Mümtaz Soysal

Teknoloji ve teknokrasi

22 Temmuz 2001
<B>KONU,</B> hayli teknik ve karışık; ama yaşamsal bir sorunla, savunma sanayii teknolojisiyle ilgili: Türkiye, savaş helikopterlerinde kendi sanayiini geliştirmeye çabalıyor; yalnız seçilen tiplerin yapımını yabancı patentle burada tamamlayıp o teknolojiyi öğrenmeye çalışarak değil, araçların elektronik donanımında da kendi teknolojisini yaratarak. Ama, kolay değil; binbir güçlüğü aşmak gerekiyor.

Son örnek, King Cobra helikopterinin hedefe kilitlenme de dahil en önemli elektronik donanımını kapsayan ‘‘görev bilgisayarı’’ konusunda ABD ile yaşanan sorun: Helikopterin beyni sayılan bu donanımda Aselsan, Tübitak ve başka kurumların katkısıyla yerli teknoloji geliştirmek gündeme getirilince, ABD'nin kurallarına takılıp kalındı. Son üç ayda üç kez değiştirilen bu kurallar, Amerikan patentli savaş araçlarına yabancı donanım eklenmesini yasaklıyor. Bu yüzden ortaya çıkacak aksamalarla asıl aracın ünü zedelenir diye düşünülmekte.

Helikopter ihalesinde ve buna benzer F-16 gibi konularda yaşanan sorunlar saymakla bitmiyor. Yabancı teknolojili araçların satıcılarca benimsenmeyen amaçlar için kullanılmasındaki engeller de işin cabası.

Savunma sanayiini geliştirip kendi teknolojimizi yaratmaktan başka çare kalmamıştır.

Tam 340 sayfalık bir kitap. Kapağına yeşil zemin üzerinde olanca güzellikleriyle açmış sarı-beyaz papatyaların konduğunu görünce aşk romanı sanabilirsiniz. Oysa, bu ülkede bir ‘‘bilim ve teknoloji kültürü’’ yaratma aşkıyla yanıp tutuşanların kitabı.

İmmünoloji doçenti Şükran Şahin'in yayına hazırladığı kitap, yine onun başkanlık ettiği Bilim-Teknoloji Politikaları Derneği'nce Antalya'da düzenlenen Kasım 2000 toplantısının bildirilerini, tartışmalarını ve sonuç bildirgesini içermekte. Ar-Ge'ye, yani araştırma ve geliştirme çalışmalarına ulusal gelirden Japonya'nın yüzde 3.06, ABD'nin 2.84 ve Avrupa Birliği'nin 2.38 pay ayırmasına karşılık, Türkiye'deki oranın yüzde 0.49 olduğunu öğrenip üzüldükten sonra, sonuç bildirgesinde şu satırları okuyorsunuz: ‘‘Ar-Ge düzeyinin yükselmesi, her şeyden önce, Türkiye'nin vasıfsız insangücü ülkesi olmaktan çıkarılmasına ve nitelikli insangücünün artırılmasına bağlıdır.’’

Arkadan,
şu günlerin ‘‘teknokratlar hükümeti’’ tartışmasına gelmemek olur mu?

Elbette tartışmada kastedilen teknokratlar, Antalya'da sözü edilen teknolojilerin insanları değil. Şimdi Türkiye'yi yönetmesi istenenler, daha çok ekonomi, dış ticaret, para-banka gibi alanların uzmanları, hatta özel kesimin kodamanları. ‘‘Dümene onlar geçsin’’ deniyor.

‘‘Serdümenliği zaten onlar yapmıyor mu?’’ sorusu bir yana, asıl unutulmaması gereken nokta, sorumlu kaptanın şimdiki iktidar, kılavuzun da IMF olması değil mi? Onların dümen teslim edecekleriyle nereye varılır?

Türkiye, bu oyalanışlara gitmeden de, eğer son iki krizi önceden haber veren ve ‘‘yapmayın etmeyin, sonuç kötü olacak’’ diyen ‘‘Bağımsız Sosyal Bilimciler-İktisat Grubu’’ gibi nitelikli on-on beş insanını dinleseydi bu durumlara düşer miydi?
Yazının Devamını Oku

İfestos

18 Temmuz 2001
Şu günler, geçmişteki bazı yılları, ayları ve haftaları anımsayıp bugüne ve geleceğe yeniden bakmanın günleridir. <br> Şu günler, yani Kıbrıs'taki Samson darbesinin yapıldığı 15 Temmuz 1974 ile 20 Temmuz çıkarma harekátının yıldönümü günleri. O günlerde yaşananlar olmasaydı Kıbrıs'taki Türk halkını nasıl bir akıbetin beklemekte olacağını düşünmek bile tüyler ürperticidir.

Akıbet, sonradan moda olan deyimle, korkunç bir ‘‘etnik temizlik’’ planının sonuna kadar uygulanmasıydı.

Kıbrıs'ın yakın tarihinde ‘‘plan’’ denince çoğu zaman akla gelen, 1963 Noel'indeki katliama yönelik olarak İçişleri Bakanı Yorgacis'in hazırladığı Akritas Planı'dır. Oysa, 1974 olaylarının hemen öncesinde tamamlanıp kısmen yürürlüğe konan bir başka plan var ki, çok daha köklü ve sistemli bir etnik temizlik niyetinin belirtisidir.

Çıkarma Harekátı sırasında Türk kuvvetlerinin eline geçen ve 1977'de ancak bir kısmı çevirilip yayınlanan ‘‘İfestos’’ (Yanardağ) adlı bu plan, daktiloyla yazılıp dosyalanmış binlerce sayfadan, yığınla harita ve ‘‘temizlik tarifnamesi’’nden oluşan bir eylem programıydı. Bölge bölge, köy köy, nereden sonra nerenin nasıl ‘‘temizleneceğini’’ gösteren.

Örneğin ‘‘Girne Üçüncü Yüksek Askeri Komutanlığı’’nın 18 Nisan 1974 tarihli ve 210/12/76 numaralı dosyasına göre, 251. Piyade Bölüğü'nce kentin batısından, Hilarion Kalesi'nin dibindeki Templos, yani şimdiki adıyla Zeytinlik Köyü'nden başlatılacak temizlik Girne'nin Türk Mahallesi'nden sonra Boğaz'dan geçerek Kirni (Pınarbaşı) ve Fotta (Ağırdağ)'da sürdürülecekti.

Önemli olan, temizliğin Muhafız Ordusu, polis ve sivil ahalinin katılımıyla gerçekleştirilmesiydi. Bunun için de, 1973 Ağustos'undan itibaren Yunanlı ve Rum personel ile birlikler, tam bir gizlilik içinde, ‘‘kitlesel imha’’ konusunda ‘‘psikolojik eğitim’’den geçirilmiş ve planın yürürlüğe konması için bütün hazırlıklar 10 Haziran 1974'te tamamlanmıştı.

Parlak meslek çizgisini Londra'da sürdürmekte olan Büyükelçi Korkmaz Haktanır bu bilgileri aktardığı son bir yazısında, Güney Kıbrıs'ın genç kuşaklarına seslenerek, ‘‘Liderleriniz darbenin yıldönümünde pek söz etmeyebilirler size bunlardan’’ diyor.

Gerçekten de, Kıbrıs Rumları'nı hálá yönetmekte olanların başlıca çabaları hep şu olagelmiştir: Adadaki sorunu ‘‘Türk istila’’sıyla başlatmak ve olsa olsa ‘‘buna sebep olduğu için’’ Samson darbesini kötülemek.

Sanki daha öncesi yokmuş gibi.

Onların 1974 öncesini unutturmaya çalışmalarını kendi açılarından anlamak mümkündür de, ada Türklerinden bir bölümünün o İfestos'lu geçmişi unutup bugünkü beceriksizliklere, sıkıntılara, zorluklara gösterdikleri tepkiyi ‘‘Türkiye adadan çekilsin!’’ raddesine vardırmalarını anlamak kolay değildir. Şimdi hiç olmazsa ‘‘temizlenmiş’’ değildirler ve beceriksizlikleri, sıkıntıları, zorlukları kendi elleriyle gidermek için ada yüzeyinde vardırlar.
Yazının Devamını Oku

Türk'ün aklı

15 Temmuz 2001
<B>TUHAF </B>değil mi, <B>‘‘Türk'ün aklı sonradan gelir’’ </B>sözünün mucidi de Türklerdir, kullanıcısı da. Madem öyle, sormaz mısınız, aklının sonradan geleceğini bilen, aklın önceden gelmesi için çare aramaz mı? Atasözünden ‘‘Türk'ün aklı yoktur’’ diye bir sonuç çıkarmak herhalde yanlış olur. Akıl var da, kullanımının zamanlaması yanlış.

Öyleyse, o aklı, aklın öne çıkması için kullanmamaktan daha büyük ihmal ve israf olabilir mi?

Ne demektir aklın ne çıkarılması?

Sonradan pişman olmaktan ve ‘‘keşke şöyle yapsaydım’’ diye dövünmektense, yapılması gerekenleri iyi düşünmek, tasarlamak, sıraya koymak demek değil mi?

Yani, planlamak.

Yaşamın her aşamasında, kişisel ya da toplumsal.

Yine çok tuhaf ki, ulusal yaşamın en zor alanlarından birinde, ekonomik kalkınmada ve onun sanayi kurma aşamasında, henüz Sovyetler Birliği dışındaki dünya planlamanın ‘‘p’’sini bilmezken beşer yıllık sanayi programlarıyla kalkınmasını planlamaya kalkışan ilk ülke Türkiye olmuştur. Şimdi ‘‘tu kaka’’ edilen 1930'lu yılların bu alandaki akılcı yaklaşımlarını unutabilir misiniz?

Son yıllardaki başlıca başarısızlıkların gerisinde planlama kavramına burun kıvırmanın, onu gereksiz, hatta çağdışı saymanın etkisi mutlaka vardır.

En son başarısızlığı, İstanbul'u ‘‘olimpiyat kenti’’ yapma yolundaki son Moskova hezimetini alalım. Özal döneminde ortaya atılan düşünce, elbet saygıdeğer, yüce, coşturucu bir düşünceydi. Ama, kafaya böyle bir düşünce soktuktan sonra, aceleciliğe kapılmadan, belirli bir ‘‘hedef yıl’’ saptayıp çabaları ona göre planlamak, kaynak sorununun çözümü için yasayla elde edilen gelirleri, yalnız tesis yapımı için değil, özellikle olimpik alanlarda insan yetiştirme amaçları için kullanmak gerekmez miydi? Sporcusuz olimpiyat iddiası olur mu?

Her şeyden önce de, kendimizi tam hazırlıklı hissetmeden, zamansız hevesler peşinde propaganda, ağırlama ve gezi giderlerinden kaçınmak gerekirdi. Genel yetersizlik bir yana, Atina'nın hemen ardından yine adaylık iddiasıyla ortaya çıkmanın akla ve mantığa sığar bir yanı var mıydı?

Bodrum mendireğinin dışına, araya konmuş bir şat sayesinde kıçtan kara yanaşmış küçük bir Yunan gemisi beklemekte: John P.

Ege'nin karşı yakasındaki bir şirketle bir Türk turizm şirketi ortaklaşa iş kurmuş, Schengen vizesi engelini türlü çabalarla aşıp bizim kıyıyla adalar arasında 80 dolara günübirlik turist gezdirecekler. Programlar, her şey hazır.

Gelgelelim, ansızın bir yasa: Dışa çıkışlardan kişi başına 50 dolar alınacak. Özel girişimcilerin planlaması Ankara'dakilerin plansızlığı yüzünden suya düşüyor; insanlar 80 dolar yerine 130 dolar ödenecek bir geziden ister istemez vazgeçiyorlar. Turizmciler ise, hesaplarını karşılıklı gidiş gelişler üzerine yapmışlar. Şimdi hep birlikte soruyorlar: Mevsimin tam ortasında böyle bir yasayla günlük gezi planlarını bile yıkmak aklın alacağı bir iş midir?

Herhalde, yasayı yapanların aklı da yaptıklarının akla sığar bir iş olmadığını kabul edecektir. Ama, ters etkiler ortaya çıkınca, sonradan.
Yazının Devamını Oku

İngilizce bilmemek

11 Temmuz 2001
<B>ARTIK </B>Türkiye'yi iyiden iyiye yönetmeye başlamış olan IMF ne istiyordu da ne oldu? İtiraz, yönetim kurulu başkanlığı ile genel müdürlüğün aynı kişide birleştirilmesine miydi? Yoksa, o tek kişinin İngilizce bilmeyişine mi? İlk bakışta, ikisine birden itiraz ediliyor gibi gözükmekte idiyse de, nüans sayılabilecek olan bir nokta çok önemli.

Çünkü, itirazların birincisi pek öyle evrensel ve mutlak bir doğruya dayanıyor sayılmaz. Batılıların da pekálá bildikleri gibi, genel müdürlükle yönetim kurulu başkanlığının tek kişide birleşip birleşmemesi sermaye durumuna ve insanlara göre değişir. Bakarsınız, yönetim kurulu, siyasal nüfuz oyunları ve sermaye dağılımı dolayısıyla tutarsız bir tablo oluşturmuştur; temsil ettiği temel çıkarın sağlam savunucusu ve üstlendiği işin ehli bir genel müdür aynı zamanda yönetim kurulu başkanı olarak tablodaki dağınıklığı toparlayıp doğru hedefe yönlendirebilir. Dünyada olduğu gibi Türkiye'de de, özelde olduğu gibi kamuda da, her iki uygulamanın başarılı başarısız bir yığın örneği var.

Galiba, asıl itiraz, söz konusu tek kişinin İngilizce bilmiyor olmasınaydı.

Acaba o tek kişi tam ‘‘onların anladığı anlamda’’ İngilizce bilseydi, iki görevin onda birleşmesine bunca itiraz edilir miydi?

Ne demektir ‘‘onların anladığı anlamda’’ İngilizce bilmek?

Duyup okuduğunu anlayarak kendi meramını da sözle yazıya dökebilmek mi? Elbet iyi bir şeydir öylesi; kesinlikle yararlı da, ama yeterli değil. Artık, milyonlarca insan var böyle. Hatta, denebilir ki, dil bilmenin şu ya da bu konuyu doğru dürüst bilmenin önüne geçtiği bir ülkede, bülbül gibi yabancı dil şakıyıp da on para etmeyen insanlar doludur çevreniz.

Tersi de olabilir: Dil öğrenme fırsatı bulamadan yetişmiş, ama işini bilen ve seven, dil eksikliğini başka yollardan gideren, hele belirli bir sorumluluk düzeyine erişmişse tercüman ve mütercimler aracılığıyla o handikapı kolayca kapatan insanlar da var. Hatta, yabancıyla görüşürken, aşina olduğu, ama pek iyi bilmediği bir dili konuşmaktansa, çevirmenin varlığını ustaca kullanıp düşünme fırsatı bularak handikapı üstünlüğe dönüştürebilen ve bunu biraz da kendi diline saygının belirtisi sayan ünlü devlet adamları çoktur.

Dolayısıyla, belli bir amaç ya da çıkar peşinde olanların indinde bir dili ‘‘onların anladığı anlamda’’ bilmek, basit dil bilgisinden öteye bir şeydir.

İsterseniz, kısaca ‘‘onların dilinden konuşmak’’ diyebilirsiniz buna.

Telekom krizlerinin özde bir pazar kavgası olduğunu artık herkes biliyor. Dikkatler, şimdi bir masal olmuş olan özelleştirme gelirinden çok, kuruluşun yönetimine egemen olmak ve bir taşla birkaç kuş vurmak hedefine yönelmiştir. Konu, yalnızca tekel durumu zaten 2005 yılına kadar sürecek olan Türk Telekom'a o zaman 30 milyona varacak sabit abonelerin getireceği gelire ortak olma konusu değil. Sonrasında da, kablolu televizyondan internete kadar çeşitli hizmetlerde hep TT'nin altyapısı kullanılacak; o gelirler daha önemli.

Bu durumda, üye sayısı Atlantik ötesi rüzgárlarla şişen Yönetim Kurulu'na ekleneceklerin hangi İngilizce'yi nasıl konuşacaklarını merak etmez misiniz?
Yazının Devamını Oku

Ahşap

8 Temmuz 2001
<B>DENİZCİLİĞİ,</B> deniz işletmeciliği yanında deniz yazarlığı da bilinen <B>Oktay Sönmez'</B>in son kitabı <B>‘‘Anılarda Gemiler’’.</B> Bir de alt başlığı var bu yapıtın: ‘‘Ufkun Ötesinde Kayboldular.’’ Gerçekten de, yıllarca denizlerde ve dillerde gezdikten sonra kaybolan, batan, hurdaya çekilen, zihinlerden silinen gemilerdir bunlar.

Ama, ancak kimilerinin zihinlerinden silinmişlerdir. Yoksa, yazar Oktay, ‘‘mülazım kaptan’’ olarak ilk atandığı Mersin vapuru başta olmak üzere, kendisiyle birlikte yaşayan ya da deniz tutkunlarının gönüllerinde anıları hálá canlı duran gemileri dile getirir: Gülcemal ve Gülnihal'ler, Cumhuriyet, Karadeniz, Ege, Tarı, Aksu, Güneysu'lar, Trak, Marakaz, Sus'lar, Etrüsk, Kadeş, Tırhan'lar, Ankara, Adana, Tarsus'lar, Ordu, Trabzon, Giresun'lar, sonra Bakır ve Krom'dan başlayıp ‘‘talihsiz kızkardeşler’’ dediği Ödemiş ve Edirne'ye kadar bir yığın şilebin öyküsü.

Şileplerin belki de en ilginci, 2924 gros ve 3424 dedveyt tonluk ‘‘ahşap’’ Hisar vapurudur. Yıllarca Zonguldak ve civarındaki ‘‘ağız’’lardan İstanbul'a kömür taşıyan ve bu yüzden ‘‘Kömürcü’’ diye anılan bu kadar büyük bir şilebin nasıl olup da ahşap yapılmış olduğuna şaşabilirsiniz. Çünkü, aslında çok eski zamanların gemisi de değil. Yapımı 1915; yani Birinci Dünya Harbi sırasında Amerika'da yapılmış ve ‘‘Diana’’ adıyla kendi gibi elli gemiyle birlikte o zaman bile ileri teknolojiye sahip bir ülkenin taşıma filosuna katılmış.

Sönmez, ahşap şilep yapımının nedenini şöyle açıklıyor: ‘‘O yıllarda Atlantik ötesindeki bu büyük ülkede ekonomik bir kaos yaşanıyor. Her endüstride bir kriz, bir duraklama var. Çelik üretimi öyle azalmış ki, artık Amerikan tersanelerinde gemi yapımında çelik yerine sert ağaç kullanılıyor. Ahşap gemi yapımında işi seri imalata çevirenlerin başında Portland Supple Ballin Shipbuilding şirketi gelmekte.’’

‘‘Diana’’
nın Türkiye'ye gelip ‘‘Hisar’’ oluşu ise, 1918 sonrasında Pire'deki gemi piyasasına düşüşü ve Ankara'da kurulan genç cumhuriyetin yerli armatörleri gemi alımına teşvik etmesiyle ilgili. İlk alıcısı Kırzade Rıza Bey dolayısıyla 1924'te ‘‘Kırzade’’ adını alan gemi bir yıl sonra el değiştirip Kalkavanlar'a geçmiş ve ‘‘Hisar’’ olmuş. 1937 kışının azgın bir Karadeniz fırtınasında Riva deresinin ağzındaki Merkep Adası kayalıklarına sürüklenerek batarken de bu adı taşımaktaydı.

Amerika'nın, çelik gemiler yüzyılında bile zorunluluklar dolayısıyla ahşap gemi teknolojisini geliştirip seri yapıma geçme gereğini duyarak bunu başarmış olması üzerinde biraz derinliğine düşünmek gerekir.

Türkiye'nin kısaca ‘‘Ar-Ge’’ denen araştırma ve geliştirme etkinliklerine yeterince kaynak ayırmadığı bilinen bir gerçek. Ama bir başka gerçek var ki, o belki daha da önemli: Çağın son teknolojilerini yakalamaya, hem de bunu yetersiz olanaklarla yapmaya çalışırken, mevcut becerileri değerlendirip geliştirmek ihmal ediliyor. Kıyı kasabalarında ayakta kalmaya çalışan ahşap tekne yapımcılığının elinden tutmak, yenilikler getirip seri yapımı teşvik etmek ve nadirleştiği için meraklısının gözünde gitgide daha fazla değerlenen bu ustalığı öne çıkarıp ülkeye para kazandırmak çok mu zor bir iştir?
Yazının Devamını Oku