Mehmet Nuri Yılmaz

Siyasal yozlaşma

13 Temmuz 2007
SİYASET (politika), son dönemlerde ülkemizde oldukça tatsız ve yıpranmış bir anlam kazanmıştır. Kötü ve başarısız politikacıların tutarsız ve egoist davranışları sebebiyle gelinen bu nokta, pek çok toplumda sosyal çözülme tehlikelerini de bünyesi içinde taşımaktadır.

Aslında siyaset; insanların ve devletlerin yönetilme sanatıdır. Bu özelliğiyle sanattan çok ilme de yaklaşan siyaset, Batı’da sosyolojinin yakından ilgilendiği bir kol olduğu kadar başlı başına bir bilim niteliği de kazanmıştır. İslam dünyasında ve Batı’da bu konuda pek çok eser ve araştırma yayınlanmaktadır. Siyaset tarihi ve siyaset sosyolojisi, çağımızda sosyal bilimler arasında önemli bir yer tutmaktadır.

* * *

Siyaset ilminin ilk önderleri arasında bulunan meşhur filozof Aristo’ya göre; siyaset, sitenin kuruluş ve yönetiliş bilimidir. Bu konuda Fransız bilgin Marcel Prelot, "Politika Bilimi" adlı eserinde şu bilgileri vermektedir: "Politika, gerçekte hiyerarşinin zirvesinde bulunur. Çünkü konusu olan site, tüm toplumsal örgütlenmeyi içine alır. Politika tüm bilimlere egemendir. Çünkü insanların eylemlerini de o yönetir."

Yeni çağdan itibaren akılcılığı ve insan merkezli düşünceleri temel olarak benimseyen Batı felsefesinde siyaset ilminin temeli, İtalyan bilgin Makyavel’in "Prens" adlı eseridir. Amaca ulaşmak için her türlü aracı kullanmanın meşru ve geçerli sayılması gerektiği tezinin sahibi olan Makyavel, o devirde İtalya’da şehir devletleri ve müstakil site devletleri hüküm sürmesine rağmen, yakın çevresindeki realitelerden faydalanmamış, katı gerçekçi bir anlayışla gayenin vasıtaları mübah kılacağı şeklinde, suiistimal edilmesi ve yozlaşmaya dönüşmesi her zaman mümkün olan tezlere yönelmiştir.

Kur’an’ı Kerim’de fitne ve fesat kavramları, toplumda her türlü olumsuzluğun ve yozlaşmanın sebebi olarak görülmüş, olumsuzluğa yol açacak sebeplerin önlenmesi, ilke ve prensip olarak kabul edilmiştir. "Sedd-i Zerayi" terimi, İslam metodoloji ilminde belirlenmiş bir prensibi ifade etmektedir. Dejenerasyonun ve sosyal çözülme tehlikelerinin yozlaşmadan başladığını, yozlaşma ortamının toplumda yaygınlaşması sonunda millet ve devlet hayatında izmihlal ve çöküntü tehlikelerinin kendini gösterdiği, tarih ilminin verileriyle sabittir.

Ancak dört halife devrinden sonra başlayan saltanat dönemlerinden itibaren İslam toplumlarında siyasi yozlaşmanın başladığını, Bizans’ı ve Sasani geleneğini taklit suretiyle başlayan yozlaşmanın olumsuz etkilerinin topluma da çeşitli şekillerde yansıdığını kabul etmek zorundayız. İslam dünyasının geri kalmışlığı konusunda kalem oynatan mütefekkirler de, ilgisi dolayısıyla, siyasi yozlaşmaya değinmişlerdir. Eğitim ve ahlaktaki yozlaşma da çeşitli yazarlarca dikkate alınarak yorumlanmıştır. Olayı, sadece iktisadi ve teknik sahada geri kalış olarak inceleyen pozitivist yaklaşımların, meselenin tam olarak aydınlanmasına yetmeyeceği hususu izahtan varestedir.

Zihniyet farklılaşmaları, kültür değişmeleri ve ahlaki dejenerasyonun siyasi yozlaşmada en çok etkili olan unsurlar olduğunu, sosyolojik bir vakıa olarak itiraf etmeliyiz. Son iki asırdan beri "zorlayıcı" bir yenileşme süreci yaşayan ülkemizde neyin korunması, neyin düzeltilmesi ve nelerin değiştirilmesi konusunda yeterli bir ilmi araştırma yapılmadan yaşanan yenileşme hareketleri, fertlerde "kökü mazide olan ati olmak" bilincini yeterince koruyamamış, milli-tarihi kimlik ve kişilik anlayışımız zedelenmiştir. Özveri, fedakárlık, hamiyet, idealizm vb. kavramların yeri; köşe dönmecilik, bireycilik, atılımcılık, çabuk yükselme sloganlarıyla yer değiştirmiştir.

* * *

Depolitizasyon, politikayı ticari amaçlara vasıta olarak görmek, gayeye ulaşmak için her çareyi mübah saymak, devlet makamlarını rant sağlama yeri olarak görmek, yönetimde kabiliyetsiz fakat itaatkár görünen kişileri öne çıkarmak, seçim bölgesini öne almak vb. şekillerde tezahür eden siyasi yozlaşma belirtileri özellikle azgelişmiş ülkelerde büyük tahribata yol açmakta; sosyal çözülme tehlikelerinin artmasına vesile olmaktadır. Irkçılık, mezhepçilik ve bölgecilik gibi farklılıklar; siyasi yozlaşmanın getirdiği olumsuzlukları daha da tahrik etmekte; millli birlik ve bütünlüğün teminini zorlaştırmaktadır.

Dini-milli terbiye ve erdemliği öne çıkaran, eğitime, adalete ve eşitliğe önem veren idare anlayışı; toplumda siyasi içtimai yozlaşmaya karşı alınması gereken önlemlerin başında gelmektedir. Aşırı bireyciliği ve pragmatizmi öne çıkaran ferdiyetçi anlayışlar yerine idealizmin öne çıkarılması, toplumda barış ve eşitlik ortamının tesisiyle siyasi huzurun göstergesi sayılan devlet-millet kaynaşması bunlardan müspet olarak etkilenecek ve sonuçta toplumsal faaliyetlere katılma ve başarı artacaktır.

SORALIM ÖĞRENELİM

Rabıta nedir? Nereden çıkmıştır? Dindeki yeri nedir?

Yusuf TAŞAN/ANTALYA

Ribat ve murabata ile aynı kökten gelen ve bir tasavvuf terimi olarak kullanılan rabıta, müridin şeyhe kalbini raptedip bağlaması olarak tanımlanmıştır. Rabıta anlayışını tasavvufa ilk defa kazandıran, adını Nakşi tarikatına vermiş olan Muhammed Bahaeddin Nakşibend’dir. Rabıta konusunda yazılı kaynak ise İmam-ı Rabbani diye anılan Hindli Ahmet Faruk es-Serhendi’nin Mektubat’ıdır. Bu kitabın çeşitli yerlerinde rabıtanın faziletlerinden bahsedilmekte, hatta zikirden de üstün olduğu vurgulanmaktadır. Mektubat’tan sonra Nakşi tarikatının Halidiye kolunun kurucusu Mevlana Halid el-Bağdadi’nin rabıta konusundaki risalesinde geniş bilgi mevcuttur. Rabıta üzerine bir risale yazmış olan Seyid Abdülhakim Arvasi bu konuda şöyle demektedir: "Mürşidi, piri yanınızda ve karşınızda fark edecek ve onun yüce alnına yani iki kaşı arasına gözlerini dikecek ve o zatın ulu simasına hayal hanesinde yer verecek, yani onu kalbinizde hayal yolu ile durduracaksınız." Görülüyor ki rabıta uygulamasında en esaslı unsur şeyhin suretini hayalde tutmaktır. Bu sürekli hayalde tutma giderek şeyhin ahlak ve sıfatlarıyla bezenmiş hale gelmeyi temin eder ki tasavvufta buna fena fiş-şeyh (şeyhte yok olmak) derler. Abdülhakim Arvasi bunun üç şekilde yapılabileceğini söylemektedir.

1. Mürşidin suretini sadece hayalinde tasavvur etmek.

2. Bu sureti kalpte tasavvur etmek.

3. Mürşidin kıyafetine tamamen bürünüp kendisini şeyhi şeklinde düşünmek.

Kitap ve sünnette rabıta ile ilgili bir hüküm yoktur. Rabıtanın meşruluğuna kitap ve sünnetten dayanak aramaya çalışılmışsa da zorlamadan öteye geçememiştir.
Yazının Devamını Oku

İşe sevgi katmak

6 Temmuz 2007
BU dünya hayatını idame ettirmek için çalışmak ve bir meslek sahibi olmak mecburiyetindeyiz; bu bir ilahi yasa gereğidir. Şüphesiz her mesleğin toplumda önemli bir yeri ve değeri vardır. Sabahın erken saatlerinde tohumu ekmek için tarlasına giden çiftçi, bahçesine giden bahçıvan, dükkánını açan esnaf, bürosuna giden memur, fabrikaya giden işçi ve kısaca geçimini sağlamak için değişik sahalarda çalışan her insan, hem kendisi hem de başkası için çalışmaktadır.

Onun içindir ki, toplum hayatında yer alan ve toplumun ihtiyaçlarına cevap veren her çalışma, her meslek yüce ve kutsaldır. Bu yücelik ve kutsallık, dinimizin toplum hayatında emeğe, gayret ve alın terine verdiği önemden kaynaklanmaktadır. Çünkü bir mesleğin gereğini layıkıyla icra eden kimse, her ne kadar kendi geçimini onunla sağlıyorsa da bu kimse, bir ölçüde yine başkasına hizmet etmektedir.

* * *

Aslında toplum hayatı bir iş bölümüne dayanmaktadır. Hz. Peygamber, "Çalışınız! Herkese, yaratılışına uygun olan işler kolaylaştırılmıştır" buyurmuştur. Peygamberimizin bu hadisi, bu işbölümü içerisinde herkesin, ilgi, kabiliyet ve becerisine göre bir çalışma alanına yönelmesinin gerektiğini açık bir şekilde göstermektedir. Bu işbölümü, ister istemez bir ihtisaslaşmanın sonucu olarak meslekleri de ortaya çıkarmıştır.

Unutulmamalıdır ki, bir ülkenin zenginliği, o ülkenin insanlarının doğuştan gelen kabiliyetlerinin geliştirilerek, bu yeteneklerini ülke ihtiyaçları için en iyi biçimde kullanabilecek bir seviyeye getirilmesiyle mümkün olacaktır. Çünkü bir ülkenin kalkınması, refah seviyesinin yükselmesi, rahat bir hayat tarzının sağlanması, iyi yetişmiş, vasıflı, dürüst, çalışkan insanların gösterdikleri azim, sebat ve çaba ile mümkündür.

Çalışmayı ibadet sayan İslamiyet, atalet ve tembelliğin en büyük düşmanıdır. Veren elin alan elden daha hayırlı olduğunu, fakirlikle küfür arasındaki perdenin bıçak sırtından pek farklı olmadığını bize bildiren dinimiz değil midir? Bir düşünürümüzün dediği gibi, din binası beş direk üzerine kurulmuştur. Bu beş direkten ikisi altındır. Dini binayı daha dayanıklı kılmak için o altın direkleri dikecek servet elde edilmelidir. Bu da çalışıp gayret etmekle olur.

İslam, öncelikle bir toplum kurmuş, sonra idari sistem ve ekonomik yapıyı, daha sonra da medeniyeti ve ilerlemeyi gerçekleştirmiştir. Bu din dünyayı ahiretin tarlası olarak kabul eder. Maddeyi manaya merdiven, maddi yaşayışı manevi yaşayışa azık sayar. Bu dinin Peygamberi açıkça ilan etmiştir: "Dünyalık geçimi olmayanın ahireti de yoktur." Peygamberimiz, fakirliği, dini olgunluğun bir belirtisi görenlere, "Yoksulluk bir kapıdan girdi mi iman öbür kapıdan çıkmaya başlar" der.

Esasen hayat kişinin kendini işe vermesiyle, çalışmasıyla güzelleşir ve bir mana kazanır. Bunun dışında hayat çekilmez, sıkıntılı olur. Bir fikir adamının dediği gibi, siz kendinizi işe vermekle hayata karşı olan sevginizi belirtiyorsunuz. Hayatı iş yaparak, iş başararak sevmekse, hayatın en gizli sırlarına aşina olmak demektir. Acı duyduğunuz için doğurmayı bir felaket, gövdenizi beslemeyi alnınıza yazılmış bir lanet sayarsanız, ben de size derim ki; ancak sizin alnınızın teri o yazıyı silecektir.

Size hayatın karanlık olduğu da söylenmiştir. Doğrudur hayat hakikaten karanlıktır; hızdan mahrum olursan. Ve her hız kördür, bilgi ile aydınlanmazsa. Ve her bilgi boştur, çalışma ile verimleşmezse. Ve her çalışma kısırdır, sevgi ile bereketlenmezse. Seve seve çalıştığınız zaman kendinizi kendinize, birbirinize ve yaratıcıya bağlamış olursunuz.

* * *

Seve seve çalışmak ve iş başarmak ne midir? Dokuduğunun kumaş parçasını sevgiliniz giyecekmiş gibi yüreğinizden çektiğiniz ipliklerle dokumak. Yükselttiğiniz binayı içinde sevgiliniz oturacakmış gibi ruhunuzun hızıyla yükseltmek. Tohumları şefkatle dikmek, ekini sevinerek toplamak...

Çalışma göze görünebilen bir sevgidir. Seve seve çalışmıyor da üzüle üzüle çalışıyorsanız işinizi bırakıp, mabedin kapısında pineklemek ve seve seve çalışanların sadakasını almak daha doğru olur. Çünkü ekmeği kayıtsızlık içinde yoğurursanız, insanların yalnız yarı açlığını gideren acı bir ekmek yoğurmuş olursunuz. Üzümlerinizi istemeye istemeye sıkarsanız, isteksizliğiniz pekmezinize ağı katar.

SORALIM ÖĞRENELİM

Günahlarımı hatırlayınca elimde olmadan ağlıyorum. Bu hal bağışlanmam için bir vesile midir? Zeynep/ANKARA

Mevláná’nın şu güzel mısralarıyla cevap vermek istiyorum. "Her ağlamanın sonu gülmedir akıbet/Uzak görüşlü insan mutlu kişidir elbet./Her nerede su varsa yeşillik de vardır/Gözyaşı olan yerde rahmet bulunması doğaldır./Çocuk ağlayınca memedeki süt taşar/Bulut ağlayınca yerdeki çimen coşar."

1- Ölülerimizin sadece bedenlerinin toprağın altında, ruhlarının ise bizimle birlikte olduğunu düşünüyorum. O halde mezarlıkları ziyaretin anlamı nedir? 2- Mezarlık ziyaretinde abdest almak vb. gibi kurallar var mıdır? 3- Araplarda mezarlık kavramının olmadığı doğru mudur?

Sedef AYTAÇ/ANKARA

Ruh bedeni terk ettikten sonra kabirle ilişkisi olup olmadığı tartışma konusudur. Bu hususta Hz. Peygamber bizim için örnektir. Hz. Peygamber, bizzat annesi Amine’nin mezarını ziyaret etmiştir. Ayrıca peygamberimizin her yıl Uhud şehitlerini de ziyaret ederdi. Ara sıra da Baki kabristanına uğrayıp dua ederdi. Kabirlere zaman zaman ziyarette bulunup ölülere dua etmek, ölümü hatırlamak açısından faydalıdır. Peygamberimiz, "Kabirleri ziyaret ediniz. Çünkü size ahireti hatırlatır" buyurmuştur. Mezarlık ziyaretinde abdest almak vb. kurallar yoktur. Arap ülkeleri içerisinde Suudi Arabistan mezarlıklara bizde olduğu kadar önem vermez. Mermerden mezar yaptırmak, sık sık ziyaret etmek gibi ádetleri yoktur.

İslamiyet’i seçen bir gayrimüslimin ismini değiştirip Müslüman isim alması zorunlu mudur? ALMANYA

Müslümanlığı seçen kişinin isminin İslam inancıyla çatışan herhangi bir yönü varsa adı değiştirilir ve o kişiye yeni bir ad verilir. Örnek vermek gerekirse, İsa’nın kulu vb. anlamına gelen isimler değiştirilir. Hz. Peygamber de ihtida edenlerin tevhid inancına ters düşen isimlerini değiştirmiş. Söz gelişi güneşin kulu adını taşıyanlara Allah’ın kulu anlamına gelen Abdullah ismini vermiştir. Bunun dışında bir Arap adı alma gibi zorunluluk yoktur.
Yazının Devamını Oku

Din ve devlet

29 Haziran 2007
DİN; akıl sahiplerini, kendi tercihleriyle mutlak hayra ve nimete sevk eden, Allah tarafından konulan ilahi prensipler bütünüdür. Buna göre din, akıl sahibi gerçek kişileri muhatap almakta ve onların bilerek, isteyerek özgür iradeleriyle yaptıkları eylemlerine değer vermektedir. Baskı ve cebir yoluyla yapılan bir eylemin dini açıdan bir değeri yoktur.

Dinin amacı, insanları iyi ve hayırda yarışa sevk ederek dünyada, ahirette mutlu olmalarını sağlamaktır. Din, insanları varoluş sorunu üzerine düşünmeye davet etmekte ve yaratılıştaki sebep ve amaçtan haberdar etmektedir. İnsana kendisi ve evren hakkında bir bakış açısı sunmaktadır.

Bu yönüyle din, insanın manevi hayatının bütün yönlerini kucaklayan bir fonksiyon görmekte ve insanın nihai ilgi ve endişelerine, hayatın anlamı ve bununla ilgili temel sorulara hitap etmektedir. İnsan dinde kendi mahiyeti ve evrendeki yeri hakkında bir bilgi şeması bulmaktadır. Dinin özünü iman, ibadet, bilgi ve ahlaki davranış teşkil etmektedir.

* * *

Devlet ise belirli bir ülkede yaşayan insan topluluğunun, egemenlik ve bağımsızlık temelinde oluşturduğu siyasal örgütlenme olarak tarif edilmektedir. Bu tarif, devletin metafizik veya siyasi anlamda bir kutsallığının olmadığına işaret etmektedir. Devlet, bireylerin doğal, insani ilgi ve ihtiyaçlarını karşılamak için vardır. Yaşama, güvenlik, adalet, özgürlük, bu ilgi ve ihtiyaçların en temel ve tabii olanlarıdır.

Kur’an’da ve sünnette devlet örgütlenmesi ve devletin yönetim şekliyle ilgili özel ve ayrıntılı hükümlere yer verilmemektedir. Kur’an ve sünnetin en belirgin vasıflarından birisi, fert ve toplum bazında, insan hayatının bütün alanlarını norm, ilke, prensip ve değer yargılarıyla kuşatmasıdır. Kur’an ve sünnet, devletin yöneticileri ile yönetilenleri de kapsayacak tarzda insan ilişkilerinin genel çerçevesine temas etmekte, ancak idare şeklini belirlemeyi insanın kendisine bırakmaktadır.

Bunun hikmeti, Müslümanlara siyasi düzenlemelerde, zaman ve mekánın şartlarına göre hareket etme genişliği tanımasıdır. Zira, siyasi yapı dinamiktir, değişkendir. Zamana, mekána ve milletlere göre farklılık gösterir. Onu belirli bir şekille sınırlamak ise mümkün değildir.

Kur’an’ın ihtiva ettiği hayatın tümüyle ilgili prensiplerden, siyasi alanla ilgili olarak bazı esasları çıkarmak mümkündür. İstişare etmek, haksızlık yapmamak, emaneti ehline vermek, her halükárda adaleti gerçekleştirmek, ahlakı ve kamu düzenini muhafaza etmek, bu ilkelerden sadece birkaçıdır.

Hz. Peygamber’in hem dini lider hem de devlet başkanı olmasına bakarak İslam’ın teokratik bir siyasi düzeni öngördüğünü söylemek mümkün değildir. Peygamberler müstesna kişiliklerdir. Hz. Peygamberimiz Medine’de peygamberlik misyonunun yanı sıra, devlet başkanlığı görevini de üstlenmiş, ancak siyasi icraatında sürekli olarak halkla istişare yoluna gitmiştir. Onun, önemli, önemsiz, dünyevi işlerde ve alacağı siyasi kararlarda arkadaşlarına danıştığı, zaman zaman verdiği karardan vazgeçtiği, ikna olmasa da çoğunluğun kararına uyduğuna dair örnekler pek çoktur.

Türkiye’de İslami nizam, İslami devlet vs. gibi konulardaki neşriyat fevkalade kalitesizdir ve çoğunluğu itibarıyla Ortadoğu, Arap ve Pakistan kaynaklı tercümelerdir. Bu arada, İran ve Müslüman Kardeşler teşkilatının özellikle yayın yoluyla Türkiye’deki gelişmeleri etkiledikleri görülmektedir. Kur’an’da birçok yerde geçen "Hüküm ancak Allah’a aittir" ayetiyle "Hákimiyet kayıtsız şartsız milletindir" ilkesini birbirine karıştırmamak gerekir.

* * *

Kur’an’da yer alan ayetlerde mutlak hákimiyetin yüce Allah’a, yeryüzündeki siyasi egemenliğin de halka ait olduğu anlaşılmaktadır. Bugün yönetimde halkın iradesini esas alan Cumhuriyet sisteminin İslam’a karşıt olduğunu söylemek mümkün değildir.

Aksine İslam’ın öngördüğü temel maslahatları gerçekleştirmesi açısından, Cumhuriyet ve demokrasinin geçmişte İslam tarihindeki tatbik sahasına konan siyasal rejim ve sistemlerden İslam’ın ruhuna daha uygun düştüğü dahi söylenebilir. Halk iradesini hiçe sayan devlet anlayışını İslam’la telif etmek mümkün değildir.

Şunu da ifade edelim ki, İslamiyet’te din hizmeti veren kişiler gibi devlet hizmetlerini yürüten kişilerin de kutsallıkları ve dokunulmazlıkları yoktur. Devleti yönetenlerin vazifesi; bir emaneti yüklenmek, önemli bir hizmeti yerine getirmek, tam bir eşitlik içerisinde insanlar arasında ırk, sınıf, din ayrımı yapmadan toplumun huzurunu sağlamaktır.

SORALIM ÖĞRENELİM

Kocam benim mal varlığımı elimden almak istiyor. Buna hakkı var mı?

Zeliha/DENİZLİ

Evlenmeden önceki mal varlığı herkesin özel malıdır. Erkeğin, eşinin malını zorla alıp harcamaya hakkı yoktur. Kur’an’da şöyle buyurulur: "Kadınlara zorla váris olmanız size helal olmaz." Bir başka ayette de, "Ey Allah’a inananlar! Karşılıklı rıza hariç mallarınızı aranızda haksız olarak yemeyin" denilmektedir.

Gizli nikáh yaptırma konusunda ne derseniz.

Hasan TERZİ/İZMİR

Gizli nikáh olmaz. Nikáhın aleni olması, yani herkes tarafından duyulması gerekmektedir. Resmi nikáh yapılmadan imam nikáhı yapılmamalıdır.

"Bir kavme benzeyen kişi o kavimdendir" hadisini izah eder misiniz?

İbrahim İŞLER/ANKARA

Bu hadiste kendi değerlerini bırakıp, yaşantıda, ruhta ve düşüncede yabancıları taklit ederek onlara benzeyenler kastedilmektedir. Buna günümüzde asimilasyon denilmektedir. Nitekim Avrupa’daki vatandaşlarımıza asimile olmamaları hususunda öğütler verilmektedir.

Hocanın biri dini, "Allah’ın emirlerini tamamıyla tutup yasakladıkları şeylerden de tamamıyla kaçınmaktır" diye tarif etti. Dinin bu şekilde tarif edilmesi ne kadar doğrudur.

Cengiz TOK/TEKİRDAĞ

Din böyle tarif edilirse, onun bir emrini yerine getirmeyen veya yasakladığı şeyi yapan dinden çıkmış olur. Dolayısıyla böyle bir tarif yerinde değildir. Dinin en meşhur tanımı; akıl sahiplerini kendi hür iradeleriyle dünya ve ahiret mutluluğuna ulaştıran ilahi sistem bütünü şeklindedir.

Sakal uzattım. Eşim bundan hoşlanmıyor. Aramızda soğukluk oldu. Boşanmaya kadar iş uzadı. Ne yapmalıyım?

Tahsin/SİVAS

Hanımınız sakaldan hoşlanmıyorsa illa bir sünneti yerine getireceğim diye sakal bırakmada ısrar etmeyiniz. Bu yüzden bir aile yuvasının dağılmasını hoş karşılamak mümkün değildir. Eşler arasında esas olan sevgi ve muhabbettir.
Yazının Devamını Oku

Laiklik üzerine

22 Haziran 2007
BUGÜNKÜ makalemi okurlarımdan gelen "Laiklik, Türk toplumunu İslam’dan uzaklaştırmış mıdır?" ve "Batı tipi laiklik neden uygulanmıyor?" sorularına ayırmış bulunuyorum. Aslında bu konuya daha önce de değinmiştik. Önemine binaen bir kere daha değinmekte fayda görüyorum. * * *

Laiklik, Batı’da kilise ve kralların menfi tutumuna aksülamel olarak ortaya çıkmış bir kavramdır. Bilindiği üzere, 1789 Fransız İhtilali’nden sonra fiilen hayata geçirilmiştir. Böylece egemenlik kraldan halka geçmiş, dolayısıyla kilisenin din istismarına son verilmiştir. Ortaya çıkan laik devlet anlayışı, din ile devlet işlerinin birbirinden ayrılması, din ve vicdan hürriyetinin teminat altına alınması temeline dayandırılmıştır. Burada şunu ifade etmeliyim ki, siyasi, felsefi ve hukuki anlamları olan laikliğin pratiğe dönüşmesi, yani uygulama biçimi her ülkede kendi tarihi ve sosyal şartları çerçevesinde şekillenmiştir. Dolayısıyla, ülkelerin anayasalarına bu ilkenin yansıması da değişkenlikler arz etmektedir. Mesela, Fransa’da kilise ile devlet işleri tamamen ayrılırken, İngiltere’de kral veya kraliçe siyasi iktidarı olduğu gibi dini iktidarı da simgeleyen bir yapı olarak korunmuştur. ABD’de ise daha farklı bir uygulama söz konusudur. Bunun gibi diğer birçok ülkede farklı anlayış ve uygulamalar mevcuttur. 1937 yılında Anayasamıza giren laikliğin bizdeki uygulaması da ülkemizin tarihi ve sosyal şartlarının bir sonucu olarak "nev’i şahsına münhasır" özellikler arz etmektedir. Ülkemizde devlet işleri vatandaşlarımızın iradesiyle seçilen Meclis tarafından yürütülmektedir. Dinin özünü teşkil eden iman, ibadet ve ahlak ile ilgili hükümlerin vatandaşlarımıza anlatılması görevi ise, bir din hizmeti olarak yine devletin içerisindeki bir kurum vasıtasıyla sunulmaktadır. Bu uygulama, bizzat ülkemizi kuran ve laik, sosyal hukuk devleti olarak şekillendiren iradenin ortaya koyduğu bir uygulamadır. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni kuranlar, tarihi tecrübeleri ülkemizin sosyal ve siyasal şartlarını dikkate alarak böyle bir uygulamayı gerçekleştirmişlerdir.

Laikliğin kabulü ülkemizde bir tepki doğurmamıştır. Çünkü bizde teokratik bir anlayış ve ruhban sınıfı olmadığı için kilise ile devletin hakimiyet kavgası ve buna bağlı sıkıntıları da olmamıştır. Bizde özellikle son dönem Osmanlı siyasetinde dini kavramların öne çıkartılması sebebiyle, dinin siyasete alet edilmesi endişesi ve korkusu bazı kesimlerde özellikle aydınlarda yer etmeye başlamıştır. Laikliğin ilke olarak alınışının temel saiki de budur. Ancak müesseselerde geleneksel yapının dışında önemli bir farklılaşma olmamıştır. Din bir kamu hizmeti olarak görülmüş ve devlet yapısı içinde muhafaza edilmiştir. Her dinin cemaatinin kendi teşkilatlanmasını yapıp, kendi eğitim ihtiyaçlarını karşılaması gibi, laikliğin Batı’daki uygulamasına hiçbir seviyede itibar edilmemiştir. Dini eğitim de dahil devlet bünyesinde ve kamu hizmeti kavramı içindedir. Bu yapı ve anlayış Osmanlılardan beri bize özgü bir kurumlaşma biçimidir. Ama bu yapı ve anlayış laiklik adı altında savunulursa, laikliğin teorik yapısına da, tarihi gelişmesine de uymaz. Avrupa tarzında bir laikliğe geçiş, Türk devlet ve toplumunun bütünlüğü açısından bugün için mümkün görülmemektedir.

Sorunuzun "Laiklik ilkesi Türk toplumunu İslam’dan uzaklaştırmış mı?" kısmına gelince; hemen ifade etmeliyim ki, laiklik dinin yok olduğu; kutsal değerlerin insan yaşamı için anlam ve işlevini yitirdiği, hatta dini örgütlenmenin bittiği anlamına kesinlikle gelmemektedir. Laiklik; din ve devlet kurumlarının rollerinin ayrışması, bireylerin dini ve vicdani kanaatlerine müdahale edilmemesi anlamına gelir. Bu gün modern toplumlarda laiklik din ve vicdan hürriyetinin teminatıdır. Din gibi kutsal bir duygunun istismarının önlenmesinin de garantisidir. Nitekim, Atatürk; "Laiklikten dinsizlik anlamı çıkartmak isteyen bezirganlara fırsat vermeyeceğiz" demiştir. Hatta Atatürk’ün şu sözü, ülkemizde uygulamasını istediği laiklik anlayışını tüm açıklığı ile ortaya koymaktadır: "Laiklik sadece din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması demek değildir. Dindarın, din ve ibadet hürriyetini tekeffül etmektedir."

* * *

Zaman zaman ülkemizde laiklik konusunda kutuplaşmalar, zıtlaşmalar yaşanmaktadır. Laik-antilaik tartışmaları yapılmaktadır. Laiklik bir kesim tarafından din düşmanlığı, diğer bir kesim tarafından da dini değerlere topyekûn karşı olmak gibi algılanmaktadır. Bu, yanlış bir anlayıştır. Laiklik ayrışma unsuru değil bir uzlaşma anlayışıdır. Her sistemin uygulanışında birtakım aksaklıklar olabilir. Bunu düzeltmek bizim elimizdedir. Toplumsal hadiselerde geriye dönüş söz konusu değildir.

SORALIM ÖĞRENELİM

Sünnet namaz ile nafile namaz arasında bir fark var mıdır?

Şefik ARSLAN/Mersin

Sünnet namazı, Hz. Peygamberin bazen belli zamanlarda ve belli rekat olarak kıldığı namazlardır. Bunlar, öğlenin farzından önce ve sonra, ikindinin farzından önce ve akşamın farzından sonra, yatsının farzından önce ve sonra, sabah namazının farzından önce, cumadan önce ve sonra kılınan sünnetler ile teravih namazıdır. Nafile namazlar ise, vakti ve rekatı tayin edilmemiş namazlardır. İstenildiği kadar kılınabilir. İki rekatta veya dört rekatta selam verilebilir.

Devlet dairesinde memurum, ikindi namazını kılmaya fırsat bulamıyorum, sonra kıldığımda kaza etmiş olur muyum?

Tevfik ALP/İzmir

Yolcular, işçiler, memurlar, askerler, öğrenciler vs. sıkışık zamanlarda farz namazlarını tam vaktinde kılma imkanı bulamadıklarında, öğle ile ikindi namazlarını öğle vaktinde veya ikindi vaktinde birbiri ardınca birleştirerek kılabilirler. Akşam namazı ile yatsı namazı da biri öbürünün vaktinde aynı şekilde kılınabilir. Bu şekilde birleştirilerek kılınan namazlar kaza sayılmaz. Hz. Peygamber’in de böyle yaptığı hadis kitaplarında anlatılmaktadır.

İmamın arkasında cemaatle namaz kılarken Fatiha’yı okuyorum, bunun bir sakıncası var mı?

Hasan Tahsin BAYRAM/Almanya

Cemaatle kılınan farz namazlarında Hanefilere göre ayakta "Süphaneke"den başkası okunmaz. İmam cemaatin yerine okumuş sayılır. Şafilerde ise imam Fatiha’yı bitirdikten sonra imama uyan cemaat Fatiha’yı okur. İmam Malik ve Hanefilerden İmam Züfer’e göre, imam sesli olarak okuyorsa, cemaat sadece imamı dinler, kendisi okumaz. İmam içinden okuyorsa, cemaat içinden yalnız başına kılıyormuş gibi Fatiha ve sure okur.

Cenaze namazı abdestsiz kılınır mı?

Süleyman TUTAR/Ankara

Cenaze namazı diğer namazlar gibi abdestle kılınır. Ancak, namaza yetişemeyeceği bir durum olursa teyemmüm ederek kılınabilir.
Yazının Devamını Oku

Vefa ahlakı üzerine

15 Haziran 2007
İNSANI insan yapan en önemli hasletlerden birisi vefa duygusuna sahip olmaktır. Bu, en özlü tanımıyla "yapılan iyilikleri unutmama, iyilik yapana daha güzeliyle karşılık verme" halidir.  Zıddı ise "nankörlük"tür. Bu sıfat, kendisine verileni değerlendirmeyip eline geçeni tepen, kadir kıymet bilmeyen kimseler için kullanılır. Bir düşünür (Ausonius) diyor ki: "Toprak, nankör bir adamdan daha kötü bir şey yetiştirmez."

Bir dostumun, ekmek verdiği insanlardan gördüğü ihaneti anlatan şu sözleri ise hafızamdan silinmemiştir: "Elim ısırık yaralarıyla dolu. Ancak, bunların acısını da yine iyilik yaparak unutabiliyorum." İnsan olmak için iyilik yapmak, gönüllerde yara açan kötülüklere bile iyilikle karşılık vermek gerekir. İnsanları ancak iyilik yaparak utandırabilir, onları ancak bu yolla pişmanlığa sevk edebiliriz.

* * *

Cenab-ı Hak, insanların birbirine iyilik yapmasından hoşnut olacağını çeşitli ayetlerle ifade buyurmuştur. Hiç şüphesiz, iyilik, karşılık ister. Yapılan bir iyilik muhatabından karşılık bulmuyorsa, böyle bir durumu İslam ahlakıyla telif etmek mümkün değildir. İslam ahlakı her şeyden önce iyiliklerin karşılıklı olarak devamını ve mükemmelleştirilmesini ister. Toplumda huzur ve güven ortamının tesisi ve sürekliliği de insanların dayanışma içinde olması, birbirine yardımda bulunması ve birbirine sevgiyle yaklaşmasıyla mümkündür.

Şüphesiz, en büyük vefakárlığı bizi hiçlikten varlığa taşıyan, bize can ve rızık veren yaratıcıya göstermemiz gerekir. Allah’tan sonra vefa ve bağlılık göstermemiz gereken en büyük varlık ise anne ve babalarımızdır. Bizi dünyaya getiren, büyüten, yetiştiren, sonsuz sevgi ve fedakárlıklarla gücümüze güç katan bu insanlara karşı sonsuz ve ödenmez borçlarımız vardır.

İnsan, Allah’a ibadet etmek, O’na kulluk vazifelerini yerine getirmek suretiyle vefasını gösterebileceği gibi, kendisine iyilik yapanlara da vefakárlıkla muamele etmesini bilmelidir. Allah ile kul arasında vaat; ölünceye kadar imanda sebat etmektir. İnsanlar arasındaki vaat ise onlara verilen her sözü yerine getirmektir.

Vefa bahsinde yer verilmesi gereken hususlardan birisi de bu ülke için kanlarını, canlarını feda etmiş kahramanlarımızdır. Şehitlerimizdir, gazilerimizdir. Onlara sonsuz bir minnetle bağlı olduğumuzu hiçbir zaman hatırdan çıkarmamamız gerekir. Ayrıca, temeli sevgi ve güvene dayanan derin dostlukları da unutmamalıyız.

Vefa ahlakı, bir toplumun payandasıdır. Fertleri arasında vefa duyguları yer etmemiş olan toplumlarda güven ve itimat azalır, sosyal çözülmeler başlar. İnsanlar arasında olduğu gibi, toplumun ve devletin de kendisine hizmet etmiş kişilere vefakárlık göstermesi, onların kıymetini takdir etmesi kadirşinaslığın gereğidir.

Vefakárlığın en güzel örnekleri Peygamberimizin hayatında görülmektedir: Hz. Peygamber, kendisini bir hafta süreyle emziren dadısı Ümmü Eymen’i, kendisine bakan süt annesi Halime’yi, süt kardeşi Şeyma’yı, çocukluğunu yanında geçirdiği Ebû Talib’in hanımı Fatıma’yı ömrü boyunca unutmamış, her fırsatta onlarla ilgilenmiş ve yardım etmiştir.

Ahde vefa göstermek dinimizin önemli bir prensibi olduğu kadar, modern hukukun da vazgeçilmez kurallarındandır. Dinimizce, verilen sözün tutulmaması münafıklığın üç alametinden biri sayılmış ve Müslümanların bundan sakınmaları öğütlenmiştir.

Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurulmaktadır:

"Verilen sözü yerine getirin. Çünkü verilen sözden (cayana) sorumluluk vardır." (İsra 17-34).

İslam’ın abide şahsiyetlerinden Hz. Ömer arkadaşlarıyla sohbet ederken huzura üç genç girer, derler ki:

- Ey halife, bu aramızdaki arkadaş bizim babamızı öldürdü; ne gerekiyorsa lütfen yerine getirin.

Bu söz üzerine Hz. Ömer suçlanan gence dönerek sorar:

- Söyledikleri doğru mu?

Suçlanan genç "Evet doğru" der ve olayı halifeye anlatır. Bunun üzerine Hz. Ömer, bu suçun cezasının idam olduğunu söyler ve infaz edilmesi emrini verir.

Ölüme mahkûm edilen genç, bir özür beyan ederek üç gün mühlet ister. Özrü şudur:

- Babam rahmetli olmadan bana epey bir altın bıraktı, gelirken kardeşim küçük olduğu için saklamak zorunda kaldım. Şimdi siz bu cezayı infaz ederseniz yetimin hakkını zayi ettiğiniz için Allah indinde sorumlu olursunuz.

* * *

Genç, yerine birini kefil bırakıp gider, gelmezse kefili onun yerine ölecektir. Üç gün sonra gelir.

Hz. Ömer, gence dönerek der ki:

- Evladım, gelmeme gibi önemli bir fırsatın vardı, neden geldin?

Genç, "Ahde vefasızlık etti demeyesiniz diye geldim" der.

Bu defa babaları öldürülen gençlere döner. Onlar da, "Biz bu davadan vazgeçiyoruz" derler.

Hz. Ömer sorar:

- Biraz evvel babamızın kanı yerde kalmasın diyordunuz, ne oldu da vazgeçiyorsunuz?

Gençlerin cevabı dehşetlidir:

- Merhametsiz insan kalmadı demeyesiniz diye.

Vefat eden bir kişi için kurban kesilir mi?

Ömer ENGİN

Hayatta iken vasiyet etmiş ise malının üçte birinden ayrılan parayla kurban kesilebilir. Ancak, etinden yakınları ve hali vakti yerinde olanlar yiyemez, yoksullara ve fakirlere dağıtılması gerekir. Ölünün vasiyeti yoksa sevabı ona bağışlanmak üzere kesilen kurbandan yoksullar yiyeceği gibi, yakınları ve zenginler de yiyebilirler.

Gürcistan’ın Batum ile Holu kasabasından cemaat adına yazıyorum. Zorunlu hallerde kilisede namaz kılınabilir mi?

Celal METİN

Temiz olan her yerde kılınabileceği gibi, kilisede de namaz kılınabilir. Fıkıh kitaplarında kilisede namaz kılınmasının hoş karşılanmaması şu sebeptendir: "Onların mabetlerini işgal etmek suretiyle ibadetlerine ve dini özgürlüklerine engel olmamak için." Yoksa yeryüzünün tamamı mescittir, temiz olmak kaydıyla her yerde namaz kılınabilir.

Araf Suresi 3. Ayet’te, "Rabbinizden size indirilene uyun, onun dışında birtakım velilerin ardına düşmeyin" denilmektedir. Bu ayetten bugünkü tarikat şeyhlerini yorumlayabilir miyiz?

İrfan ARI

Ayette geçen veli, "dost" anlamına gelmektedir. Tarikattaki velilerle bir ilgisi yoktur. Ayet, indirilen ayetlere uymayıp onun dışında birtakım dostlar edinerek onların öğütlerine uymayı yasaklamaktadır. Genel anlamda Kur’an’a uymayan, heva ve heveslerini din diye takdim eden kişiler kastedilmektedir.
Yazının Devamını Oku

Kültür-din-globalleşme

8 Haziran 2007
KÜLTÜR, en geniş anlamıyla "bir toplumun yaşama biçimi" olarak tarif edilmektedir. Toplumun, gündelik işlerini tanzim tarzı, hayatiyetini sürdürürken kullandığı üslup, yöntem ve araçlar bu tarifin içindedir. Her toplum gelecekte de kendisi olmak ister, kendisi kalmak ister. Yani bütün canlılarda var olan canlılığını sürdürme içgüdüsü, toplumlarda kendi kimliğini sonsuza dek devam ettirme şeklinde tezahür eder.

Bu yüzden her toplum başkalaşmaya karşı bir direnç gösterir. Ne var ki, değişim dediğimiz şey canlılara mahsus bir olgudur ve onu büsbütün reddetmek de mümkün değildir. İnsanlık tarihinin uzun ömürlü milletleri, birbirine zıt gibi görünen bu iki zorunluluğu dengede tutmanın sırrını çözenlerdir.

* * *

Milli kimlik veya milli kültür dediğimiz şey, toplumun ortaya çıkışıyla şekillenen ve öylece kalan konservatif bir çalışma değildir. Yani milletler, milli kültürlerini bir yandan yaşarken diğer yandan üretmeye devam ederler. Başkası olmadan değişmenin ve böylece varlığını devam ettirmenin sırrı da belki buradadır. Din ise hem kendisi kültür olan, hem de kültür yapıcı özelliği olan toplumsal dinamiklerin en etkilisidir. Bir başka deyişle din, maddi ve manevi boyutlarıyla "biz" diye nitelediğimiz varlığımızın haldeki ve gelecekteki teminatıdır.

Dini, insan ile Allah arasındaki özel ve mahrem bir diyalog seviyesinde algılamak esaslı bir yanılgıdır. Yüce kitabımızda Allah, insana hitap etmektedir. Ancak bu, münhasıran kendi adasında sadece kendi hayatını yaşayan bir insan değildir. Bilakis sosyolojik bir varlık olan, sosyolojik bir varlığı olan insandır. Ondan istenen ve ona emredilen şey, kendisini, çevresini, insanlarla ilişkilerini ve hatta başka insanları güzelleştirmesidir. Böyle olduğu için ve dinin bu özelliği sebebiyledir ki, insanlar onu aşağı yukarı aynı şekilde idrak ederler.

Bu yüzden din, sadece tek tek insanların inancı olmakla kalmayıp, toplumsal bir inanç ve toplumsal bir yaşama biçimi haline gelir. Bu durum, bütün dinler için geçerlidir ve herkesin ayrı dil konuştuğu bir toplum tasarlamak nasıl mümkün değilse, herkesin kendine göre dini inanca sahip olduğu bir toplum düşünmek de mümkün değildir. Bir ülkede farklı dini inanış ve anlayışların varlığı bu gerçeği değiştirmez.

Sosyal dokumuzu, kültürel dokumuzu İslam’ın düzenleyici ve belirleyici fonksiyonundan soyutlayarak tanımaya ve tanımlamaya çalışanları; milli kimliğimizin, milli varlığımızın ve geleceğimizin bir başka zeminde, bir başka biçimde tezahür ve teşekkül edebileceğine inananları, bir kere daha düşünmeye davet ediyorum. Bir kısım dünyevi ideolojiler, birlik ve beraberliğimizi ciddi ölçüde tehdit ve hepimizi tedirgin ediyorken; aynı ideolojilerin bir kısım argümanlarını kullanarak dini inanış ve yaşayış birliğimizi ortadan kaldıracak tekliflerin sahiplerini de tekrar tekrar düşünmeye davet ediyorum.

Dünyanın bir globalleşmeye doğru gittiği, bunun neticesinde, toplumlar arasındaki farklılıkların zamanla ortadan kalkacağı, evrensel bir kültür ve evrensel bir dünya toplumunun oluşacağı tezleri konuşuluyor. Dinin, toplumların değerler sistemindeki yerinin değişeceği, öneminin zayıflayacağı iddia ediliyor. Tek bir hukukun, tek bir nizamın, tek bir otoritenin cari olduğu bir dünya kurgulanıyor. Böyle bir dünyanın neresinde, ne şekilde ve hangi sıfatla yer almamız gerektiği üzerine senaryolar oluşturuluyor.

Biz bu doğrunun veya bu yanılgının, yanlış anlamanın neresindeyiz?

Hemen belirtelim ki globalleşme, kavram olarak yenidir ama vakıa olarak yeni değildir. Büyük Roma’nın tesis ettiği düzen de bir globalleşmedir, Osmanlı’nın "Nizam-ı Álem"i de... Hatta öncekiler, günümüzdekine nazaran daha esaslı bir globalleşmedir. Çünkü değerlere nispetleri daha fazladır.

* * *

Çıkarlar üzerine kurulmuş geçici bir dengeye "globalleşme" deniyor ve dünyanın, söz konusu çıkarlarla ilgisi bulunmayan büyük çoğunluğu da bu dengenin faziletlerine iman etmeye zorlanıyor. Yani globalleşme, egemen güçlerin çıkarları gerektirmedikçe mümkün olmayan bir şey.

Bize göre, dünya toplumları kaynaşma ve kapanma ihtiyacıyla, her ikisiyle birden aynı anda yüz yüzedirler. Yeni dünya düzeni, bu iki ihtiyacı aynı anda gören bir denge üzerine kurulacaktır. Başka toplumlarla, başka kültürlerle yüz yüze gelmekten kaçınan toplumların gelişme şansı yoktur. Kendi kimliğimizden çabucak vazgeçerek başkalarına özenenlerin de ayakta kalma şansı yoktur.

Bu gerçeği iyi kavrayalım.

SORALIM ÖĞRENELİM

Vitir namazını unuttum, kılamadım, ne yapmalıyım?

Abdülhekim TAŞTAN/ERZURUM

Hatırladığınız herhangi bir zaman diliminde kılabilirsiniz.

Ádet gördüğüm bir sırada kocamla cinsel ilişkide bulundum, buna da ben sebep oldum. Çok pişmanım, ne yapmalıyım?

M.Y./İZMİR

Ádet gören ve loğusa olan kadınla cinsel ilişkide bulunmak dinimizce yasaklanmıştır. Bu yasak sadece erkeği değil, buna imkán hazırlayan ve rıza gösteren kadını da içine alır. Bu durumda eşler günah işlemiş olur ve bir daha yapmamak üzere tövbe etmeleri gerekir. Bu konuda Kur’an şöyle buyurur: "Ay halinde olan kadınlardan uzak durun, temizleninceye kadar onlara yaklaşmayın."

Peygamberimiz, "Komşusu açken tok yatan bizden değildir" buyurmuş. Bundan "Müslüman değildir" anlamı çıkmaz mı?

İbrahim MÜFİT/AFYON

Hayır, çıkmaz. Hadis, toplumun dertleriyle ilgilenmeyenlerin olgun mü’min olamayacaklarını ifade etmektedir.

Babam vefat etmeden önce zekát borcu olduğunu söyledi. Bu durumda ne yapmalıyız?

Zekai ERTÜRK/ANKARA

Zekát borcu olan kimse zekátını vermeden ölürse ve önceden vasiyet etmişse várisleri malının üçte birinden zekátını öderler. Zekátta niyet şart olduğundan, vasiyet etmemiş ise várislerin zekátını ödeme zorunluluğu yoktur.

Sünnet namazlarında sadece Fatiha’yı okumak yeterli midir?

Zeynep COŞKUN/EDİRNE

Nafile namazlarda mutlak kıraat farz olduğundan, yalnızca Fatiha’yı okumak yeterlidir.
Yazının Devamını Oku

İslam, teokratik düzen demek değildir

1 Haziran 2007
BİR okuyucumuz, "İslam’da teokratik düzen yoktur diyorsunuz. Peki, Osmanlı Devleti’nde İslam hukuku uygulanmıyor muydu? Şeyhülislamlık makamı neyi temsil ediyordu?" diye soruyor ve bu konuya açıklık getirmemizi istiyor. Biz de bugünkü yazımızda bu konuyu ele alacağız. Din, esas itibarıyla insanı şekillendirmek, ona belirli bir ahlaki şahsiyet kazandırmak için vardır. Hiçbir din, doğrudan sosyal yahut siyasi sistem vazetmez. O dinin değerleri ve bakış açıları ile kişiliklerini kazanan insanlar, sosyal ve siyasi nizamlarını kurarlar. İslamiyet’te ne teorik planda, ne 15 asırlık uygulamada teokratik devlet diye bir şey olmuştur.

* * *

Teokratik devlet, hákimiyet hakkının doğrudan Allah’tan alındığına ve egemenliğin Allah adına kullanıldığına inanır. Bu da fiillerinden sorumlu olmayan başka bir anlayışı gerektirir. Teokraside bir hanedan veya zümrenin Allah adına yönetmesi söz konusudur. Papalık hükümetinde hákimiyetin din adamları zümresine mahsus olması gibi. Şia hariç, hiçbir Müslüman Türk veya Arap devletinde böyle bir anlayış olmamıştır.

Türkiye’de kavramlar fevkalade karıştığı için, bu konuları kısa bir yazının hacmi içinde değerlendirmek zordur. İslam hukukunun uygulanması ayrı bir şeydir, teokratik devlet ayrı bir şeydir. Osmanlı İmparatorluğu hiçbir zaman teokratik bir devlet olmamıştır. Son döneminde meşrutiyete geçerken de hiç kimse Allah’tan alınan ve Allah adına kullanılan bir egemenlik hakkının meclise devredilemeyeceğini ileri sürmemiştir.

Bizim dahil olduğumuz ehl-i sünnet anlayışında iktidarın kaynağı ilahi değil beşeridir. Kur’an siyasi hákimiyet yahut yapı hakkında bir şey söylemez. Bu hususlar maslahata bırakılmıştır. Kur’an, siyasi hayat ve teşkilatlanmalar da dahil olmak üzere bütün bir hayata ve insan ilişkilerine ölçü ve hedef olmak üzere adalet ilkesini vazetmiştir. İslam tarihinde adaleti gerçekleştirebilen hükümdarlar vardır, zulme sapanları vardır; adaletin hákim olduğu mutlu dönemler vardır, olmadığı dönemler vardır. Her toplumda adaletin ölçüsü, o toplumun inanç ve hukukudur. Önemli olan, iktidarların bu hukuka uygun davranıp davranmadıklarıdır.

İslami inanca göre bu hákimiyetin meşruiyetinin devamı için iktidarın adil olması gerektir. Adil olmayan iktidarlara başkaldırma hakkı vardır. Kur’an’da belirtilen bu ana ilke, meşruiyetin temelidir. Hákimiyetin kaynağı beşeridir, ama meşruiyet adalet ile mümkündür. "Adalet mülkün temelidir" sözü de bunu anlatır. Mülk, burada "hákimiyet" ve "devlet" anlamındadır.

Uygulamaya gelince; tarihi süreçte bu ilkelere uygun biçimde gelişmiş iktidarların hákimiyetlerinin meşruiyeti fetva yoluyla sağlanmaya ve denetlenmeye çalışılmıştır. Ancak Osmanlı hariç bu hassasiyet kurumlaşamamış, Osmanlı’da şeyhülislamlık kurumu belli zamanlarda ve belli ölçülerde iktidarın meşruiyetini kaybetmemesi için bir denetim kurabilmiştir.

Bu, günümüz kavramlarıyla hukuka bağlılığın ve hukukun üstünlüğü ilkelerinin korunması çabasıdır. En kısa hatlarıyla hükümdarın verdiği her türlü karar önce şeyhülislamlık makamının incelemesinden geçmiş, yani hukuka uygun olup olmadığı denetlenmiştir. Hatta savaş kararları için bile bu makamdan görüş alınmıştır ki bugün bile siyasi kararlar kategorisi olarak isimlendirilen bu tür kararlar anayasa mahkemelerinin denetimi dışında tutulmaktadır.

Tek kelimeyle şeyhülislamlık; yasama ve idare kararlarının hukuka uygun olup olmadığının, yürürlüğe girmeden denetlendiği bir kurumdur. Şeyhülislamların azledilemez oluşu da kurumun bir teminatı olarak düşünülmüştür. Ancak, bilindiği gibi bu kurumun iyi çalıştığı ve giderek genel bozulmayla birlikte bozulduğu, zorla fetvaların alındığı, şeyhülislamların azledildiği ve hatta katledildiği dönemler de yaşanmıştır.

* * *

Burada önemli ve dikkat çekilmesi gereken nokta, hukuka bağlılık ve hukukun üstünlüğü fikrinin İslam geleneği içinde kurumlaştırılmış olmasıdır. Bu fikrin Batı’dan alınan yeni bir şey olmadığı anlaşılabileceği gibi, dini bir devlet olmakla ilişkisinin bulunmadığı da söylenebilir. Bu kurumun ne ölçüde başarılı olduğu, neler yapabildiği, kültürün genel durumuyla ilgili ayrı bir konudur.

Ancak, önemli olan şudur: İslami esaslara dayalı devlet diye özel bir devlet türü yoktur. Devlet vardır, İslam toplumlarının devleti vardır, hukukun üstünlüğü ve hukuka bağlılık kavramları değişik ifade ve kurumlar şeklinde belirli ölçülerde gerçekleştirilmiş ve meşruiyetin denetimi yapılmıştır ki bugünkü Anayasa düzeni ve kurumları da bundan pek farklı bir şey yapmamaktadırlar.

İslam’da ruhani bir sulta olmadığı gibi; ruhani kişiliklere dayalı bir idare şekli de bulunmamaktadır. Bu konuyu ileriki yazılarımızda daha geniş bir şekilde ele alacağız.

SORALIM ÖĞRENELİM

Sabah namazını imsaktan sonra hemen mi, yoksa gün ağarmaya yakın mı kılmalıyız? Ayrıca, kalkamadığımız durumlarda sabah namazını nasıl kılacağız?

Enise KIRAN/İZMİR

Sabah namazının vakti, tan yerinin ağarmaya başlamasından itibaren güneşin doğuşuna kadar olan zamandır. İmsak ile güneş vakti arasında kılınır. Uyuyakalan bir kimse, güneş bir veya iki mızrak boyu yükseldikten sonra kılamadığı sabah namazını kaza niyetiyle kılabileceği gibi, henüz üzerinden ikinci bir vakit geçmediği için kaza niyeti yapmadan da kılabilir.

Kur’an kursuna gidiyorum. Ádet gördüğüm zamanlarda kursa gidip Kur’an öğrenebilir miyim?

A.TİMUR/İSTANBUL

Ádet gören veya loğusa halinde bulunan Kur’an öğreticilerinin ve öğrencilerinin Kur’an-ı Kerim’e dokunmaları ve okumalarında bir sakınca yoktur. Çünkü bu bir zorunluluk halidir.

Latin harfleriyle Kur’an okumanın mahzuru var mıdır?

Akile GÜMÜŞ/ALMANYA

Bu soruya geçtiğimiz günlerde de cevap vermiştik. Kur’an-ı Kerim Arapça olduğuna göre, onun Arap alfabesiyle yazılıp okunması gayet tabiidir. Türkçemiz için kullanmakta olduğumuz yeni harflerde Arapça’daki bütün sesler bulunmadığından Kur’an-ı Kerim’i bu harflerle eksiksiz ve doğru olarak yazmak ve hatasız okumak zordur. Bu durum başka alfabeler için de söz konusudur. Her ne kadar özel işaretler kullanılsa da bu da bir eğitim gerektirir. Kaldı ki Kur’an-ı Kerim’i orijinal metninden kısa bir zamanda öğrenmek mümkündür ve çok da kolaydır.

"Velilik, peygamberlikten üstündür" diyenler var. Bu konuda ne dersiniz?

Ahmet DABAKÇI/ÇANKIRI

İslam’ın genel itikadi prensipleri çerçevesinde bu tür söylemler sapıklık olarak değerlendirilir. Hiçbir veli, peygamberden üstün bir mertebede görülemez. Ancak, peygamberlik ve velilik bir şahısta toplanırsa, onun veliliği nebiliğinden üstündür. Çünkü velilik Allah’la, nebilik ise dünyayla ilgilidir.

Namazların sadece farzını kılsak olur mu?

Tünay SEMALAR/ANKARA

İnsanlar farz namazları kılmakla yükümlüdür. Farzları kılmakla borcunu ödemiş olur. Ancak, sünnetler devamlı olarak terk edilmemelidir. Bu konuyu daha önceki yazılarımızda ifade etmiştik.
Yazının Devamını Oku

Teröre bir kere daha lanet

25 Mayıs 2007
ANKARA, 22 Mayıs akşamı hain bir saldırıyla sarsıldı. Acımasız terör, kanlı yüzünü bu defa Anafartalar Çarşısı’nda gösterdi. Bu sinsi ve kalleşçe saldırı sonunda 6 masum insanımız hayatını kaybetti, 100’e yakın kişi de ağır ve hafif yaralı olarak hastanelerde tedaviye alındı. Yaralananlar arasında bir fuara katılmak üzere ülkemizde misafir olarak bulunan yabancı uyruklu insanlar da var.

Bu olay, lanet olası terörün, büyük şehirlerimizde yeniden kitlesel saldırılara yöneldiğini hepimize bu acı bilançoyla bir kere daha hatırlatmıştır. Nerede, hangi gün ve saatte nasıl bir pusuyla karşılaşacağımız belli değildir.

Bu, hepimiz için, ip üstünde yürümek gibi dikkat ve hassasiyet gerektiren bir durumdur. Etrafımıza bakınmakla kalmayıp, şüpheli gördüğümüz her durumu, her hareketi en yakınımızdaki güvenlik güçlerine bildirerek bu belaya karşı topyekûn bir mücadele ve kararlılık sergilemek durumundayız.

* * *

Teröre bir kere daha lanet!

Bu, insanlığın en eski belasıdır. İnsanlığın var oluşuyla beraber ortaya çıkmış ve tarih boyunca binlerce, milyonlarca masum insanın canına kıymıştır. Yeryüzünün ilk teröristi ise Adem Peygamber’in oğlu Kabil’dir. Haksız yere öldürülen her masum insanın günahı Kabil’e yazılmaktadır. Çünkü o, haksız öldürme yolunu açan ilk insandır.

Hz. Peygamber’in bu konudaki ifadesi aynen şöyledir:

"Yeryüzünde haksız yere herhangi bir insanı öldüren katilin günahının bir benzeri, Hz. Adem’in ilk oğluna (Kábil’e) gider. Çünkü o, haksız öldürme yolunu ilk açandır."

Herhangi bir kötülüğü ilk başlatanların durumu da bundan farklı değildir. Kötülüğün varlığı devam ettikçe, onu ilk başlatanın yüklendiği bedel de artarak devam edecektir.

Hz. Peygamber, terör ve kargaşa ortamını tarif ederken şu çarpıcı gerçeğe işaret eder:

"İnsanlar öyle günler görecek ki, katil niçin öldürdüğünü, maktul de niçin öldürüldüğünü bilemeyecek."

Katilin "neden öldürdüğü", maktulün "neden öldürüldüğü" sorularının cevapsız kalması, terörün belirgin özelliğidir. Katiller açısından "kimi, ne için" öldürdüklerinin önemi olmadığı gibi, kurbanlar açısından da "kim tarafından, niçin" öldürüldüklerinin cevabı olmayacaktır.

İyiliği ve kötülüğü temsil eden bu "Habil’ler ve Kabil’ler düzeni" insanlık durdukça duracak, kötülüğün silahı her zaman iyiliği vurmak için kullanılacaktır.

Burada "yaşama hakkı" diye bildiğimiz kutsal bir haktan söz etmemiz gerekir:

Yaratılanların en şereflisi olan insanın yaşama hakkı, Yüce Yaratıcı tarafından lütfedilmiş en kutsal temel haklardan biridir. Kur’an-ı Kerim’de bir kimseye hayat vermenin bütün insanlara hayat vermek; bir cana kıymanın da bütün insanları öldürmek gibi olduğu açıkça beyan edilmektedir.

Başkasının canına kıymak bir yana; her ne sebeple olursa olsun insanın kendi canına kıyması bile "cehennemlik suç"tur.

Yaşama hakkı, aynı zamanda bir ülkenin uygarlık düzeyini gösteren en önemli hukuki ve insani ölçüdür. Bu çerçeveden bakıldığında da yaşama hakkı, "İnsanın sağlıklı olarak doğması, bedensel bütünlüğünü sürdürmesi, insan olarak varlığının tabiat yasalarının zorunluluğundan başka hiçbir dünyevi yaptırım ile sınırlanmaması, etkilenmemesi, zarara uğratılmaması, yok edilmemesi" demektir. Bu hak her şeyden önce insanın öldürülmezliği ilkesine dayanır; kişinin beden bütünlüğünün doğal ölümüne kadar korunmasını öngörür.

* * *

Devlet ve birbirine karşı bireysel halkalarla sorumlu toplum; terör, her türlü dini, etnik ve ideolojik bağnazlıklara karşı insan denilen bu en mukaddes varlığı, yani bizatihi kendisini korumakla yükümlüdür. Bu da öncelikle vatandaşlık bilincine sahip olmayı; sonra da iyi bir vatandaş olmanın sorumluluğu içinde kendini her durumda görevli sayarak ailesine, çevresine, topluma ve devlet birimlerine yardımcı olma yükümlülüğünü gerektirir.

İyi ve sorumlu vatandaş olmanın asgari şartı, "nemelazımcılığı", "bana değmeyen yılan bin yaşasın" anlayışını aklımızdan ve vicdanımızdan kovarak, "Bu benim de, ailemin de başına gelebilir. O halde bu olupbitenler beni de yakından ilgilendiriyor. Bana değsin değmesin, yılana yaşama hakkı tanımamalıyım" noktasına gelebilmektir.

Anafartalar Çarşısı’nda hayatlarını kaybeden şehitlerimizi rahmetle anıyor, yaralılara acil şifalar diliyorum.

SORALIM  ÖĞRENELİM

Süt kardeşliğini açıklar mısınız?

Necati GÜRTEPE

Bir çocuk iki yaşına kadar annesinden başka bir kadının sütünü emerse o kadın onun süt annesi ve o kadının emzirdikleri de süt kardeşleri olurlar. Kur’an-ı Kerim’de bu konuda şöyle denilmektedir: "Sizi emziren süt anneleriniz de size haramdır." Süt kardeşliğinin oluşabilmesi için emen çocuk iki yaşını geçmemiş olmalıdır. İki yaşından sonraki emmelerin bir hükmü yoktur. Süt, ağız ve burundan mideye inmelidir. Sütün memeden verilmesi ile herhangi bir kaptan içirilmesi arasında bir fark yoktur. Önemli olan, her ne şekilde verilirse verilsin, sütün mideye inmesidir. Bir kimse, annesi ve kardeşleriyle evlenemeyeceği gibi, süt anne ve süt kardeşleriyle de evlenemez. Emenin kendisi, emzirenin soyuna; emzirenin kendisi ise emenin kendisine haramdır.

Bahçede köpek beslemenin bir sakıncası var mı?

Alev ŞİMŞEK/ANKARA

Bahçede köpek beslemenin bir sakıncası yoktur. Ancak, sağlık yönünden köpeğin bir veteriner tarafından zaman zaman kontrol edilmesinde yarar vardır.

Peygamberler de günah işleyebilir mi?

Emine ŞENLİK/MANİSA

Peygamberlerde bulunması gereken sıfatlardan birisi de "ismet" sıfatıdır ki günah işlemekten korunmuş demektir. Ancak, peygamberlerde "zelle" denilen ufak tefek hatalar, yani ihtiyatsız davranışlar zuhur edebilmiştir. Bu da beşer olmanın bir sonucudur. Mesela, Adem Peygamber’in yasaklanmış ağaçtan yemesi gibi.

Bir insanın, her işittiğine inanması ve bu konuda konuşması doğru mudur?

Mevlüt DİKBUDAK/ZONGULDAK

Bu konuda Peygamberimiz şöyle buyurur: "Kişiye, her duyduğunu konuşması, yalan olarak yeter. Kur’an’da da ’Fasik bir insan size bir haber getirirse onun doğruluğunu araştırın, yoksa bilmeden bir topluluğa sataşırsınız da sonra yaptığınıza pişman olursunuz’ der. İnsan, her duyduğu söze, doğruluğunu araştırmadan inanmamalı ve onu etrafa yaymamalıdır. Bu, dinimizin üzerinde durduğu önemli bir husustur.
Yazının Devamını Oku