulaziz’in intihar ettiği yazılıydı; ama 5 yıl önceki bu belgeyi şimdi hatırlayan yoktu!
Yandaş gazeteciler
Mahkeme iki gün sürdü; 29 Haziran’da kararını açıkladı: İdam.
Aslında tüm süreç çok önceden planlanmıştı; senaryo çok önceden yazılmıştı.
Öyle ki:
“1 Numaralı Sanık” için basında yıpratma kampanyası başlatıldı. Bunun başını II. Abdulhamid’in “beslemesi” Tercüman-ı Hakikat çekti.
İlginçtir: Gazetenin sahibi Ahmet Mithat Efendi’yi elinden tutan ilk kişi, dönemin Tuna Valisi “1 Numaralı Sanık” idi.
Ahmet Mithat ilk gazetesi Tuna’yı onun sayesinde çıkarmıştı. Keza “1 Numaralı Sanık” Bağdat Valiliği sırasında da Ahmet Mithat’ı yanında götürüp gazete çıkarmasını sağladı. Sadece onu değil, ağabeyini de yanına alıp paşalığa kadar yükselmesini sağlamıştı.
Ve en acıklısı; adını vermişti!
Ahmet Mithat gazetesinde bir dönem hamiliğini yapan bu kişiyi itibarsızlaştırma kampanyasının başını çekiyordu. Ama korkaktı, yazılarına adını koyamadı. Örneğin, 20 Mayıs 1881’deki imzasız yazısının bir örneğini de II. Abdulhamid’e göndermişti. Ama imzalı olarak! Bu durum gerici isyanı bastıran Hareket Ordusu’nun 1909 Yıldız Sarayı Baskını’nda ele geçirdiği belgeler arasından çıkacaktı.
‘Aman dikkat!
Cumhuriyet’i
ilan edecek’
Peki ne olmuştu da...
Bir dönem iktidarın gözdesi olan, 1876 Anayasası’nı hazırlayan bu devlet adamı, 5 yıl sonra “1 Numaralı Sanık” oluvermişti?
Hakkındaki iddia müthişti: Cumhuriyetçiydi!
Osmanlı saltanatına son vererek Cumhuriyet ilan edeceği söylentisi çıkarıldı. Güya “Osmanlı’dan artık hayır gelmeyeceğini ve Cumhuriyet rejimine geçilmesinin ihtiyaç olduğunu söylüyor”du.
“Cumhuriyetçi” olduğunu II. Abdulhamid’in kulağına söyleyenlerin başında, Yıldız Sarayı’ndaki mahkemeyi yakından takip eden Adliye Nazırı Cevded Paşa vardı. (Saraya “Cumhuriyetçi” jurnalini yapan ilk kişi ise Zaptiye Nazırı Ömer Fevzi Paşa idi.)
“Cumhuriyetçi” olmakla itham edilen “1 Numaralı Sanık” önce yurtdışına sürgüne gönderildi. Oradaki politikacılarla görüşmelerinden rahatsızlık duyulup Girit’te zorunlu ikamete mecbur edildi. “Gitme, öldürülürsün” uyarılarını dinlemedi, adaya gitti.
Burada “hürriyet kahramanı” sloganlarıyla karşılanması ve halkın büyük sevinç göstermesi üzerine iki ay sonra Suriye Valiliği’ne atandı. Şam’da da büyük bir coşkuyla karşılandı. Burada da fazla kalamadı; çünkü dedikodular çıkmıştı: Kavalalı Mehmet Ali Paşa gibi, Suriye’nin özerkliğini isteyip sonra bağımsızlığını ilan edip Cumhuriyet ilan edecekti!
Tayini hemen Aydın-İzmir Valiliği’ne çıkarıldı.
Ve sonra Abdulaziz’in intihar etmediği, öldürüldüğü haberleri basında çıkmaya başladı. Ardından yargılanmak üzere İstanbul’a getirildi.
İdama mahkûm edilen “1 Numaralı Sanık” cumhuriyetçi miydi?
“Cumhuriyet” kavramı o dönem Osmanlı aydınlarına yabancıydı. Ancak başta “1 Numaralı Sanık” olmak üzere Batı fikirlerine yakın münevverler “kul ve tebaa” ilişkisine kafa yoruyordu. Modern devletin temelini “kanun önünde eşit vatandaş”ın oluşturduğuna inanıyorlardı.
Kuşkusuz bunu en iyi cumhuriyet rejimi sağlayabilirdi.
“1 Numaralı Sanık” ağzına hiç “Cumhuriyet” sözcüğünü almamıştı ama ileri sürdüğü fikirler Cumhuriyet’le örtüşüyordu.
Sonunda...
Taif Zindanı’nda boynu kırılarak öldürüldü. Resmi raporlara “şirpençe hastalığından öldüğü” yazıldı.
Sanıyorum “1 Numaralı Sanık”ın kim olduğunu biliyorsunuz, Mithat Paşa.
İstedim ki:
Bugün “çıtkırıldım olmayan” bu güçlü Cumhuriyet’in temelinde, softalar tarafından boynu kırılarak öldürülen, yenilikçi Mithat Paşa’nın olduğu gerçeği unutulmasın...

İki Cumhuriyet öncüsü

MİTHAT PAŞA-ATATÜRK ARASINDAKİ FARK NEDİR


ÖNCE bir tespiti yazalım:
Mithat Paşa’nın öldürülmesi dönüm noktası oldu; bundan sonra üst düzey yönetici aydınlarla yenilik arayışları son buldu.
Bu canilikten sonra üst düzey yönetici-paşa vb. yenilik hareketlerinden uzak durdular. Yani Mithat Paşa aydını öldürendir.
Mustafa Kemal Paşa ise aydını diriltendir.
Gelelim bir başka sorunun yanıtını aramaya:
Mithat Paşa niye yenildi?
Kuşkusuz tarihi şartların bunda payı vardır.
Fakat kişilik özelliklerini de hiç göz ardı etmemek gerekir.
Mithat Paşa aşırı gururluydu.
Mithat Paşa uysaldı.
Mithat Paşa naifti.
Mithat Paşa pasifti.
Mithat Paşa hiç ketum değildi.
Mithat Paşa’nın, -Ziya Paşa’nın ifadesiyle- aşırı güveninin ardında korkaklığı vardı.
Ve... Mithat Paşa da liderlik vasfı yoktu.
Bu nedenle tarihi fırsatları yakalayıp değerlendiremedi.
Hep uzlaşma arayışında oldu.
Bu nedenlerle iktidarı kendi elleriyle verdi.
Oysa...
Mithat Paşa’nın sahip olduğu güçlerin biri bile Mustafa Kemal’de yoktu.
Mithat Paşa’nın arkasında dönemin yenilikçi hareketlerine hayat veren öğrenciler, memurlar ve kimi paşalar vardı.
Mustafa Kemal’in arkasında ne vardı: İşgal altında harap bir ülke, çökmüş bir halk, işbirliği arayan mandacı aydınlar, bocalayan yöneticiler ve silahı alınmış genç subaylar.
Diyeceksiniz ki, “Peki Mustafa Kemal nasıl başardı?”
Nasıl “yapan-kuran devrimci” oldu?
İyi bir asker olduğu için mi?
Yetişmiş bir aydın olduğu için mi?
Devrimci olduğu için mi?
Karizmatik bir lider olduğu için mi?
Liderliğin en temel şartı nedir bilir misiniz:
Gerçekçi olmak!
Mustafa Kemal’in tüm niteliklerine temel teşkil eden özelliği rasyonel olmasıdır.
Gerçekle yüzleşmeyi bilmesidir.
Hani bugün söyleyip yazıyorlar; “Lozan hezimettir” diye! Veya, “Selanik’i niye almadık” diye.
İşte meselenin bamteli burasıdır.
Temelsiz “kendini üstün görme duygusu” Osmanlı’dan günümüze mirastır. Bu gerçekle bağı olmayan duygu zamanla bizi hastalıklı bir gurura götürüyor.
Batılılar buna “Türk zihniyeti” diyor. “Haşmet” ve “şan” duygusunun hâkim olduğu saplantılı bir zihniyet!
Bilirsiniz, Osmanlı hazinesi tamtakırdır ama zengin hediyeler dağıtılırdı. Bu halka da sindi, “Aman yoksulluğumuz belli olmasın” utangaçlığı.
Avrupalıların bir sözü var: “Mal der Hindistan, akıl der Frengistan, şan der Osman!”
Kimileri ise “Acem palavracılığı” teşhisi koyuyor bu duygusal hastalığa.
Örneğin İttihatçılar...
İdealisttiler ama hiç gerçekçi değillerdi, hâlâ imparatorluk hayalleri kuruyorlardı. Batı gelişmişliğine; değişen üretim biçimlerine, modern devletin doğuşuna kafa yormadılar hiç.
Ne değişti ki bugün?
Hâlâ dış politikada, yüksekten konuşmayı, suçlamayı ve tehdit etmeyi iyi siyaset sanıyoruz. Küsmeye-darılmaya bayılıyoruz. 100 yıldır en sık yaptığımız eylemimiz sürekli başarısız ambargolar koymak değil mi?
Gerçekçilikten uzak bu yücelik saplantısı kompleksimiz haline dönüştü.
Büyük konuşup küçük davrananların acı mirasından hiç ders almıyoruz.
Uzatmayayım.
İşte bu içi boş hayali yıkan adamdır Mustafa Kemal Atatürk.
Gerçeklik duygusudur onu zafere götüren.
Mithat Paşa ile kişilik özelliklerini bir yana bırakalım, aralarındaki en temel fark budur işte.
Bu nedenle biri kaybetmiş ve bunu canıyla ödemiştir; diğeri ise zafer kazanmıştır.
Yazının Devamını Oku

Said-i Nursi’den CHP’ye mektup

24 Ekim 2010
CHP başta türban, önseçim olmak üzere bugün aradığı pek çok sorunun yanıtını bundan tam 63 yıl önce yedinci kurultayında verdi.

“Demokratikleşme Kongresi” adı verilen bu kurultayda alınan kararlara sevinen Said-i Nursi, CHP genel sekreteri Hilmi Uran’a mektup gönderdi. 19 gün süren CHP tarihinin bu en uzun kongresinde partililer bakın hangi kararları aldı?  1946’da ilk kez çok partili genel seçimler yapıldı.Seçimleri CHP kazandı.Kazandı kazanmasına ama bir gerçekle de yüzleşti:Popülist politikalara başvurmazsa gelecek seçimleri kaybedilebilirdi.CHP de muhalefet partileri gibi yapmalı; yani, dini söylemlere ağırlık vermeliydi.17 Kasım 1947 günü başlayan yedinci CHP kurultayı, partinin tüzük ve programını bu amaç doğrultusunda yeniledi.19 gün süren CHP kongresinde bakın hangi tarihi kararlar alındı… Din dersi meselesi 17 Kasım 1947 tarihi CHP için dönemeç oldu.Yedinci kurultayda alınan kararlarla Cumhuriyet Devrimi’nin temel ilkeleri tasfiye sürecine sokuldu.Cumhuriyetçilik ilkesi sadece seçime indirgendi.En önemli kararlar kuşkusuz laiklik konusunda alındı.İlkokullara; “dinimize kayıtsız kalamayız”, “dinsiz millet olmaz” denilerek din dersi konuldu.Yani, CHP’nin bugünkü ruh hali dün de aynıydı!Şöyle düşünüyordu partililer:“Halkın önemli bir bölümü bizim din düşmanı olduğumuzu sanıyor. Bu yanlış algıyı yıkmamız lazım. Dindar olduğumuzu ispatlamamız şart.”Kimi Behçet Kemal Çağlar gibi CHP’liler bu söyleme karşı çıktı; kimi Hamdullah Suphi Tanrıöver gibi CHP’liler bu fikri savundu.Bugün türban konusunda CHP’nin aradığı “orta yolu” o günlerde İsmet İnönü buldu:“İlkokulların dördüncü ve beşinci sınıf öğrencilerine okul içinde ama ders zamanları dışında isteğe bağlı olarak din dersi verilebilir.”Din dersi zorunlu değildi; sadece öğrenci velisinin, “çocuğumun din dersi almasını istiyorum” diye dilekçe vermesi yeterliydi.Sonuç:Azınlıklar dışında tüm veliler bu dilekçeyi verdi. O günlerde “mahalle baskısı” kavramı henüz bilinmiyordu!Din dersi uygulamasına 15 Şubat 1949’da başlandı.Yıl 2010.Okullarda artık zorunlu olarak okutulan din dersini hala konuşuyoruz; hala tartışıyoruz.Demek ki neymiş, CHP okullara din dersi koyarak sorunu çözüme kavuşturamamıştı! Neyse, bu ayrı konu devam edelim… İmam Hatipler açıldı 1947 CHP kongresi, İmam Hatip okullarının açılmasına da “yeşil ışık” yaktı.Ankara’da İlahiyat Fakültesi kurulmasına onay verildi.Bu tartışmaya girmeyeyim diyorum ama dayanamıyorum; ne ilginç değil mi; Türkiye 61 yıl sonra hala bu okulları tartışıyor.Bitmedi.CHP’liler, hacca gitmek isteyenlere hükümet tarafından döviz verileceğini açıkladı.CHP milletvekilleri coşmuştu bir kere; muhalefet bir söylüyorsa onlar bin söylüyordu. Kimi partililer, tanınmış evliyaların tekkelerinin, dergahlarının açılmasını gündeme getirdi.İsmet İnönü bile baskıdan nasibini aldı: mitinglerde “Allah” adını ağzına almalıydı. O da mecbur kaldı, konuşmasını “Allahaısmarladık” diyerek bitirmeye! Oysa İnönü namazında, orucunda bir devlet adamıydı.Din siyasete alet edilmişti bir kere; İnönü’den Çankaya Köşkü’ndeki seccadesini halka göstermesi istendi!Hedefinde sandık zaferi olan bir rüzgar vardı; ve kimse önünde duramıyordu. Asıl tehlike irtica değil O yıllarda devletin tehlike algısı da değiştirildi.Asıl tehlike irtica değil komünizm idi. (Bunun sonucu “1947 Türkiye Komünist Partisi Tevkifatı” yapıldı. Geçen hafta kaybettiğimiz usta şairimiz Arif Damar da tutuklananlar arasındaydı.)Tüm bunların adı ta o zamandan kondu: “Demokratikleşme.”“Demokratikleşme”nin dış politikada da yansılamaları oldu:Aynı yılın şubat ve mart aylarında Uluslararası Para Fonu (IMF) ve Dünya Bankası’na giriş gerçekleştirildi.ABD Başkanı Truman’ın meclisten geçirdiği 400 milyon dolarlık Türkiye yardımı sevinç yarattı. Bu aslında “ileri karakol” olmayı kabul etmekti.ABD ile ilişkiler ekonomi anlayışını da değiştirdi.1947 kongresinde devletçilik ilkesi değiştirildi:Devlet sadece, özel sektörün karlı bulmadığı alanlarda yatırım yapacaktı. Kar amacı olmayan denizyolu, karayolu taşımacılığı gibi kamu hizmetlerini artık özel sektör yürütecekti.Esas olan özel girişimdi. Yani liberalizm.Bu arada halkçılık ilkesinin en önemli unsuru toprak reformu kanunu rafa kaldırıldı.Toprak reformunu unutmakla kalmayan CHP, bir yıl sonra Tarım Bakanlığı’na Çukurova bölgesinde geniş toprak sahibi olan Cavit Oral’ı getirdi!Bugün Kürt meselesinin çözümünde kimse ağzına toprak reformunu almıyor. Dün CHP’nin, DP’nin yaptığını bugünkü partiler de aynen uyguluyor:Kırsal oylarda etkisi olan büyük toprak sahipleriyle ilişkileri düzenlemek!Öyle ki…1947 yılına kadar CHP’nin Güneydoğu Anadolu’da parti örgütü bile yoktu! Evet, 1947 CHP için dönemeçti.Cumhuriyet devrimlerinin kültür ocağı halkevleri de bu kongreden sonra yok oluş sürecine girdi. Kurultayda halkevleri meselesi ele alındı; Prof. Fahrettin Kerim Gökay başkanlığında bir komisyon kuruldu ve her kurulan komisyon gibi bundan da bir sonuç alınamadı. 14 Mayıs 1950’de Demokrat Parti ezici bir çoğunlukla iktidara gelince, halkevlerinin durumu netleşti: kapatıldı, mal varlığına el konuldu.Köy Enstitülerinin akıbeti de aynı oldu.Kuşkusuz tüm bu olup bitenleri takdir edenler vardı… Said-i Nursi memnun CHP yedinci kongresinde alınan kararlar Said-i Nursi’yi memnun etti. Ancak yapılanların az olduğunu düşünüyordu. Kongreden genel sekreter çıkan Hilmi Uran’a mektup yazdı. “(…) katib-i umumi olduğun Halk Fırkasının millet karşısında gayet ehemmiyetli bir vazifesi var. O da şudur:Bin seneden beri alem-i İslamiyeti kahramanlığı ile memnun eden ve vahdet-i İslamiyeyi muhafaza eden ve alem-i beşeriyeti, küfr-ü mutlaktan ve dalaletten şanlı bir surette kurtulmasına büyük bir vesile olan Türk milleti ve Türkleşmiş olanların din kardeşleri!Eğer şimdi, eski zaman gibi kahramancasına Kur'ân a ve hakaik-i imana sahip çıkmazsanız ve sizler gibi ehl-i hamiyet eskide yanlış bir surette ve din zararına medeniyetin propagandası yerinde doğrudan doğruya hakaik-i Kur'âniye ve imaniyeyi tervice çalışmazsanız, size katiyen haber veriyorum ve kat i hüccetlerle ispat ederim ki, alem-i İslamın muhabbet ve uhuvveti yerine, dehşetli bir nefret; ve kahraman kardeşi ve kumandanı olan Türk milletine bir adavet; ve şimdi alem-i İslamı mahva çalışan küfr-ü mutlak altındaki anarşiliğe mağlup olup, alem-i İslamın kalesi ve şanlı ordusu olan bu Türk milletinin parça parça olmasına ve şark-ı şimaliden çıkan dehşetli ejderhanın istila etmesine sebebiyet verecek.”Said-i Nursi 1947 yılının son günlerinde kaleme aldığı mektubunda 1946 seçimlerini de değerlendirip CHP’yi ne yapması konusunda şöyle uyardı:“Size karşı elbette çok cihetlerde dahili ve harici muarızlar var. Ben dünya ve siyasetin haline bakmadığım için bilemiyorum. Fakat beni bu senede çok sıkıştırdıkları için mecburiyetle sebebine baktım ki, size karşı bir muarız çıkmış. Eğer o muarız mükemmel bir reis bulup hakaik-i imaniye namına çıksaydı, birden sizi mağlup ederdi. Çünkü bu milletin yüzde doksanı, bin seneden beri an ane-i İslamiye ile, ruh ve kalble bağlanmış. Zahiren muhalif, fıtratındaki emre itaat cihetiyle serfüru etse de, kalben bağlanmaz.” (Emirdağ Lahikası) Aslında son cümlesiyle Said-i Nursi doğru söylemiyor mu?CHP bu köklü değişimi oy almak maksadıyla yaptı ise, Said-i Nursi’nin oyunu almış mıdır?Ya da mesele toplumdaki dindarlık algısını değiştirmekse, CHP bu kararlarıyla halktaki bu algıyı yıkmış mıdır?Mesele demokratikleşme ise, bugün, 27 Avrupa ülkesinin niye sadece 4’ünde din dersi var? Tüzük de değişti Asıl demokratikleşme parti tüzüğü değişikliğiyle gerçekleşti.Bugün CHP’de tüzük tartışması, “genel sekreterlik” üzerinden yürütülüyor. 1947 kurultayında önemli tüzük değişiklikleri oldu.Madem genel sekreterlik örneğiyle başladık bu konuyla devam edelim: Genel sekreteri artık parti genel başkanı atamayacaktı. Genel sekreteri parti meclisi belirleyecekti.“Parti Meclisi” de ilk kez bu kongrede oluşturuldu.Şöyle:Genel başkan, genel başkan vekili ve genel sekreterden oluşan “Başkanlık Meclisi” kaldırıldı. Yerine kongre tarafından seçilen 40 üyeli “Parti Meclisi” kurumu geldi. Bu meclis kendi içinden 12 kişilik “Genel Yönetim Kurulu”nu seçecekti.Bir önemli değişiklik de şu oldu: Valilerin aynı zamanda il başkanı olması uygulaması kaldırıldı. Parti il başkanları seçimle belirlenecekti.Keza bugün Kılıçdaroğlu’nun gündeme getirdiği “önseçim” konusunda ilk kez bu kongrede ele alındı: Milletvekili adaylarının yüzde yetmişi yerel parti örgütlerince seçilecekti.Partinin gençleşmesi için de adımlar atıldı:Partiye üye olma yaşı 22’den 18’e indirildi.Gelelim sonuca:CHP şanslı parti; ders alacağı koskoca bir parti tarihi ve Atatürk gibi büyük bir lideri var.Peki, bugünkü kafa karışıklığının sebebi ne:Temel neden siyasi kimliksizlik mi?Bu partiye günümüzün cılız yapay düşünceleri yakışmıyor.  FİLOZOF HEIDEGGER’DEN ÇIKARILACAK DERSLER İki haftadır yine Martin Heidegger (1899–1976) okumaya başladım.Son günlerde aydın-iktidar ilişkisi üzerine düşünüyorum.Kafamda sorularım var:20’inci yüzyılın en etkili felsefe üstatlarından biri ve aynı zamanda tarihin en büyük “entelektüel zanlısı” olan Heidegger, Alman Nasyonal Sosyalistleri neden destekledi?Hitler, sadece kendi içinde yıkılmış, zihni parçalanmış, istekleri darmadağın olmuş yığınları değil, filozof Heidegger gibi entelektüelleri de nasıl büyüledi?Sorunun yanıtını Heidegger’in sevgilisi felsefeci Hannah Arendt’te buldum:“Birinci Dünya Savaşı’nda dünkü dünyanın değerlerini yitiren entellektüel seçkinler, faşist hareketlerin iktidara geldiği anda gemileri yakarlar. Bu savaş sonrası seçkinlerin içine gömülmeyi arzuladığı kitledir.”Arendt’e göre bu, “yığın ile seçkinler arasındaki ittifak” idi.Peki…İyi bir noktaya geldik:1990’da Berlin Duvarı’nın yıkılışıyla başlayan “yenilgi süreci”, Türkiye’deki entelektüelleri nasıl etkiledi?İdeolojik yenilgi ruhlarda hangi tahribatlara yol açtı? Bugünlerde sürekli dillerinden düşürmedikleri popülist söylemlerin-kavramların sebebi; geniş kitlelerin içine gömülme arzusu mu? Onaylanma, takdir edilme duygusu mu?Keza…Bu kadar saldırganlığın, kibrin, küstahlığın altında hangi onarılmaz ruhsal yaralar, yalnızlıklar var?Benzer travmayı Heidegger de yaşadı mı?Bakınız…Hitler kendini hiç saklamadı.Nefretini gösterdi. Öfkesini haykırdı. “Şeytan” dediği “öteki”yle savaşacağını ilan etti. Heidegger bunları duymadı mı?Hitler’in kişiyi aşağılayarak nesneye dönüştürdüğünü Heidegger görmedi mi?Hitler’in kaostan beslendiğini, sürekli korkutarak kazandığını anlamadı mı?Aslında gerçek şuydu:Heidegger’in kafasında felsefi bir teorisi vardı. Teorisine uygun “gerçekleri” görüyor ötesini görmek istemiyordu.Ya diğer Alman entelektüelleri?Farkında olamadılar, analiz edemediler mi ayak sesleri duyulan faşizmi?Aslında çoğu Heidegger gibi farkındaydı.Görmek istediklerini gördüler, duymak istediklerini duydular.Şiddeti, kötülüğü, bayağılığı, kabalığı yok saydılar. Zamanla yok olacağına inandılar. Geçiş döneminin sancıları olarak değerlendirdiler tüm olup biteni. Ufukta, iyiliğin-güzelliğin var olduğunu sandılar.Aslında işin özü şuydu:Düşünme yetisini kaybetmişlerdi.Siyasi zekalarını kaybetmişlerdi.Yani kaybedendiler.Bu nedenle gerçekle bağları kopmuştu; siyasi olmayan bir siyaset özlemi içindeydiler.Başta Heidegger olmak üzere sandılar ki, “Hitler’i yönetiriz, kontrol ederiz.”Yanıldılar.Tarihte bunun yığınla örneği var zaten:Kimi entelektüeller, fikirleriyle yönlendirmek için politik liderlere yanaşır. Oysa o politik liderlerin çoğu, kendilerini yönlendirmeye kalkışanlardan nefret eder. Bu nedenle, birçok entelektüelin sonu acıyla bitmiştir.Heidegger bunun sadece bir örneğidir. Bir gecede gözden düştü. Hitler o gece (Uzun Bıçaklar Gecesi) bin küsur SA’yı öldürdü.Heidegger’in şu sözlerinden umarım Türkiye’de bazı aydınlar dersler çıkarır:“Şiddet kullanan, iyiliği ve dinginliği bilemez. Ne rahatlamayı, ne huzuru, ne ateşkesi bilir; ne de bunlardan haberdardır.” 

Yazının Devamını Oku

Emir Kusturica Nâzım Hikmet’le akraba olabilir mi

17 Ekim 2010
Nâzım Hikmet’in Polonyalı kökeni bilinir ama Sırp kökeni bilinmez. Büyükdedesi Ömer Lütfi Latas, Ortodoks Sırp’tır. Müslüman olunca Osmanlı ordusunda Rumeli Müşirliği’ne kadar yükselmiştir. Bosna’nın ıslahatında görevlendirilmiştir. Nobel ödüllü yazar İvo Andriç “Ömer Paşa”nın Saraybosna günlerini romanlaştırmıştır. Peki Kusturica ailesi, astığı astık kestiği kestik Ömer Paşa’dan korkup mu Müslüman olmuştur? Tarih sayfalarını geriye doğru çevirdikçe bakın ne tür gerçeklerle yüzleşiyorsunuz...

EMİR Kusturica’yla ilgili ne biliyorsunuz:
1954 Saraybosna doğumlu.
Çağımızın en önemli yönetmenlerinden; iki kez Cannes olmak üzere, Berlin, Venedik, Chicago ödüllerini aldı.
Sosyalist. Yugoslavya’nın bölünmesine hep karşı çıktı.
Etnik olarak kendini “Sırp” diye tanımlıyor: “Ortodoks Sırp idik; canımızı Türklerden kurtarmak için Müslüman olduk.”
Bu tez ne derece doğru?
Öncelikle Kusturica “Türkler” derken Osmanlı’yı kastediyor. Oysa Türklerin Balkan coğrafyasına göç etmeleri Osmanlı’dan bin yıl önce!

Yazının Devamını Oku

Tatlıses’in Oxford’uyla türbanın ne ilgisi var

10 Ekim 2010
Başlık karışık mı geldi? Hiç değil aslında. Şarkıcı İbrahim Tatlıses’in, “Urfa’da Oxford vardı da gitmedik mi” sözünü bilirsiniz. Her yıl olduğu gibi üniversiteler açılınca, Türkiye’nin malum sorunu türban tartışılmaya başlandığından da haberdarsınız. Peki, Kılıçdaroğlu’nun “Başı açık öğrencilerin de özgürlük sorunu var” dediğini duydunuz mu? İşte meselenin bamteli burası. Tüm bunlar bana, bakın İslam tarihindeki hangi olayları anımsattı? Gelin bin yıl öncesine gidelim...

İBN Haldun (1332-1406) tarihçiliğin; öykücülükten, nakilcilikten/aktarmacılıktan (fi zahirihi) yani yüzeysellikten kurtulması gerektiğine işaret etti. Olup bitenlerin nedenlerinin, içyüzlerinin araştırılmasını/incelenmesini (nazaran ve tahkikun) istedi. Ve “Mukaddime”yi böyle yazdı.
Akılcılığı öne çıkaran bu bakış açısıyla İbn Haldun, Batı’da tarih felsefesinin kurulmasına önayak oldu.
Bu girişten sonra yazı başlığımıza dönersek, yanıtını -nedenini arayacağımız- asıl soru hangisidir:
1) Türbanlı kızlarımızın üniversitelere girememesi mi;
2) İbrahim Tatlıses’in Urfa’da gideceği bir Oxford olmaması mı.
Bu iki soru birbirinden farklı gibi görünse de yanıtı aynı aslında.
Bu nedenle bin yıl önceye, İslam’ın altın yıllarına gitmemiz gerekiyor. Çünkü, Urfa’da Oxford olmamasının sebebi “türban” olabilir!..

Yazının Devamını Oku

Savarona kimseye uğurlu gelmedi

3 Ekim 2010
Savarona’nın hikayesi pek bilinmiyor: İlk sahibi “Okyanus Ötesi” Pennsylvania’dan! Savarona’nın ikinci sahibi Hitler miydi? Atatürk Savarona’yı niye çok istedi? Yatta kaç gün kalabildi? Savarona hangi krallara peşkeş çekildi? Gemiyi turizm amaçlı ilk kimler kiraladı? İran Kraliçesi Süreyya’nın Savarona’ya getirdiği son umudu Fatma Bacı kimdi? Trabzonlu Mehmet Şeber Savarona’ya niye talip oldu? Savarona’yı kimler yaktı; kimler antikalarını çaldı? İşte soruların yanıtları...

Sizi önce New York’a götüreyim...
Alman kökenli mühendis John A. Roebling tel kablonun mucidiydi. Bu nedenle göç ettiği Amerika’da dünyanın en büyük tel kablo üreticilerinden biri oldu. Telgraf telleri, elektrik telleri, köprü telleri, gemi ve asansör telleri üretip sattı.
Amerikalı zengin mühendisin bir hayali vardı; Brooklyn ile Manhattan’ı birbirine bağlayacak köprü yapmak.
1865’te kolları sıvadı; köprü projesini kendi çizdi. Gerekli girişimleri yapıp teklifini kabul ettirdi. Fakat talihsizlik; köprünün yerini tespit çalışmaları sırasında geçirdiği kaza sonucu 1869’da öldü.
Oğlu Washington Roebling, babasının hayalini hayata geçirmek için inşaatın başına geçti. Yine bir talihsizlik, köprü kulelerinin inşa edileceği su altı odalarında çalışırken vurgun yedi ve yatalak oldu. Ancak babasının hayalini gerçekleştirmek için inşaatı bırakmadı; eşi Emily Warren Roebling yardımıyla köprüyü 1883’te bitirdi.
Savarona’nın ilk sahibi Emily Margaret Roebling, işte Brooklyn Köprüsü’nü inşa eden bu çiftin kızıydı...
İlk sahibi “Okyanus Ötesi” Pennsylvania’dan

Yazının Devamını Oku