Murat Bardakçı

Irak’ta günlerdir bombalanan Samarra Ortadoğu’da kurulan ilk Türk şehridir

19 Mart 2006
Bağdat’ın 100 kilometre kuzeydoğusunda bulunan ve Amerikalılar tarafından günlerden bu yana bombalanan Samarra şehri, çoğumuz için uzak iklimlerdeki bir çölün ortasında var ile yok arası bir yerdir ama aslında gayet iyi bilmemiz ve hatırlamamız gereken bir beldedir. Zira, İslamiyet’i kabul etmemizden sonra, Asya’dan Batı’ya doğru bundan 1100 yıl önce başladığımız büyük yürüyüşün ilk durağıdır, Ortadoğu’daki ilk Türk şehridir, Anadolu’nun Türkleşmesinden önceki ilk kalemizdir ve tarihimizde önemli bir hatırası vardır. İran, bugün UNESCO’ya başvurup Samarra’daki kültür varlıklarının koruma altına alınmasını istiyor, biz ise şehirde olup bitenleri televizyon haberlerinden ve umursamadan izlemekle yetiniyoruz.

Irak’taki Amerikan kuvvetleri, Bağdat’ın 100 kilometre kuzeydoğusundaki Samarra şehrinde üslendiklerini iddia ettikleri El Kaide güçlerine karşı, 50 savaş uçağı ile binlerce askerin katıldığı bir operasyon başlattılar. "Arı Kovanı" kod adlı operasyonun, Irak’ın Amerikan işgaline uğradığı 2003’ten bu yana yapılan en büyük harekát olduğu söyleniyor.

Samarra’nın ismini şimdiye kadar çoğumuz işitmemiştik. Şehir, bazılarımız için uzak iklimlerdeki bir çölün ortasında var ile yok arası bir yerlerdeydi ve varlığından, Hazreti Muhammed’in soyundan gelen Hasanü’l-Askeri’nin buradaki türbesinin bombalanmasından sonra başlayan Amerikan operasyonu sayesinde haberdar olduk!

Ama, Samarra, gayet iyi bilmemiz ve hatırlamamız gereken bir beldedir, zira Ortadoğu’daki ilk Türk şehridir, Anadolu’nun Türkleşmesinden önceki ilk güçlü kalemizdir ve tarihimizde önemli bir hatırası vardır. Bizde asırlar boyunca "Sámrá" denmiştir ama ismi yabancı haber ajanslarında "Samarra" diye diye telaffuz edilince bu hali almıştır.

PARALI TÜRK ASKERLER

İşte, şimdi bombaların hedefi olan Samarra’nın kısa öyküsü:

İslamiyet’i kabul etmemizden sonra, dokuzuncu yüzyılda, Asya’dan batıya doğru yaptığımız uzun yürüyüş sırasında Anadolu’ya varmadan önce Abbasi Devleti’ne ait olan Irak taraflarına gittik ve şansımızı orada aradık. Abbasilerin başında Bağdat’ta oturan halifeler vardı ve dokuzuncu asırda hüküm süren Halife Me’mun, iktidarını gölgeleyen Arap ve İranlı güçlere karşı bölgeye yeni gelmiş olan Türkleri kullanmayı denedi. "Hakan", "İnak", "Afşin" ve "Aşnas" gibi isimler taşıyan kumandanların emri altında bulunan ve hepsi gayet iyi birer savaşçı olan Türkler, zamanla Halife’nin paralı askerleri oldular.

Önceleri 3 bin kişiden ibaret olan bu paralı askerlerin sayısı zamanla on binlere vardı. Türkler, Halife’nin tahtını gayet iyi koruyorlardı ama halk "illallah" diyordu, zira Bağdat büyük bir kışlayı andırır olmuştu. Türklerin şehirde doludizgin at sürmeleri yüzünden her gün birkaç kişi can veriyor ve halkla paralı askerler arasında çıkan tartışmalar kan dökülmesiyle neticeleniyordu.

KáBE’NİN MAKETİ

Halk, Halife Mu’tasım’a gidip Türklerden yakınmaya başlamıştı, fakat Halife için önemli olan halkın dertleri değil, tahtın güvenliğiydi. Türkler zamanla yerli halkla karışıp savaşçılıklarını kaybedebilirlerdi ve bunun önüne geçilmesi için ayrı bir yerde ikamet ettirilmeliydiler.

Bağdat’ın 100 kilometre kadar kuzeydoğusunda ve Dicle’nin kıyısında uzanan arazi bu iş için seçildi ve 836 yılında yoğun bir inşa faaliyeti başladı. İnşaatta Türk askerleri de çalışıyor ve kendi evlerini kendileri yapıyorlardı. Çöl ağaçlandırıldı, evler, camiler, hamamlar, alışveriş ve spor tesisleriyle beraber devásá saraylar inşa edildi, aynı anda 100 bin kişinin namaz kılabildiği ve 52 metre yüksekliğindeki konik minaresi hálá yükselen bir cami, hatta bir de kábe maketi bile yapıldı. Kurulan yeni şehre Arapça’da "göreni mutlu eder" anlamına gelen "surre men raa" adı verildi, bu isim halk arasında "Samarra" diye telaffuz edilir oldu. Bağdat’taki on binlerce Türk askeri Samarra’ya yerleştirilip, yerli halkla karışmamaları için Asya’dan getirilen Türk kızlarıyla evlendirildiler. Samarra’da inşa edilen "Hákani" isimli büyük sarayın şaşáası Halife’nin de başını döndürdü ve Mu’tasım, Bağdat’ı bırakıp Samarra’ya yerleşti, Türklerle beraber yaşamaya başladı.

DARBE ÜSTÜNE DARBE

Ama, işler Halife’nin düşündüğü şekilde yürümedi ve Türkler yeni başkentin en güçlü grubu haline geldiler. Artık halifeleri tahtlarından indirebiliyor ve canlarının istedikleri kişiyi hükümdar yapabiliyorlardı. Meselá, Halife Vásık’ın 847’de ölmesinden sonra Türk askerleri hiláfet tahtına Mütevekkil’i geçirdiler. Türklerin etkisinden kurtulmaya kalkışan Mütevekkil hiláfet merkezini Şam’a taşıyınca hatasının bedelini 861’de canıyla ödedi. Boğa, Baglum ve Bagir isimli Türk komutanlar Halife’yi öldürüp yerine oğlu Mustansır’ı getirdiler ve hiláfet merkezini yeniden Samarra’ya naklettiler.

Samarra’daki Türk hakimiyeti 892’ye kadar, tam 56 yıl boyunca devam etti ve Türklerin gücü, Halife Mu’tez’in başkenti bir yolunu bulup Samarra’dan yeniden Bağdat’a nakletmesiyle son buldu. Türk hakimiyetinin Bağdat’ta tekrar kurulması için aradan asırlar geçmesi, Malazgirt sonrasında Anadolu’nun Türkleşmesi ve nihayet Kanuni Sultan Süleyman’ın 1534’te Bağdat’a girmesi gerekecekti.

İRAN’DAN ÖNCELİK

Asya’dan Batı’ya doğru bundan 1100 yıl önce başladığımız büyük yürüyüşün ilk durağı olan ama bugün bizlere artık çok uzak iklimlerde kalmış gibi görünen Samarra’nın öyküsü, kısaca işte böyle. Ben, bu yazıdaki bilgilerin bir kısmını Cengiz Tomar’ın Hürriyet Tarih Dergisi’nde 2003 Şubat’ında yayınladığı araştırmadan naklettim.

Bundan birkaç sene öncesine kadar Saddam Hüseyin’in kimyasal silah tesisleriyle dolu olan ve ardından El Kaide’nin mekánı haline gelen Samarra’da şimdi sadece ateş, kan ve gözyaşı var. Dokuzuncu asırda inşa ettiğimiz Türk Kalesi ile kalenin hemen yanı başındaki meşhur minarenin ve o devrin güçlü Türk kumandanı Hakan Urtuç’un yaptırdığı "Hákani Sarayı"nın duvarlarındaki Türk resimlerinin hálá durup durmadıkları ise meçhul.

İran’ın UNESCO’ya başvurup Samarra’da yaşananların izlenmesini ve şehirdeki kültür varlıklarının koruma altına alınmasını talep ettiğini öğrenince, Samarra ile İran’dan önce bizim tarihimizin parçası olduğunu hatırlatmak istedim.

İntihalde son teknik: Bir kitabın adını değiştirip yeni bir esermiş gibi pazarlıyorlar

"İntihal", malum, bilimsel hırsızlığa verilen isimdir. Başkasına ait olan bir eseri, mesela bir kitabı, müziği yahut bir araştırmayı alıp kendi isminizle yayınlarsanız, yani o eserin üzerine hiç sıkılmadan kendi malınızmış gibi oturursanız, "intihal" yapmış olursunuz. İntihal, bir yerde, mürekkep yalamışlara mahsus akademik hırsızlığın kibarcasıdır.

Türkiye, intihal bakımından gayet zengin bir memlekettir. Adı-sanı işitilmemiş yazarından üniversite rektörüne, ressamına, hatta manevi lider olduğu iddia edilenlerine kadar hemen her seviyede ve çok sayıda kişi, bol bol intihalle meşguldür. Ama, bu intihalcilerin çoğu umursamazlık yahut nemelázımcılık yüzünden láyık oldukları cezayı görmez ve hiç sıkılmadan aramızda dolaşmaya devam ederler.

Böylesine yürütme zengini olan memleketimizde, bir eserin bazı bölümlerinin makaslanıp yapıştırılması gibisinden geleneksel intihal metotları artık bir yana bırakılmış vaziyette. Şimdi yepyeni bir teknik uygulanıyor: Bir kitap olduğu gibi alınıyor, esere bambaşka bir isim veriliyor ve bir başka kişinin adıyla yayınlanıyor!

Enver Paşa’nın hanımı Naciye Sultan’ın hatıralarının başına gelenler gibi...

Hatıralar 1952’de "Acı Zamanlar" başlığıyla Vatan Gazetesi’nde yayınlanmış, aradan 38 sene geçtikten sonra, 1990’da yine aynı isimle kitap haline getirilmişti. Derken aradan 16 sene daha geçti ve hatıralar geçtiğimiz günlerde bir başka yayınevi tarafından tekrar yayınlandı. Ama kitabın ismi değişmiş, "Naciye Sultan" yapılmış ve üzerine "Hayrünnisa Alp" diye bir de yazar adı iláve edilmişti. Eseri bilmeyenler, kitabı Hayrünnisa Hanım’ın Naciye Sultan hakkında yaptığı bir araştırma olduğunu zannederek alacaklardı ama metin birkaç sayfalık bir önsözle son kısma iláve edilen bazı resimler haricinde, 1952’de yayınlanan "Acı Zamanlar" ile aynıydı. Yani, eski metinden başka bir kitap, üstelik bir başka yazar yaratılmıştı!

İşte, intihal sahasında vardığımız son noktadan küçük bir örnek...
Yazının Devamını Oku

Hırsız sadrazamı önce işkenceyle konuşturur, sonra celláda verirdik

12 Mart 2006
Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in, sabık başbakan Necmettin Erbakan’ın iki yıl dört aylık hapis cezasını evinde çekmesi için çıkartılan kanunu veto etmesi, bana eski devirlerde aynı suçu işleyen sadrazamların, yani o zamanın başbakanlarının başlarına gelenleri hatırlattı. Bu gibi işler çevirdikleri kesin olan sadrazamlara verilen tek bir ceza vardı: Azledilip bütün mallarına el konulur ve derhal celláda gönderilirlerdi... Tarihimizde yolsuzluk yapan, rüşvet alan ve zimmetine para geçiren bir hayli sadrazam vardı, hırsız sadrazamların hemen hepsinin ákıbeti aynı olmuştu, hattá bazılarına gizledikleri servetlerinin yerini söylemeleri için işkence bile yapılmıştı.

CUMHURBAŞKANI Ahmet Necdet Sezer, sabık başbakan Necmettin Erbakan’ın iki yıl dört aylık hapis cezasını evinde çekmesi için çıkartılan kanunu veto etti. Veto gerekçesinde "özel çıkar için kanun yapılamayacağı" ve "kişiye özgü yasaların hukuk devleti ilkesiyle bağdaşmadığı" söylendikten sonra, "bu kanunun siyasi bir partinin eski genel başkanı için çıkartıldığının belli olduğu" ifade ediliyordu.

Necmettin Erbakan’ın mahkûmiyetinin sebebi, málum, Refah Partisi’ne hazine yardımı olarak verilen 11 trilyon liranın buharlaşması ve buharlaşmadan partinin o zamanki lideri Erbakan’ın sorumlu tutulması...

Sabık başbakanın mahkûm olduğu suçun niteliği ve AKP’nin, Erbakan’a "konforlu" bir mahkûmiyet sağlayabilmek maksadıyla çıkarttığı kanunun Çankaya’dan dönmesi, bana eski devirlerde aynı suçu işleyen sadrazamların, yani o zamanın başbakanlarının başlarına gelenleri hatırlattı.

Bu gibi işler çevirdikleri kesin olan sadrazamlara verilen tek bir ceza vardı: Azledilip bütün mallarına el konulur ve derhal celláda gönderilirlerdi... Tarihimizde yolsuzluk yapan, rüşvet alan ve zimmetine para geçiren bir hayli sadrazam vardı, bu hırsız sadrazamların hemen hepsinin ákıbeti aynı olmuştu, hattá bazılarına gizledikleri servetlerinin yerini söylemeleri için işkence bile yapılmıştı.

İşte, para hırsları yüzünden hayatları celládın baltasında yahut ilmiğinde noktalanan sadrazamlardan birkaçının öyküsü...

KEMANKEŞ ALİ PAŞA

Dördüncü Murad’ın sadrazamıydı. Padişahın çocuk yaşta tahta çıkmasından sonra devlette söz sahibi olmuş, bazı iyi kararlar almasına rağmen büyük bir gurura kapılmış, rüşvetsiz iş görmez olmuş, hattá yüksek memuriyetleri bile satışa çıkarmıştı. Paşa’nın sebep olduğu rezaletlerde bardağı taşıran son damla, Bağdad’ın İranlılar tarafından işgaliydi ve Dördüncü Murad, işgal haberinin gelmesinden hemen sonra, 1624’ün 3 Nisan’ında Kemankeş Ali Paşa’yı sarayda boğdurup bütün mallarına el koydurdu.

HEZARPÁRE AHMED PAŞA

Sultan İbrahim’
in sadrazamıydı. Askerin baskısıyla 7 Ağustos 1648’de azledildi ama yeniçeriler Paşa’nın idamında ısrar edince rüşvetle toplamış olduğu hazinesinden bir çuval altın alıp saklanacak yer aramaya başladı. Çaldığı her kapı yüzüne kapanan Ahmed Paşa nihayet bir konağa sığındı ama konak sahibinin ihbarı üzerine yakalanıp o zamanki adı "Paşakapısı" olan sadrazamlık makamına götürüldü. 8 Ağustos günü yeni sadrazam Sofu Mehmed Paşa’nın huzuruna çıkartıldı, Mehmed Paşa’nın af garantisi vermesi üzerine hayatına karşılık olarak parasını sakladığı yeri söyledi ama hemen oracıkta idam edildi. Cesedi çırılçıplak soyulduktan sonra bir çınar ağacının altına bırakıldı, "etinin mafsal ağrılarına iyi geldiği" şeklinde çıkan bir söylenti üzerine, halk Ahmed Paşa’nın cesedini parça parça etti ve ağacın altında sadece kemikleri kaldı. Rüşvetçi sadrazam, tarihlere işte bu yüzden "hezarpáre" yani "bin parça" diye geçti.

SARI SÜLEYMAN PAŞA

Dördüncü Mehmed’
in sadrazamıydı ve hem rüşvetçiliğiyle, hem de beceriksizliğiyle meşhurdu. Ordunun başında sefere çıktı ama savaş Macaristan’ın kaybıyla neticelendi ve Süleyman Paşa askerin isyan etmesi üzerine cepheden kaçıp gizlice İstanbul’a geldi. Davudpaşa’daki çiftliğinde sakladığı servetinden bir hayli altın alarak Kuruçeşme’deki yalısının yakınlarında yaşayan Solomon adındaki bir Yahudi’nin evine sığındı. Paşa’nın cepheden kaçtığını işiten hükümdar, sadrazamı her yerde arattı ve Sarı Süleyman Paşa, Solomon’un evinde bir Rum kızıyla álem yaparken yakalandı, bir hafta boyunca hapsedildi. Zindanda servetinin yerini söylemesi için işkence de gören Paşa, 14 Ekim 1687’de idam edildi.

SİYAVUŞ PAŞA

Sarı Süleyman Paşa’
nın idamından sonra Dördüncü Mehmed tarafından sadrazamlığa getirildi, beş ay bu makamda kaldı ama rüşvet almaktan ve başkalarının mallarına hiç lüzumu yokken el koymaktan başka bir iş yapmadı. 1687’nin 2 Mart’ında ayaklanan askerler Paşa’nın konağını basıp bir güzel yağmaladılar. Paşa, harem dairesine çekilip yağmacılara siláhla karşılık verdi ama yakalanıp parça parça edildi, cariyeleriyle beraber çocukları da "ganimet" olarak paylaşıldı ve bütün malına el kondu.

İlber Hoca’nın Tarih Kurumu üyeliğini engellemek için oy sandığını kaçırmışlardı

TÜRKİYE İş Bankası Kültür Yayınları, Prof. Dr. İlber Ortaylı’nın hayat hikáyesini yayınladı. Nilgün Uysal’ın üç sene boyunca uğraşarak hazırladığı "Zaman Kaybolmaz. İlber Ortaylı Kitabı" isimli 626 sayfalık eser yarın piyasaya verilecek ve son dönem Türk tarihçiliğinin bu büyük isminin etrafındaki hayran kitlesi, onun hayat macerasını doğumundan itibaren öğrenme şansına sahip olacak.

Ben, burada İlber Hoca’nın kitapta sözünü ettiği ve herbiri haber yahut akademik araştırma konusu olabilecek hadiselerden bahsedecek değilim ve kitapla ilgili olarak sadece iki hususa dikkat çekmek istiyorum:

Bu kitap, genç ama yetenekli bilim adamlarına dünyanın önde gelen álimlerinden olmalarının ve yarım düzine dili konuşabilmenin yolunu ayrıntılarıyla gösterirken, diğer taraftan da Türkiye’nin İlber Ortaylı gibi bir álime sahip olmasının sadece tesadüflerden kaynaklandığını anlatıyor. İkinci Dünya Savaşı yıllarında Kırım’ın Ortay beldesinden mülteci olarak yollara düşen entellektüel ve asil bir ailenin Viyana’da vatansız olarak dünyaya gelen çocukları, daha sonra tesadüfen Türkiye’ye yerleşiyor, Türk vatandaşı oluyor, herşeyi merak ediyor, durmadan okuyor, araştırıyor ve devletten hiçbir destek görmeden bütün imkánları kendisi yaratıyor, belki bir yerde şansı da yaver gidiyor ve neticede Prof. İlber Ortaylı ortaya çıkıyor.

Kitabın verdiği en önemli mesaj, bence işte burada: Bugün "İlber Ortaylı" adında dünya çapında bir bilim adamına sahipsek, bunu sadece tesadüflere borçluyuz. Zira savaş yıllarında Kırım’dan ayrılan aile Türkiye yerine herhangi bir batı ülkesini seçmiş olsaydı, şimdi "İlber" isminde Avrupalı yahut Amerikalı bir allámeyi Türkçe’ye tesadüfen tercüme edilecek olan eserlerinden tanıyacak ve eminim, çok hayıflanacaktık!

"Zaman Kaybolmaz"ı okuyanlar hayret verici böyle birçok hadiseyle karşılaşacaklarına eminim ama kitapta yeralmayan bir hadiseyi de ben söyleyeyim: İlber’in Türk Tarih Kurumu’na üye olmasını engellemek için bir seçimde oy sandığı bile kaçırılmıştır ve İlber kuruma hálá üye kabul edilmemiştir!

İlber ile çalışmanın ne kadar zor olduğunu gayet iyi bilen ve eserin yazılma aşamasında birkaç defa tesadüfen bulunmuş bir kişi olarak, "İlber Ortaylı Kitabı"nı hazırlayan Nilgün Uysal’ı şimdi "cennetlik" görüyorum. Ama, kitabın sonundaki sayfalar dolusu eser listesindeki kitapların ve makalelerin sahibi olan aziz dostum İlber’e de "Son 20 senede çok gezdin, çok eğlendin, artık otur, eskisi gibi eser ver ve sonraki nesillere dillerde dolaşan hikáyelerinin yanısıra başka eserler de bırak" demeden edemiyorum.

Enver Paşa’nın torunundan Erkan Mumcu’ya karşı ’dede’ savunması

ENVER Paşa’nın torunu Osman Mayatepek’ten, hafta içinde bir mektup aldım. Anavatan Partisi Genel Başkanı Erkan Mumcu’nun geçtiğimiz günlerde verdiği bir demeçte "Jöntürk şebekliği" diye bir ifade kullandığını söylüyor ve "Böyle bir sözü bu düzeydeki bir kişi nasıl sarfedebilir?" diyordu.

Osman Mayatepek’in mektubu, geçmişte Türkiye’nin kaderine hákim olmuş kişilerin soyundan gelenlerin dedelerinin hatıralarına bağlılıklarını ve o hatıraların temiz kalmasına çalışmalarının güzel bir örneğini teşkil ediyordu. Ben, Mumcu’nun demeci üzerine Mayatepek’e tarih önünde bir cevap hakkı doğduğunu gördüm ve hakkını bu sayfada kullanmasının uygun olacağını düşündüm.

İşte, Mayatepek’in mektubundan bir bölüm:

"...Şebek, bildiğiniz gibi uzun kuyruklu bir maymun cinsidir ve dilimizde ’çirkin’, ’uygunsuz’ anlamında hakaretámiz bir ifade olarak kullanılır. Tarih, haklarında bugünün koşullarıyla hüküm vererek hatalı bulduğumuz kişilerin çoğunun en az Sayın Mumcu kadar vatansever olduklarını zaten göstermektedir. ’Jöntürk’ deyimi, batı siyaset literatürüne de otokratik ve köhne siyasi sistemi yıkan reformist bir hareket olarak girmiştir. Hal böyle iken, bu kişilere ’şebek’ gibi sıfatlarla hakaret etmek en azından ayıp kaçmakta ve bir ’lider’e yakışmamaktadır".
Yazının Devamını Oku

Koleksiyon hırsızlığında ilk piyango, Abdülbaki Hoca’ya çıktı

5 Mart 2006
Avrupa ve Amerika’daki özel koleksiyon sahiplerinin korkulu rüyası olan ve sanat uzmanı hırsızlar tarafından yapılan "koleksiyon soygunu" ile en nihayet Türkiye de tanıştı ve ilk piyango, "doğu ilimleri" anlamına gelen "şarkiyat"ın 1982 yılında vefat eden büyük üstadı Abdülbaki Gölpınarlı’nın Üsküdar’daki evine çıktı:  Geçtiğimiz perşembe günü Gölpınarlı’nın evine giren koleksiyon hırsızları, önde gelen Türk hattatların imzalarını taşıyan 40 kadar levhayla beraber bir hayli eski obje, yağlıboya tablo ve yüzlerce tarihi fotoğraf çaldılar. Bir koleksiyonun tamamını hedef alan bu soygun, profesyonel koleksiyon hırsızlarının artık Türkiye’de de cirit atmaya başladıklarını gösteriyor ve sadece özel koleksiyonların mekánı olan evler değil, antika ve sanat galerileri ve en sıkı şekilde korunan müzeler de bundan böyle daha büyük bir tehdit altında bulunuyorlar.

BATI dünyasının yıllardan buyana başının belásı olan "koleksiyon hırsızlığı" ile en nihayet Türkiye de tanıştı ve hırsızların ilk hedefi, "doğu ilimleri" anlamına gelen "şarkiyat"ın 1982 yılında vefat eden büyük üstadı Abdülbaki Gölpınarlı’nın Üsküdar’daki evi oldu. Geçtiğimiz perşembe günü Gölpınarlı’nın evine giren koleksiyon hırsızları, önde gelen Türk hattatların imzalarını taşıyan 40 kadar levhayla beraber bir hayli eski obje, yağlıboya tablo ve binlerce tarihi fotoğraf çaldılar.

Soygun, şimdi Abdülbaki Gölpınarlı’nın ailesi tarafından kullanılan evde kimsenin bulunmadığı gündüz saatlerinde meydana geldi. Ahşap binanın Salacak sahiline bakan ön kapısını zorlayarak içeriye giren hırsızlar, Gölpınarlı’nın vefatından sonra minyatür bir müze şeklinde muhafaza edilen ikinci kattaki çalışma odasında bulunan herşeyi götürdüler. Hat levhalarının, tabloların ve fotoğrafların yanısıra, Abdülbaki Gölpınarlı tarafından kullanılmış olan ve bir camekán içerisinde saklanan kalemler, hat kamışları, ağızlıklar ve bir Mevlevi sikkesi de çalındı.

MUTLAKAKAYNAKSORUN

İşin daha da tuhaf olan tarafı, Futbol Federasyonu’nun eski başkanı Ata Aksu’nun aynı sokakta bulunan evinin de geçtiğimiz günlerde soyulması ve hırsızların bulunamamasıydı.

Polis, Abdülbaki Gölpınarlı’nın evini soyanları ve çalınan eşyaları şimdi her yerde arıyor ama bu soygun, sıradan bir hırsızlık olayının çok ötesinde bir önem taşıyor. Türkiye’de bugüne kadar yüzlerce, hatta binlerce sanat hırsızlığı olmuş, onbinlerce obje çalınmış, çalınanların bir kısmı sonradan bulunup sahiplerine iade edilmişti ama bir koleksiyonun "olduğu gibi götürülmesi"ne hiç şahit olunmamıştı. Önceki soygunlarda birkaç objenin birden çalındığı olmuş, hattá 1990’lı yıllarda Konya’daki Yusuf Ağa Kütüphanesi hadisesinde olduğu gibi soygun birkaç sene boyunca kimselere farkettirmeden devam etmiş ve yüz küsur elyazması eser yokolmuştu ama hiçbir soygunda bir koleksiyonun tamamı hedef alınmamıştı.

Gölpınarlı’nın koleksiyonunun talan edilmesi, işte bu bakımdan önemlidir ve bu soygun, profesyonel "koleksiyon hırsızları"nın artık Türkiye’de de faaliyete başladıklarını göstermektedir. Dolayısıyla artık sadece özel koleksiyonların bulunduğu evlerle antika ve sanat galerileri değil, en sıkı şekilde korunan müzeler de bundan böyle daha büyük bir tehdit altındadırlar, zira profesyonel sanat hırsızları şimdi bizde de işbaşındadır.

Ve, eski eser, özellikle de Osmanlı objelerine meraklı olanlarla galeri sahiplerine önemli bir hatırlatma: Bir malı satın almadan önce mutlaka menşeini sorun, nereden geldiğini öğrenin ve o malı kaynağının "temiz" olduğuna kanaat getirdikten sonra satın alın. Böyle davranmadığınız takdirde şaibeli objelere pazar imkánı yaratacağınızı ve kendi antikalarınızın akıbetinin de günün birinde Abdülbaki Hoca’nın koleksiyonunun başına gelenlerle aynı olabileceğini sakın unutmayın!

Herbiri birer servet olan elyazmalarını Mevláná Müzesi’ne bağışlamıştı

ABDÜLBAKİ Gölpınarlı, ihtisası gereği yaklaşık 70 yıl boyunca elyazması eserlerle haşır neşir olmuştu ve kendi kütüphanesindeki kitapların çoğu da elyazmasıydı.

Gölpınarlı’da bir kısmı dünyada tek nüsha olan bu elyazmalarının yanısıra Türk hat sanatının en önemli isimlerine ait çok sayıda levha da bulunuyordu. Abdülbaki Hoca, kütüphanesinin tamamının ve levhalarının kendi belirlediği büyük bir kısmının vefatından sonra Konya’ya, Mevláná Müzesi’ne verilmesini vasiyet etmiş, bağışladığı kitapların bilimsel kataloğunu da sağlığında hazırlamıştı.

Oğlu Yüksel Gölpınarlı, babasının vasiyetini Gölpınarlı’nın 25 Ağustos 1982’deki vefatından hemen sonra yerine getirdi, kütüphane ile hat koleksiyonunu Mevláná Müzesi’ne bağışladı ve bağışlanan hatların fotoğraflarıyla elyazmalarının kataloğu, Kültür Bakanlığı tarafından kitap olarak yayınlandı. Abdülbaki Hoca’nın, aralarında "Hacı Bektaş" ve "Otman Baba Viláyetnámesi" ile Hurufiler’in kutsal kitabı olan "Cávidannáme-i Dürr-i Yetim" gibi tek nüsha eserlerin bulunduğu yazmaları, şimdi Mevláná Müzesi’nin İhtisas Kitaplığı kısmında araştırmacılar tarafından kullanılıyor.

Abdülbaki Gölpınarlı’nın Üsküdar’daki evinden geçtiğimiz perşembe günü çalınan koleksiyon, Abdülbaki Hoca’nın Konya’ya göndermeyip evinde kalmasını arzu ettiği hat eserlerine oğlu Yüksel Gölpınarlı’nın daha sonra iláve ettiği diğer levhalardan meydana geliyordu.

GİDENLERİN BİR KISMI

Koleksiyon hırsızlarının götürdükleri objelerin bir kısmı, şunlar:

17. yüzyıl İran’ının Türk hattatı İmad-ı Hamevi’nin tezhipli bir "talik" levhası, Hulusi Efendi, Mustafa Halim Efendi ve Necmeddin Okyay gibi hattatların levhaları, "talik" yazının son büyük üstadı kabul edilen ve geçtiğimiz ay vefat eden Prof. Dr. Ali Alparslan’ın çok sayıda eseri, Abdülbaki Gölpınarlı’nın sikkeli bir Mevlevi şeyhi olarak göründüğü yağlıboya tablosu, Gölpınarlı’nın destarlı sikkesi, üzerlerinde duaların yazılı olduğu yüzük ve mühür gibi tarihi tarikat objeleri, içerisinde eski álimlerle tarihi mekánların ve şimdi várolmayan mezartaşlarının resimlerinin yeraldığı yaklaşık iki bin parçalık bilimsel fotoğraf koleksiyonu ve Türk Müziği’nin önde gelen Mevlevi bestecilerinden Hüseyin Fahreddin Dede ile Atatürk döneminin Diyanet İşleri Reisi Prof. Şerefeddin Yaltkaya’nın büyük boy resimleri.

Gölpınarlı’nın hatıra kitabını Bir Türk üniversitesi değil, Amerika’nın Harvard’ı yayınladı

"ŞARKİYAT"ın, yani doğu bilimlerinin son büyük álimi kabul edilen Abdülbaki Gölpınarlı, İstanbul’da 1900 yılında doğdu. İsmail Saib Efendi, Tikveşli Yusuf Efendi ve Ferid Kam gibi devrinin en büyük üstadlarına devam etti. Muallim Mektebi’nden sonra İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ni bitirdi. Mezuniyet tezi olan "Melámilik ve Melámiler" isimli eseriyle Yunus Emre’yi konu alan doktora tezi, yayınlanmalarının üzerinden geçen 75 seneden buyana, kendi alanlarında hálá tek kaynak olma özelliğini muhafaza ediyor.

Kurtuluş Savaşı yıllarında Anadolu’ya geçerek liselerde ders veren, daha sonra üniversitelerde edebiyat ve tasavvuf tarihi okutan ve çok sayıda eser kaleme alan Abdülbaki Gölpınarlı, yayınladığı yüzden fazla kitap ve binlerce makaleyle bütün dünyada "şarkiyat" biliminin son büyük otoritesi kabul edilmiş, bu arada Hazreti Mevláná’nın bütün eserlerini Türkçe’ye kazandırmış ve Hasan Áli Yücel’in Milli Eğitim Bakanlığı döneminden itibaren, çok sayıda Şark Klasiği’ni de dilimize çevirmişti.

Abdülbaki Gölpınarlı 25 Ağustos 1982’de, geçtiğimiz perşembe günü koleksiyon hırsızları tarafından yağmalanan evinde vefat etti ve Üsküdar’daki Seyyid Ahmed Deresi Kabristanı’na defnedildi. Üniversitelerin, önemli bilim adamlarının hatıralarına bir "armağan kitabı" çıkartmaları geleneği sonraki senelerde Abdülbaki Gölpınarlı için de uygulandı ama "Gölpınarlı Armağanı"nı bir Türk üniversitesi değil, Amerika’da bulunan Harvard Üniversitesi yayınladı.
Yazının Devamını Oku

Sauna yokken kurulan hamam çetesini iki ayda tepelemiştik

26 Şubat 2006
Ankara’da ortaya çıkartılan "sauna çetesi", bana bundan 276 sene önce Bayezid’deki bir hamamda örgütlenen ve işi ihtilále kadar götüren ilk devlet çetemizi, Patrona Halil’in kurduğu çeteyi hatırlattı. Devrin şartları yüzünden örgütlenmenin önüne ilk zamanlarda geçemeyen, hatta çetenin Lále Devri’nin hükümdarı Üçüncü Ahmed’i 1730’da devirerek iktidarı elde etmesine bile gözyummak zorunda kalan devlet, gücünü topladığı anda çetecileri birkaç saat içerisinde tepelemiş, Patrona Halil ile arkadaşlarını saray muhafızlarına parçalatmıştı.

GÜNLERDİR, Ankara’daki "sauna çetesi"ni konuşuyoruz. "Sauna", málumunuz, hamamın modernleşip Avrupai hale gelmiş şeklidir. Buhar odası göbek taşımız, havuz da camekánlı oda ve soğukluk niyetine kullanılır.

Hamamın devlet içerisindeki rolü, bizde oldukça eskilere gider. Meselá, Yıldırım Bayezid’in 1402’deki Ankara Savaşı’nda Timur’a mağlup olması üzerine hükümdarın oğulları arasındaki iktidar mücadelesinin yarattığı ve 11 sene boyunca yaşadığımız karmaşa yılları, yani tarihlere "Fetret Devri" diye geçen dönem, hamamlarda noktalanmıştır. Yıldırım Bayezid’den sonra iktidarı bir müddet ellerinde tutan oğulları Emir Süleyman ile İsa Çelebi, diğer kardeşleri tarafından bir türlü vazgeçemedikleri hamam meraklarından istifade edilerek ortadan kaldırılmış, her ikisi de hamam sefası sırasında yapılan baskınlarla canlarından olmuşlardır.

Ankara’daki sauna çetesi, bana hamamlarımızın tarihteki yerini ve bundan 276 sene önce ortaya çıkan, devleti ele geçirecek derecede büyüyen ve güç belá tepelenen ilk hamam çetemizi hatırlattı: Lale Devri’ne ve İstanbul’un eski zarafetine nihayet veren 1730’daki meşhur ayaklanmanın lideri Patrona Halil’in çetesini...

HAMAMCILAR SARAYA

Tahtta Üçüncü Ahmed, sadaret yani başbakanlık makamında da hükümdarın damadı Nevşehirli İbrahim Paşa vardı. Devlet, uzun süren savaşlardan artık bıkmış, huzur arıyordu. Üçüncü Ahmed ile İbrahim Paşa, huzuru zevke ve safaya dalmakta buldular.

İstanbul’da geniş bir imar ve inşaat faaliyetine girişildi. Şehrin dört bir yanında yeni saraylar yükseliyor, ismi o zamanlar Sádábád olan bugünün Káğıthane’sinde sıra sıra köşkler inşa ettiriliyor, planları Fransa’da çizdirilen bahçelerde hemen her gece birbirinden şık eğlenceler tertip ediliyor, binbirgece masalları yaşanıyordu. Zamanın sosyetesini bir lále merakıdır sarmıştı. Hollanda’dan getirtilen lále soğanlarına keselerle altın ödeniyor ve bahçeler bu lálelerle bezeniyordu. Tarihçi Ahmed Refik, 20. asrın başlarında o yıllardan "Lále Devri" diye bahsedecek ve bu söz artık tarihlere geçecekti.

Devletin tepesinde 1718’de başlayan tatlı hayat, tam 12 sene devam etti. İş sadece eğlencede kalmadı, kültür hayatında ve sanayide de hamleler yapıldı. 1727 Temmuz’unda saraydan izin alan İbrahim Müteferrika, Türkiye’de Türkçe kitap basan ilk matbaayı kurdu, ardarda dokuma ve çini fabrikaları açıldı ama ekonomi bozuldukça bozuluyordu. Vergiler arttırılmıştı fakat halkta vergiyi ödeyecek güç kalmamış, işsizlik başta İstanbul ve Anadolu olmak üzere imparatorluğun dört bir yanını sarmıştı. Eğlenceler devam ederken sıkıntılar ve homurdanmalar da giderek arttı ve 1730 sonbaharında patlama noktasına geldi.

Derken, ortaya vaktiyle "patrona" denen bir amiral gemisinde askerlik ettiği için bu isimle bilinen Halil adında bir hamam tellákı çıktı. O günlerde Bayezid’den Aksaray’a inen ana caddenin sağında kalan büyük hamamda telláklık yapan Halil, etrafına topladığı çok sayıda işsizle beraber isyan etti. İsyancılara yeniçeriler de katıldılar, zindanlardaki mahkûmlar salıverildi ve şehirde bir anda bir yağma histerisi başladı.

BİRKAÇ SAAT SÜRDÜ

Patrona Halil ile yandaşlarının sarayın kapılarına dayanması üzerine Üçüncü Ahmed ortalığı sakinleştirebilmek için başta damadı İbrahim Paşa olmak üzere önde gelen bazı devlet adamlarını idam ettirdi ve cenazelerini, öküz arabalarına koydurup ásilere verdi. Paşa’nın cesedi sokaklarda sürüklendi, hattá "Yahu, adam meğerse sünnetsizmiş" diye söylentiler bile çıktı ve isyanın daha da büyümesi, padişahın tahtından indirilmesiyle sağlanabildi.

Topkapı Sarayı’nda bir odaya hapsedilen Üçüncü Ahmed’in yerini Birinci Mahmud aldı. Yeni padişah, isyancıların Káğıthane’de inşa edilen ve "Sádábád Köşkleri" diye bilinen 120 kadar binayı yakmaya kalkışmalarına güçlükle engel olabildi ve "Yakmamalarını, sadece yıkmalarını" rica etti. Yağma tam üç gün sürdü, eski debdebeden tek bir eser bile kalmadı, hızlarını alamayan ásiler küçük fabrikalarla imaláthaneleri bile yağmaladılar ve matbaanın bir kısmını da tahrip ettiler.

Şehirdeki terör iki ay boyunca devam etti, bu müddet zarfında devlete ásiler hákim oldu, hattá Patrona Halil, vaktiyle kendisine veresiye et veren Yanaki adındaki bir kasap çırağını vali tayin ettirecek derecede güç kazandı. Yeni hükümdar Birinci Mahmud, devleti bu hale getiren isyancıları ancak iki ay sonra ve kanlı bir şekilde ortadan kaldırabildi. Bir merasim bahanesiyle saraya davet edilen Patrona Halil ile adamları, saray muhafızları tarafından parça parça edildiler.

Devrin şartları yüzünden örgütlenmenin önüne ilk zamanlarda geçemeyen, hatta çetenin iktidarı elde etmesine bile gözyummak zorunda kalan devlet, gücünü topladığı anda çeteyi birkaç saat içerisinde tepelemişti.

Enver Paşa’nın Rusya’da bulup hanımına hediye ettiği zümrüt, mezata çıkıyor

İSTANBUL’
da, önümüzdeki pazar günü yapılacak olan müzayedede büyük bir aşkın son hatırası el değiştirecek ve son dönem Türk tarihinin çok önemli isimlerinden olan Enver Paşa’nın büyük aşkla bağlandığı eşi Naciye Sultan’a hediye ettiği zümrüt, yeni sahibini bulacak.

"Alifart" müzayede kuruluşu tarafından 5 Mart günü yapılacak müzayedede mezata konacak olan zümrütün maceralı ve hüzünlü bir öyküsü var.

Birinci Dünya Savaşı, bizim ve müttefiklerimizin yenilgisiyle sona ermiş, savaşa Almanya safında katılmamızın mimarlarından olan Enver Paşa, iktidardaki İttihad ve Terakki Partisi’nin ileri gelenleriyle beraber 1918’in 1 Kasım gecesi Türkiye’den ayrılmıştı.

DAHA 41 YAŞINDAYDI

Paşa’nın o zamana kadar gayet maceralı geçen hayatı, artık daha da maceralı olacaktı. Kafkasya’ya, oradan da Berlin’e gitti; "Turan İmparatorluğu" kurma hayaliyle Rusya’ya geçmeye çalıştı, sahte kimliklerle yaptığı bu yolculukların ilk ikisinde tutuklandı ama üçüncüsünde Moskova’ya ulaşmayı başardı. Sovyetler’den beklediği desteği göremeyince Buhara’ya geçti ve Ruslar’a karşı savaşan Özbekler’i teşkilátlandırmaya çalıştı. 1922’nin 4 Ağustos sabahı Ruslar’ın saldırısına uğradı. Çegan Tepesi’nde ön safta çarpışırken Rus kurşunlarıyla can verdiğinde henüz 41 yaşındaydı.

Bugün Tacikistan’ın sınırları içerisinde kalan Abıderya Köyü’ne defnedilen Paşa’nın mezarı, zamanla evliya türbesi haline geldi. Kemikleri ise, şehid düşmesinin 74. yıldönümünde Türkiye’ye getirildi, 5 Ağustos 1996’da yapılan devlet töreniyle İstanbul’daki Hüriyyet-i Ebediyye Tepesi’ndeki anıtmezara, diğer İttihadçı kader arkadaşlarının yanına defnedildi.

Paşa’nın Sultan Abdülmecid’in torunu olan hanımı Naciye Sultan, kocasının Türkiye’den ayrılmasından hemen sonra Almanya’ya gidecek, Enver Paşa büyük bir aşkla bağlı olduğu hanımına Rusya’dan ve Orta Asya’dan, tamamı yaklaşık 2 bin sayfa tutan hasret mektupları yazacaktı. Paşa, bu mektuplarda samimi ve coşkulu aşkını aksettirirken, sürgündeki siyasi ve askeri faaliyetlerini de gün gün ve ayrıntılarıyla anlatıyordu.

MOSKOVA MEKTUBU

Enver Paşa
işte bu mektuplarından birinde, 1921’in 22 Temmuz’unda Moskova’dan gönderdiği mektupta, bir taştan bahsediyordu. Moskova’da gördüğü bir taşın "arslanım" diye hitap ettiği hanımı Naciye Sultan’a láyık olduğuna inanmış, bütün parasızlığına rağmen taşı ne yapıp edip satın almış ve Berlin’de bulunan hanımına Alman istihbaratı vasıtasıyla göndermenin yolunu bulmuştu. Mektupta "Ruhum, bugün bir büyük taş gördüm, bunu Cici’me almak istedim fakat param yok. Yalnız, başka bir şekil buldum. Bu taşı alıp gönderiyorum. Cicim’in ufak, 11 kadar taşı vardı. Bunları sattırırsınız, sonra da bunun gibi ehemmiyetsizler var ise satılsın. ...Cidden, arslanıma láyık bir taş. Ara sıra böyle deliliklerime bakmazsın değil mi ruhum? ...Allah’a emanet ederim. Yavrularımı da öp. Enver’in" diyordu.

Bu ufak zümrüt, Enver Paşa’nın Naciye Sultan’a gönderdiği son hediyelerden biri olacaktı. Naciye Sultan, gurbette can veren kocasından kalan bu hüzünlü hatırayı bir montüre koydurarak yüzük olarak kullanacak, montür daha sonra zamanın modasına göre defalarca değiştirilecek ama taş hep aynı kalacak, Sultan’ın 1957’deki vefatından sonra várislerine intikal edecek, daha sonra yine el değiştirecek ve macerası Naciye Sultan’ın diğer birkaç parça mücevheriyle beraber önümüzdeki hafta yapılacak olan mezata kadar uzanacaktı.

İşte, Enver Paşa’nın son hatıralarından biri olan ve şimdi yeni sahibini bekleyen zümrütün hüzünlü öyküsü...
Yazının Devamını Oku

Padişahın yolunu kesip hakaret eden deliyi evliya zannetmiştik

19 Şubat 2006
Bir vatandaşın Başbakan Tayyip Erdoğan’a "Hangi yüzle geliyor buraya?" diye bağırması üzerine Başbakan’ın "Artistlik yapma lan. Hadi ananı al git buradan" demesi, bana devlet büyüklerinin eski devirlerde gördükleri eleştirileri hatırlattı.  Devlet adamlarına karşı son derece sert davranan hükümdar, kendisini eleştiren kişi halktan biri olunca eski bir geleneğe, "Halkın, hükümdarlara Allah’ın emaneti olduğu" tavsiyesine uyar, eleştirene dokunmaz ve hoşnutsuzluğun sebebini öğrenmeye çalışırdı. Ama, bu gibi hadiselerin ardından garip söylentiler çıktığı da olurdu. Meselá, Üçüncü Selim’in yolunu kesip "Seninle şeriat dávam var!" diye bağıran bir dervişin evliyalığına inanılmış, İkinci Mahmud’a "Gözün körolsun" diye bağıran bir kadın ániden kendi körolunca da bu defa "Padişah velilere karıştı" denmişti.

MUSTAFA Kemal Öncel isimli vatandaşın Başbakan Tayyip Erdoğan’a "Hangi yüzle geliyor buraya?" diye bağırması üzerine Başbakan’ın "Artistlik yapma lan" deyip hemen arkasından da "Hadi ananı al git buradan" demesini hepimiz yadırgadık, böyle sözlerin bir başbakana hiç yakışmadığını söyledik.

"Başbakan’a da böyle hitap edilmez ki" diye düşünenlerimiz de oldu ama geçmişten gelen bazı gerçekleri gözardı /images/100/0x0/55eb6626f018fbb8f8be9b43ettik: Sıradan insanların devlet büyüklerine vaktiyle istediklerini söylediklerini, üstelik eski devlet adamlarına çok daha ağır sözlerin edildiğini...

Padişahlar bir zamanların en kudretli kişileriydi ama onları da zaman zaman eleştirenler yahut yollarını kesip ağızlarına geleni söyleyenler çıkardı fakat o günlerle bugünler arasında bir fark vardı: Devlet adamlarına karşı gerektiğinde son derece sert olan hükümdar, icraatı ile ilgili olarak kendisini eleştiren kişi halktan biri olunca eski bir geleneğe, "Halkın, hükümdarlara Allah’ın emaneti olduğu" tavsiyesine uyar, kendisini alenen eleştirene dokunmaz, hatta işi duymazlığa getirir ama hoşnutsuzluğun sebebini de hemen öğrenmeye çalışırdı.

İşte, Osmanlı’nın son yüzyıllarında, sıradan insanların zamanın hükümdarlarına yaptıkları protestolardan birkaç örnek:

TIMARHANEYE AKIN

Üçüncü Selim, 1790’ların sonunda, cuma namazını kılmak için gittiği Mahmudpaşa Camii’nden çıkıp kalabalık /images/100/0x0/55eb6626f018fbb8f8be9b45maiyetiyle Topkapı Sarayı’na döndüğü sırada Cağaloğlu’nda esrardan ayakta duramayacak hále gelmiş olan Sabri isimli bir Bektaşi dervişiyle karşılaştı.

Derviş, hükümdarın yolunu keserek "Seninle şeriat dávam var!" diye bağırdı. Padişahın muhafızları adamı itip kakmaya başlayınca Üçüncü Selim müdahale edip dervişi bıraktırdı ve "Nedir dávan, söyle!" dedi. Derviş Sabri, padişaha "Böyle dava yol üzerinde görülmez. Allah’ın emrine razı isen, bir yer seç" diye gayet cesur bir cevap verince, padişah "Bu adamı vekilim olan sadrazama götürün" diye emretti.

Sadrazam dervişle konuşmaya başladı, daha ilk anda adamın deli olduğunu anladı, Sultanahmet’teki timarhaneye gönderdi ve asıl komiklikler işte bundan sonra başladı. Derviş Sabri timarhaneden birkaç defa kaçtı, her defasında yakalanıp geri getirildi ama bütün bunlar olup biterken şöhreti de gittikçe arttı, İstanbullular dervişin "keramet sahibi olduğunu" konuşmaya başladılar. Timarhane bir anda yüzlerce kişinin akınına uğradı. Gelenlerin bir kısmı Derviş Sabri’nin duasını almak istiyor, bir kısmı da büyü çözdürmeye çalışıyordu ve bu işten en fazla istifade edenler de, ziyaretçileri Derviş Sabri’nin yanına götürmek için yüklü miktarda para alan timarhanecilerdi.

Hadiseden bahseden Cábi Tarihi’nin yazdığına göre, Derviş Sabri bir müddet sonra timarhaneden tekrar kaçtı, bir gemiyle memleketi olan Rumeli tarafına geçti ve izini kaybettirdi.

GÖZÜ KÖR OLDU

Benzer bir hadise, Sultan İkinci Mahmud’un da başına gelmişti. 1810 Şubat’ında kılık değiştirmiş olarak Fatih semtinde dolaşan padişah, sokağın ortasında kendisine beddua edildiğini işitti. Halk, bir fırının önünde ekmek kuyruğuna girmişti ve izdiham yaşanıyordu. Bu sırada güç belá ekmek alabilen bir kadın fırından çıkarken "Padişahın gözü kör olsun. Şu ekmeği alıncaya kadar çektiğimiz eziyete bak!" diye haykırmıştı.

Hükümdar, adamlarına "Kadının sözlerinden ziyade, çektiği eziyete üzüldüm" dedi ve kadınla konuşup neden böyle beddua ettiğini öğrenmelerini istedi. Padişah gibi kılık değiştirmiş olan saray görevlileri kadının yanına yaklaşarak "Padişahımız n’eylesin? Bu çektiğiniz kendi suçunuzdur. Padişahın tarlası, öküzü, çifti yok ki ekip biçip, Allah’ın kullarına versin? Bunu siz Allah’tan bilin ve padişaha beddua etmeyin" dediler. Ekmek alabilmek için dünyanın eziyetini çekmiş olan kadın bu sözler üzerine iyice çileden çıktı ve padişahın adamlarına da bağırıp çağırmaya başladı.

İkinci Mahmud, olup bitenlere oldukça öfkelenmişti ama tahammül gösterip aldırış etmemiş gibi davrandı. Topkapı Sarayı’na döner dönmez, hemen Hazreti Muhammed’in hatıralarının muhafaza edildiği Hırka-i Şerif Odası’na giderek halkın refahının artması için Allah’a dua etti ve ertesi sabah, aleyhinde bağırıp çağıran kadına verilmesi için sarayın yüksek memurlarından olan Siláhdar Ağa ile 100 kuruş gönderdi. Ağa, fırına giderek bir gün önce atıp tutan kadının evinin nerede olduğunu sordu ama kadının ániden kör olduğunu öğrendi. Tarif edilen eve gidip kadını buldu ve hakikaten kör olduğunu görünce şaşkınlığı daha da arttı.

Hükümdara beddua eden kadının başına gelenler İstanbul’un bir anda her tarafında duyuldu. "Padişah hakkında kötü sözler sarfettiği için, sözleri Allah tarafından tersine döndürüldü" diye yorumlar yapıldı. Halk, İkinci Mahmud’un keramet gösterdiğine inanmaya başlarken, devlet görevlileri arasında da padişahın "veli olduğu" söylentileri yayıldı.

TRT’ciler! Suçu kapınızın önüne sidik dökenlerde arayın ve bana sataşmaktan vazgeçin

BASINDA kendisiyle ilgili olarak çıkan bir haber hakkında açıklama yapmak, haberde yanlış bilgi veriliyorsa düzeltmek ve işin aslını ortaya koymak, her kurumun ve kişinin hakkıdır. Ama bu hak kullanılırken üste çıkmaya çalışır ve bu işi amatörce yaparsanız komik olursunuz.

TRT’nin önceki gün bana gönderdiği açıklamada olduğu gibi.

Hadise şu: TRT İstanbul Radyosu’nda görevli bir korist hanım, radyoevinin girişindeki merdivenlere "idrar, insan pisliği ve bilinmeyen bir madde" dolu bir şişeyi boşaltırken görülmüş, daha sonra stüdyoda prova yapan koronun önünde bir başka sanatçıyla bu şişe meselesi yüzünden birbirine girmiş, radyo karışmış ve zabıt tutulmuştu. İşin, "büyü maksadıyla" yapıldığı söyleniyordu.

Ben hadiseyi hemen öğrendim, yazdım, haber cuma günkü Hürriyet’te manşetten kullanıldı ve o akşam TRT Genel Sekreterliği’nden hem bana, hem de gazeteye bir açıklama fakslandı.

ANLAYIŞA BAKIN!

Açıklamada olayın "kişiler arasında yaşandığı", "haberin yayınlanmasının TRT’nin saygınlığına gölge düşürdüğü" ve "TRT’deki münferit olayların son zamanlarda abartıldığı" iddia ediliyor, sonra bu yayınların "manidar" ve "dedikodu nitelikli" oldukları iddia ediliyordu. Böyle haberleri yayınlamak, TRT’ye göre üstelik "sorumlu habercilik" ile de bağdaşmıyordu.

Herkesin gözü önünde yaşanmış ve soruşturma konusu olmuş olaylar, bu mantığa göre "dedikodu" idi ve yayınlanmalarında da ard niyet vardı!

Bu mantığa göre, bir yönetici Pavarotti çalarken "Kapatın lan şu gávur müziğini" diye bağıracak ama "Aman kurumun saygınlığına gölge düşmesin" diye yazmayacaksınız; birisi kalkıp radyonun kapısının önüne sidik ve insan pisliği boşaltacak ve "Aman, dedikodu olmasın" diye meseleyi örtbas edeceksiniz ve bunun adı da "TRT standartlarına göre gazetecilik" olacak. Destuuuur!

CADIAVINDAN VAZGEÇİN

TRT yöneticilerine "basın açıklaması" kavramının ciddi bir iş olduğunu ve zevahiri kurtarmak için ahkám kesmek anlamına gelmediğini söyledikten sonra, sidikli büyü haberini yazdığım için iki günden buyana İstanbul Radyosu’nda gıyabımda veryansın eden málum kişilere de küçük bir hatırlatmam var:

Bana láf edeceğiniz yerde, kapınızın önüne sidik dökerek sizleri küçük düşürenlerden hesap sorun; o kadar kişinin önünde yaşanmış sidikli hadiseyi bana kimin "sızdırdığını" bulabilmek için cadı avına çıkmayı bırakın ve benim gazeteci olduğumu hatırlayın, sonra "musiki" adı altında yaptığınız dinlenmez garabete oturup gözyaşı dökün ve en önemlisi, geçmişteki bazı maceralarınız uğruna kahraman kesilip benim için iki günden buyana sarfettiğiniz sözleri etmekten vazgeçin ve ağzımı açtırmayın. Haftalık solo program sayılarında son zamanlarda yapılan arttırmalardan yahut sicil meselelerinden falan bahsedersem, ortalık daha da karışır!
Yazının Devamını Oku

Donizetti Paşa'ya askeri bando yok

13 Şubat 2006
İlk Türk askeri bandosunun kurucusu ve Türkiye'nin ilk milli marşının bestecisi olan İtalyan Giuseppe Donizetti (Donizetti Paşa), ölümünün 150. yılında bir törenle anıldı. Anma töreni için Birinci Ordu'dan bando istendiği, ama kabul edilmediği belirtildi. İstanbul Beyoğlu'ndaki Saint-Esprit Katedrali'nde yapılan anma töreninde Türkiye’nin ilk milli marşı, 88 yıl sonra ilk defa çalındı ve ayakta dinlendi. Türkiye’yi 19. asırda Batı Müziği ile tanıştıran ve ilk Türk askeri bandosunun kurucusu olan İtalyan besteci Giuseppe Donizetti için, ölümünün 150. yıldönümü münasebetiyle İstanbul’daki Saint-Esprit (Kutsal Ruh) Katedrali’nde dün bir anma töreni düzenlendi ve bestecinin katedralin bodrumundaki mezarının başında küçük bir áyin yapıldı. Donizetti’nin 1820’lerin sonunda zamanın hükümdarı İkinci Mahmud için bestelediği ve Türkiye’nin ilk milli marşı olan "Mahmudiye Marşı" da, törende kilisenin orguyla icra edildi ve cemaat tarafından ayakta dinlendi.

İstanbul’daki İtalyan Kültür Merkezi ile Vatikan’ın İstanbul Temsilciliği’nin beraberce hazırladıkları anma töreni için Vatikan Büyükelçisi Başpiskopos Antonio Lucibello ile Türkiye’deki İtalyan kolonisinin bazı mensupları, dün Saint-Esprit Katedrali’nde bir araya geldiler. Vatikan’ın İstanbul Temsilcisi Monsenyör George Marovitch, toplantının Donizetti’nin eseri olan Mahmudiye Marşı ile başlayacağını duyurdu ve "Marş, bando gelmediği için kilisemizin orguyla çalınacak. Bu eser Türkiye’nin ilk milli marşıdır, dolayısıyla ayakta dinleyeceğiz" dedi. Cemaat, organist rahip Guiseppe Gondolpho tarafından katedralin orguyla icra edilen Mahmudiye Marşı’nı ayakta dinledi.

BODRUMDAKİ MEZARA ZİYARET

İtalyan kolonisinin Osmanlı İmparatorluğu döneminden bu yana Türkiye’yi "ikinci vatanları" olarak kabul ettikleri /images/100/0x0/55ea1bbef018fbb8f86bbe4cgörüşünün vurgulandığı konuşmalardan sonra, Giuseppe Donizetti’nin katedralin bodrumundaki mezarı ziyaret edildi. Vatikan Büyükelçisi Başpiskopos Antonio Lucibello, mezarın başında cemaatle beraber dua etti ve kabire kutsal su serpti.

İlk milli marşımız orgla icra edildi

Osmanlı hükümdarı İkinci Mahmud tarafından 1828’de İstanbul’a davet edilen, 28 yıl boyunca Osmanlı Devleti’nin hizmetinde çalışan ve hükümdarın kurduğu "Asákir-i Mansure-i Muhammediye" isimli modern ordunun bando teşkilátını oluşturan Donizetti, İkinci Mahmud’un ölümünden sonra tahta çıkan oğlu Sultan Abdülmecid’e de hizmet etmiş ve "paşa" unvanını almıştı. 28 yıl boyunca İstanbul’da kalan ve 12 Şubat 1856’da Beyoğlu’ndaki konağında ölen müzisyen, 6 Mart 1856 günü Saint Esprit Katedrali’nin bodrumuna defnedilmişti.

Dün yapılan tören için önceki hafta Dışişleri Bakanlığı’na başvuran Vatikan’ın İstanbul Temsilciliği, Donizetti’nin Türkiye’deki ilk askeri bandoların kurucusu olduğunu söyleyek Birinci Ordu’nun törene küçük de olsa bir bando takımıyla katılmasının sağlanması talebinde bulunmuş ancak istek kabul edilmemişti. Katedralde dün düzenlenen törende bando gelmediği için orgla icra edilen ve ayakta dinlenen Donizetti’ye ait Mahmudiye Marşı ise, son defa bundan 88 yıl önce, 31 Temmuz 1918 Cumartesi günü son padişah Vahideddin’in Topkapı Sarayı’nda düzenlenen tahta geçme merasiminde çalınmıştı.
Yazının Devamını Oku

Avrupa papazları eskiden kendisi öldürtür, faturasını bize çıkartırdı

12 Şubat 2006
Papazların canlarına kıyılması hadisesi bizde pek yeni bir iş değildir. Özellikle son iki asırdan buyana Türkiye’yi sıkıntıya sokmak yahut Avrupa karşısında zor duruma düşürmek ve Batı’nın müdahalesini sağlamak isteyen çevreler, zaman zaman papazları katledip ortalığı gayet güzel karıştırmayı becermişlerdir.

İşte, geçmişte yaşadığımız bu şekildeki bazı tatsızlıklardan birkaç örnek: Yunanistan’a karşı zafer kazanan ordumuzun bir papazın öldürülmesi bahanesiyle geri çekilmeye zorlanmasının ve kendi rızalarıyla Müslüman olan papazlar yüzünden başımıza gelenlerin kısa öyküsü...

KATOLİK rahip Andrea Santoro’nun Trabzon’da katledilmesiyle başlayan karmaşa ve tartışma, daha uzun müddet devam edeceğe benziyor.

Papazların canlarına kıyılması hadisesi bizde pek yeni bir iş değildi. Özellikle son iki asırdan buyana Türkiye’yi sıkıntıya sokmak yahut Avrupa karşısında zor duruma düşürmek ve Batı’nın müdahalesini sağlamak isteyen çevreler, zaman zaman papazları katledip ortalığı gayet güzel karıştırmayı becermişlerdi.

Bu çevrelerin işi geçmişte papazların canını almaktan medet ummaya kadar vardırmalarının sebebi, batılı güçlerin o devirde din konusunda oynadıkları roller, siyasi maksatlarla dinden medet ummaları ve dini ortalığı karıştırma vasıtası olarak kullanmalarıydı. Özellikle Fransa’nın Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Katolikler’in, Rusya’nın da Ortodokslar’ın "hámisi" rolüne soyunmaları üzerine ayrılıkçı unsurlar bu ülkelerin dikkatini çekip müdahalelerini sağlayabilmek için denedikleri türlü türlü yolun yanısıra papazların canına da kasdetmişler, suçu daha sonra Türk yönetiminin üzerine atmışlar, defalarca işlenen böyle cinayetlerle ortalık birbirine girmiş ve neticede suçlu taraf hep biz olmuştuk.

Yazının Devamını Oku

Son halifenin kızı öldü

9 Şubat 2006
Son Halife Abdülmecid Efendi’nin güzelliğiyle meşhur kızı ve Osmanlı padişahlarıyla halifelerinin soyundan gelen ilk nesilden hayattaki son kişi olan Dürrüşehvar Sultan, önceki gece Londra’da 92 yaşında vefat etti. 1931 yılında dünyanın en zengin hükümdarı Haydarabad Nizamı’nın oğlu ile evlenen ve "Berar Prensesi" unvanını alan Dürrüşehvar Sultan, bugün Londra’daki Brookwook Müslüman Mezarlığı’nda toprağa verilecek./images/100/0x0/55eb00cbf018fbb8f8a4ab43

Osmanlı Padişahı Sultan Abdülaziz’in torunu ve son Halife Abdülmecid Efendi’nin, adı "şahlara mahsus inci" anlamına gelen, güzelliğiyle meşhur kızı ve Osmanoğlu ailesinin en yaşlı prensesi Dürrüşehvar Sultan, önceki gece Londra’da vefat etti. Osmanlı padişahlarının ve halifelerin soyundan gelen ilk nesilden hayatta bulunan son kişi olan Dürrüşehvar Sultan, 92 yaşındaydı.

1914 Şubat’ında babasının Çamlıca’daki köşkünde dünyaya gelen ve çocukluğu Dolmabahçe Sarayı’nda geçen Dürrüşehvar Sultan, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin 5 Mart 1924’te hiláfetin kaldırılması ve Osmanlı Hanedanı’nın sınırdışı edilmesi kanununu kabul etmesinden birkaç saat sonra, hemen o gece ailesiyle beraber Türkiye sınırları dışına çıkartıldı. Bir süre İsviçre’de yaşayan aile, daha sonra Güney Fransa’nın Nice kentine yerleşti.

İNÖNÜ’YÜ ZİYARET ETTİ

Nice’de 1931 Kasımı’nda "Nizam" unvanını taşıyan ve o yıllarda dünyanın en zengin hükümdarı olan Haydarabad Mihracesi’nin oğlu Ázam Cah ile evlenen ve "Berar Prensesi" unvanını alan Dürrüşehvar Sultan, aynı yılın aralık ayında yapılan büyük düğünden sonra Hindistan’a, Haydarabad’a gitti. Bu evlilikten hálen "Haydarabad Nizamı" olan Bereket Cah ile Keramet Cah’ı dünyaya getiren Dürrüşehvar Sultan, sonraki yıllarda Londra’ya yerleşti.

1944 Mayısı’nda Paris’te vefat eden babası Halife Abdülmecid Efendi’nin cenazesini Türkiye’ye defnedebilmek için büyük çaba gösteren Dürrüşehvar Sultan, Osmanlı Hanedanı’na mensup kişilerin Türkiye’ye girişinin yasak olduğu yıllarda "Berar Prensesi" unvanıyla ve İngiliz pasaportuyla defalarca Türkiye’ye gelmişti. Dürrüşehvar Sultan, zamanın Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’yü Çankaya Köşkü’nde ziyaret etmiş, ancak defin izni alamamış, çabasını Demokrat Parti döneminde de sürdürmüş, ama yine bir sonuç elde edemeyince, Son Halife’nin cenazesi 1954’te Suudi Arabistan’a götürülmüş ve Medine’de toprağa verilmişti.

İstanbul’da bulunduğu yıllarda güzelliğiyle, özellikle de renkli iri gözleriyle halk tarafından çok sevilen Dürrüşehvar Sultan, aynı zamanda önemli bir ressam olan babası Halife Abdülmecid Efendi’ye de ilham vermiş ve Halife, kızının bir kısmı bugün Dolmabahçe Sarayı’nda teşhir edilen çok sayıda tablosunu yapmıştı.

Son Halife Abdülmecid Efendi’nin oğlu Şehzade Ömer Faruk Efendi’nin kızkardeşi, Neslişah, Hanzade ve Neclá sultanların da halası olan Dürrüşehvar Sultan, yarın Londra Camii’nde kılınacak cenaze namazından sonra Brookwook Müslüman Mezarlığı’nda, annesi Mehisti Kadınefendi’nin yanında toprağa verilecek.

Sürgüne giderken hatıra olarak bir çakıltaşı aldı

Son Halife Abdülmecid Efendi’nin kızı Dürrüşehvar Sultan, hatıralarını Haydarabad’da 1947 yılında yayınladığı ve bugün son derece nadir olan "Doğan" isimli bir kitapta toplamıştı.

1924 sürgününden önce İstanbul’da yaşadığı sırada tam adı ve unvanı "Devletlu ismetlu Hatice Hayriye Ayşe Dürrüşehvar Sultan Aliyyetü’ş-şan Hazretleri" olan Dürrüşehvar Sultan, 1924’ün 5 Mart akşamı ailesiyle beraber Türkiye’den sınırdışı edildiği sıradaki duygularını, kitabında şöyle anlatıyordu:

"Nereye gidiyorduk? Belki onulmaz bir felákete, belki de gurbette geçecek olan cefákár, elemli günlere doğru... Bu áni darbe ile bütün ümidlerim kırılmış ve saadetin parlak ışıkları sönmüştü.

Karanlık bir köşeye çekilerek o feláketli günlerin hatıralarını gözyaşlarımla silmeye çalıştım. Arkamızda yedi asırdan beri hüküm süren Osmanlı ailesinin sönmüş ocağını ve Türk Tarihi’ni şanla dolduran dáhilerin tahtını sahipsiz bırakarak ecdadımızın sevgili yurduna veda ettik.

Memleketten son bir hatıra olmak üzere, yerden bir çakıltaşı aldım. Gurbetteki ilk gecemi uykusuz kalarak, hayatımızın güzel zamanlarını düşünerek geçirdim..."
Yazının Devamını Oku