Bir gazeteci başka ne ister?

Dokuz sene önce bir yaz günüydü.

Haberin Devamı

Tam olarak neyin bekleme sırasında olduğumu hatırlamıyorum. Yanımdaki amca iç cebinden Posta’yı çıkarıp okumaya başladı.

Kocaman bir manşet vardı: 50 bin meşe çöp oldu! İstanbul Büyükşehir Belediyesi, çöp alanı yaratmak için Göktürk’te 50 binin üstünde meşe kesmiş ve kocaman bir arazi çöle dönmüştü.

Uzun uzun yanımdaki amcanın gözlerini takip etmeye çalıştım. Manşet civarında ne kadar gezinecekti; cümleleri okudukça ne tepki verecekti; izlemek istedim.

Dikkatli dikkatli kele dönmüş arazinin fotoğrafını inceledikten sonra kafasını yavaşça sağa sola çevirerek “cık cık cık” seslerini çıkardı.

Haberin altında benim ve Ruhi Sanyer’in imzası vardı.

O gün hayatımdaki en önemli günlerden biri. İlk haberim, ilk imzam veya ilk manşetim olduğu için değil…

Mesleğin çok başındaydım ama çok sevdiğim haberlerim olmuştu o zamana kadar. İnceleme haberleri, insan hikâyeleri…

Ama o gün ilk defa ‘bir şey’i ortaya çıkartmıştım.

O kocaman alanın fotoğrafını ilk çeken, orada çöp alanı yaratmak için 50 bin meşe kesildiğini ilk duyuran kişi olmuştum.

En büyük ödül ne tanıdıklarının alkışları, ne haberinin ne kadar okunduğu, ne de birinci sayfada nereden görüldüğüydü.

En büyük ödül, o yanında oturan tanımadığın amcadan çıkan “cık cık cık” sesiydi.

Bir gazeteci başka ne ister
Göktürk’te çöp alanı yaratmak için tıraşlanan arazinin bir bölümü

Dün, Steven Spielberg’ün yönettiği bu senenin Oscar filmlerinden The Post’u izlerken birden aklıma geldi bunlar.

Film, New York Times ve Washington Post’un sansüre ve gazetelerin ekonomik olarak güç kaybetme ihtimaline rağmen Vietnam Savaşı’nın sırlarını ortaya çıkarmak için gösterdiği mücadeleyi anlatıyor.

Filmin bence en güzel yeri Tom Hanks’in canlandırdığı Washington Post’un yayın yönetmeni Ben Bradlee’nin karısıyla baş başa kaldığı bir sahneydi. Büyük bir haber yayınlamak üzereydiler ve “Aman da benim cesur kocam!” türünden bir iltifat işitmek istiyordu karısından…

Karısı ise bir güzel payladı onu: Bu haberi yayınlandığında hapse de girsen, işini de kaybetsen, hukuk mücadelesini de kazansan her şey senin için daha iyi olacak; kahraman olacaksın.

“Cesaret bunun neresinde?” demeye getirdi yani.

Çünkü Washington Post’un yayın yönetmeni hapse atılırsa ortalık karışacaktı.

Arkasında kocaman bir halk desteği olacaktı.

Bir gazeteci, halk içinde böyle bir uyanışa sebep olmaktan daha çok ne isteyebilirdi ki?

Evet, 70’li yılların Amerika’sında Ben Bradlee için durum böyleydi.

2018 Türkiye’sinde bir gazeteci için durum bambaşka ama…

Bugün bir gazeteci için işinden olmak veya hapse atılmak giderek büyüyen ve derinleşen bir yalnızlıktan başka bir şey değil.

Kahramanlık süresi, Twitter’ın zaman diliminde 2-3 saate, şanslıysan ‘İstanbul Area’da birkaç dakika tt olmaya tekabül ediyor.

Hukuk azaldıkça adliyelerin önündeki kalabalıkların çoğalması gerekirken, bu yazıyı yazma ihtiyacı duyan ben dahi giderek daha az uğruyoruz oralara, o buluşmalara…

Ucunda kahramanlık yok.

Para yok.

Unvan da yok.

Tek bir şey var: Hiç tanımadıkları okurlardan çıkacak o “cık cık cık” sesi.

Yazarın Tüm Yazıları