Kaan Koç

Yalanlama makinesi

2 Aralık 2009
Fenerbahce.org’un kuruluşundan bu yana “kulüpten haberler” başlığı altına tam 3 bin 959 haber eklenmiş.

Gazanfer Özcan ve Savaş Dinçel gibi isimlerin vefatlarından sonra yayınlanan başsağlığı haberlerinden, toplumsal konulardaki önemli bilgilere kadar yer yer çok duyarlı bir duruşu var sitenin. Fakat yayınlanan 3 bin 959 haberin yaklaşık 760 tanesi sadece “yalanlama”.
Her sayfada 3 yalanlama
Ufak bir hesaplama yaparsak, sitenin haberler bölümünde bir sayfada toplam 15 başlık oluyor. 3 bin 959 haberin 760’ı sadece yalanlamadan ibaret ise, 15 haberde yani görüntülenen her sayfada yaklaşık 3 yalanlama haberi vardır... Bir nevi yalan makinası.
Bunların pek çoğu doğal olarak transfer haberlerine ilişkin. Bir yanda transfer dönemlerinin hayal gücü yüksek başlıkları diğer yanda önce yalanlanıp sonra transfer edilen futbolcular. İki taraf da doğru bilgi vermiyor gibi...
Fenerbahçe Kulübü’nün bu “savunma” politikasını bir yere kadar haklı bulabiliriz. Ronaldo, Totti, Ronaldinho hatta İbrahimoviç bile Fenerbahçe gündemine girdi bir aralar, gazetelere bakarsak.
Bir de yıllardır transferi bir türlü bitmeyenler var; Zigiç, Alfonso Alves, bir aralar Davids, Luis Fabiano, Kanoute gibi...
Sitenin ters köşe yaptıkları ise; “Kezman gitmeyecek” haberinden 12 gün sonra yine aynı sayfalarda “Kezman için Paris Saint Germain’le anlaşıldı” yazıyor. Mehmet Topuz transferi defalarca yalanlanmış.

Yazının Devamını Oku

Küme düşen hayatlar

16 Kasım 2009
İNCECİK yağan yağmurun altında 22 adam sahada “ayakta kalmanın” mücadelesini veriyor. İzliyoruz, eğleniyoruz. Tribündeki binlerce aslanın ortasında 22 gladyatör var her maçta. Ve bazıları bu mücadeleden sağ çıkamıyor. Çünkü futbol gittikçe hızlanıyor. Futbolun yanı sıra, hepimizin günlük hayat temposu son noktaya geldi artık. Ve bu oyunun “ağır işçileri” bazen bunu kaldıramıyor.

Dün biri daha terketti sahayı. De Nigris, bu kez kaleciyle değil, Azrail’le karşı karşıya kaldı. Ve golü, ne yazık ki atamadı... Aztec maskesi, formasının içinde kaldı. Sebep; kalp krizi. 32 yaşında bir insan. Kalp krizinden hayatını kaybeden ilk futbolcu değil De Nigris. Son 5 yılda soyunma odasına gidip bir daha dönmeyen çok futbolcu oldu. Dempo’nun 10 numarası Cristiano Junior. 24 yaşındaydı, takımına kupayı getiren golü attığında kalecinin darbesiyle yere yığıldı ve kalbi bir daha atmadı.Sonsuza dek şampiyon1980 doğumlu Miklos Feher... Takımı Benfica’nın 25 Ocak 2004’te Guimares ile yaptığı maçta sarı kart gördükten sonra hakeme gülümsüyordu. Sonra duraksadı, başını öne eğdi. Ve bir daha rakip kaleyi hiç göremedi. Sao Caetano’nun 30 yaşındaki savunmacısı Paulo Serginho... Ölüm ona da, Sao Paulo maçının 59. dakikasında ceza sahasında kusurlu hareketini yaptı.Gökmen Yıldıran... Daha önce Adanaspor, Ankaragücü ve İstanbul- spor formaları giyen 27 yaşındaki genç futbolcuyu, ölüm Elazığspor forması içindeyken yakaladı.Sevilla’nın yıldızı Antonio Puerta... 22 yaşında, 2007-2008 sezonunun ilk maçında o da sahaya yığıldı. Ve ünlü İspanyol gazetesi Marca arkasından “Hasta Siempre Campeon” başlığını attı. “Sonsuza dek şampiyon.”Ve bu yıl hayatını kaybeden Daniel Jarque... Espanyol’un kaptanı 26 yaşındayken, takımının İtalya kampında yaptığı bir antrenmanın ardından telefonla konuşuyordu. Karşısında kız arkadaşının sesi vardı. Ama Azrail, ikisinin arasına, hem de Jarque’nin kalbindeki aşka aldırış etmeden pervasızca sokuldu. Kalp krizi... Dışarıdan bakınca, hepimizden sağlıklı görünen ve durmadan spor yapan bu savaşçılar neden bu sinsi ölüme teslim oluyor? Yoksa davetiye mi çıkartılıyor? Bilinçsiz kullanılan ilaçlar mı var ortada, insan bünyesini aşan ağırlıkta antrenmanlar mı? Havadaki yüksek nem oranı mı suçlu, aşırı heyecan mı?Ortak fotoğrafCevap ne olursa olsun, gittikçe artan futbolcu ölümleriyle hayat küme düşüyor. Ve hepsinde ortak bir fotoğraf geliyor önümüze; yere yığılmış gencecik bir adamın başında 21 kişi telaşla doktorları çağırıyor. Rakibine kalp masajı yapan bir futbolcu. Az önce var olmak için onu ezmek zorundaydı, ama şimdi yaşatmak için kendini parçalıyor... Ve sağlığında onu unutan tribünler, uzun yıllar onun anısını alkışlıyor. Çünkü bize, futbolcuların da insan olduğunu yalnız ölümler hatırlatıyor. Maç bitmeden biten hayatlar, zamansız bir gerçeği de ağlara bırakıyor böylece; futbol 90 dakikadır ama hayat çok daha kısa...

En kek kaleci

2003 yılında, sezonun ilk maçında yediği goller yüzünden dalga geçildi. Basın “yaratıcı” başlıklar attı hakkında; “ENKEK KALECİ” “ENKELEK!” diye. Sonra tek başına ayrıldı bu ülkeden, bir maça çıkıp gitti. Ve psikolojik destek istedi. Ardından kızını yitirdi ama yine de Almanya’nın kalesinde o olacaktı Dünya Kupası’nda. İstanbul’da bir kişi bile yolcu etmemişti onu, ama Almanya’da yüzbinler ardından yürüdü bu hafta. Enke’nin bize bir “terkediş” ve isyan borcu vardı, ödedi. Şimdi sıra bizde. Az ya da çok, bu intiharda bizim de payımız var. Artık kimi linç etmeye kalkışsak, “O” hatırlanacak. Borçluyuz, çünkü el ele verip yumuşak bir kalple oynayan yüzlerce insandan biriyiz biz de.  Çünkü o “insanın” kalbi artık durdu.  Bari kalanların kalbi biraz daha güzel atsın.

Yazının Devamını Oku

Terkedilmiş Wembley

2 Kasım 2009
Kadir Has Stadyum’u Anadolu’nun Wembley’i gibi. Her şey iyi güzel.Ama tribünler bomboş.

Sebep; normal maçların 4 katı olan bilet fiyatları.

Futbolla ilgilenen ufak kesim de, öğrenci ve çoğunlukla işçi.

Sonuç; terkedilmiş bir Wembley var Anadolu'da.

“Gitmesek de, görmesek de” diyeceğim ama, bırakın bizi, sahipleri bile giremiyor içeri.

Yazının Devamını Oku

Arzuhal

1 Kasım 2009
HÜRRİYET sit-com ailesine ben de katıldım. İlkokulun asfalt bahçesinde başlayıp 15’imden sonra tribünlerde devam eden futbol sevgisi buraya ulaştı artık. 5 sene lisanslı basketbol oynadığım da oldu, 2 ayrı futbol kulübünde kısa dönem top koşturduğum da. Sonraları yazmaya başladım. Çoğu zaman şiir, ara sıra da öykü... Velhasıl, zaman geçti. İstemeden de olsa şiir yarışmalarına katıldım.
Kazandıklarım da oldu kaybettiklerim de...
Ödül alan dosyalarımdan birini bu yaz Komşu Yayınları bastı. Dergilerde yazdım, televizyon dizi ve programlarında yazarlık yaptım.
Ama tribünde hep şaka konusu oldum. “Şair” diye. Fakat esas şair onlardı, her sene en az 10 tane yeni beste yapıyorlardı.
Şimdi de buradayım. Bu konuda bana güvenen ve yol veren Ercan Saatçi’nin deyimiyle “Hürriyet Mahallesi”nde...
Yeni bir mahalledeyim. Uzaktan bakıp, bu takımın elemanlarını takip ederken şimdi soyunma odasına girdim. Formamı giyerken Yılmaz Özdil ince ve kıvrak bileklerine bengay sürüyor, çabuk ısınsın diye. Kanat Atkaya, süratini göstermek için saçlarını açıyor. Ahmet Hakan maçta vereceği ters pasları planlıyor.
Nouma, Cantona, Gazza
Ertuğrul Özkök de kollarını bağlamış ve tahtanın başında. Tahtaya bir şey yazıyor. Sonra anlıyorum ki, dışarıdaki seyircilerin sayısı. Milyonlar!
Zemin yine taş ama. Sert, affetmez. Biliyorum.
Ama ben de her zaman yırtıcı adamları sevdim.
Nouma’yı mesela, Cantona’yı, Gazza’yı...
Bende durum böyleyken, tepeden bakan bazı edebiyatçılar, futbol deyince surat ekşitir. “Futbol kitlelerin afyonudur” der. Ama her yerde oynanan oyunlara baktıkça, futbol benim için en masum ve en güzel oyun.
Albert Camus’nün kalecilik yaptığını bilir mi acaba onlar?
Peki ben, Camus’nün “Hayatta ne öğrendiysem futboldan öğrendim. Çünkü top hiçbir zaman beklediğim köşeden gelmedi” deyişini duyduğum zaman ne kadar mutlu olduğumu anlatabilir miyim?
Salı günü buna benzer bir mutluluk daha yaşadım. Yıllardır kitaplarını okuduğum biri benim yazımı okumuş. Türk Şiiri’nin önemli ismi, usta çevirmen Özdemir İnce, köşesinde derbiyle ilgili bir yazı yazdı. Ve o yazıda, üstadın bir futbol geçmişi olduğunu öğrendim.
Yalnız değilsin demek ki!
Bunu öğrenmenin sevinciyle kendi kendime “yalnız değilsin demek ki!” dedim.
Bir de, Özdemir İnce, yazısında benim yazımdan bir bölümü alıntılayıp, benim üzerimden bütün spor medyasına sıkı bir eleştiri getiriyordu!
Yaşamak adlı şiirindeki “yaşamak istiyorum bütün insanlarda, / yürümek istiyorum yollarını dünyanın, / karışayım, her şeyde bir parçam kalsın” dizeleriyle içimdeki kaygı ve telaşı anlatan şair! Bunca yıldır verdiğim ve ölene dek vereceğim kavgayı 4 dizede anlatan kişi!
Gurur duydum.
“Daum kanatlarda Topuz ve Gökhan ile Arda’yı, Carlos ve Vederson ile Keita’yı kilitledi ve savunmayı önde kurarak Galatasaray’ın oyun kurmasına engel oldu” türünden sade suya tirit yazılar yorum bile değil” diyordu yazısında.
Söylemek istediğini anladım, söylediklerini düşündüm. Usta, şiirleri gibi salı günkü yazısıyla da bir şeyleri gösterdi bana. Ama koskoca derbinin taktiksel analizini neden bir iki cümleyle geçtiğimi anlatırsam da dinler umarım. Üstadım, ben futbolda hep İkinci Yeni Şiiri’ni buldum.
Ağır ol Bay Düzyazı.
O bıçkınlığı, o yaratıcılığı, Cemal Süreya’nın “Ağır ol Bay Düzyazı / Sen ancak uçağa binebilirsin!” dizelerindeki humour’u buldum.
Olanla olabileceklerin açmazını aradım. Şimdi de yazmaya çalışıyorum.
Kendimce, topun üzerinden atlayan Carlos’tan çok, o topu ıskalayan defans oyuncusunun ruh halini sorguladım. Ama memlekette adettendir; futbolu bildiğini göstermen gerekir. Her yerde!
O yüzden, ben de adeti bozmayayım diye, en basit cümlelerle maçı neden Fenerbahçe’nin kazandığını söyledim.
Bu cümleleri maç gecesi 50 kişi söylemiş olabilir, haklısınız. Ama Christoph Daum da basın toplantısında bunu söyledi.
Eğer Daum farklı bir taktik sunduğunu açıklasaydı, amenna, yanılıyordum. Ama maçın özeti zaten buydu.
Bir şairle futbol muhabbeti
Pozisyon ofsayt mıymış? Doğrudur. Penaltı mı? Diyelim ki değil.
Kendime şunu sordum; Alex kendini niye atsın?
Roberto Carlos, Keita’ya yapıştı; sarı kart. Hakem devam ettirmek istedi, ta ki Keita düşene kadar. Çünkü önü boştu boksörün. Bünyamin Gezer, “Keita sıyrılırsa avantaj olur ve oyun durunca da Carlos sarıyı görür” dedi. Ama Keita daha düşmeden yumruğu koydu tabii. Tıpkı Kasımpaşa maçında taç çizgisinin kenarında rakibine salladığı yumruk gibi...
Sözün özü; pratikte futbolun kaç kuralı var ki zaten? Basit bir oyun değil mi hani İngilizlerin deyimiyle? Basitlerin kazandığı bir oyun!
Ben de taktiksel anlamda basit bir yorumda bulundum. Türkçe’nin güzelliği işte.
Size “yavan” ve “içi boş” geldi.
Ama demem o ki, iyi ki de öyle gelmiş.
Hala yanlış düşündüğüme kanaat getiriyorsanız, yine de ne mutlu bana. Hayatımı verdiğim şiire, hayatını veren bir şairle futbol muhabbeti yapabilmiş oldum.
Yazının Devamını Oku

Derbi bu mudur budur!

27 Ekim 2009
Liverpool-Manchester United maçında toplamda 33 faul çalındı. Bizimkinde 31. Arjantinlilerle biz maçı aynı tepkiler ve saldırganlıkla izliyoruz. Dünya’nın en iyi ligi Premiership’te ise, tempo sahada.

PAZAR günü Dünya Derbi Günü’ydü. Liverpool-Manchester United, River Plate- Boca Juniors ve bizimki.
Liverpool maçında toplamda 33 faul çalındı. Bizimkinde 31... Oyunun kesilmesi açısından arada pek fark yok.
Ama Liverpool maçını seyredenler devre arasında hakem Andre Marriner’in çevresini saran Carrgaher, Giggs, Mascherano, Rooney, Ferdinand’ı görmüşlerdir. Sir Alex’in 4. hakeme serzenişleri de cabası...
Çünkü bu rakam Premiership ortalamasının üzerindeydi. Hakemin sürekli faul çalıp oyunu durdurduğu pozisyonlar o kadar çoktu ki, iki takımın oyuncuları da durumdan memnun değildi.
Türkiye futbolu, Güney Amerika liglerine daha yakın. Temposu daha düşük, gerginliği çok yüksek. Tribün kültürü de aynı. Hatta tribün mimarileri bile.
Arjantinlilerle biz, maçı aynı tepkiler ve saldırganlıkla izliyoruz.
Dünya’nın en iyi ligi Premiership’te ise, tempo sahada.

Yazının Devamını Oku

Colinfobia

26 Ekim 2009
HAKEMLERİ konuşmaktan futbolun güzelliğini konuşamıyoruz. Ama bir iki şey söyleyip hemen geçeceğim.

Zaten herkesin gördüğü pozisyonlar; Lugano’nun sıkılan boğazı, Alex’in golünde Carlos’un ofsaytta olup olmadığı vs...
Ama sahada kuralları uygulamayı biraz da “asayişi sağlamak” zanneden Bünyamin Gezer’in büyük bir korkusunu açıklamak lazım. Colinfobia.
Kazım ne zaman bir topa hareketlense, Bünyamin Gezer kaşlarını çatıp “kımıldama” dedi.
Ne zaman görsek, bakışları “atarım” dese iyi, “askerliğini yakarım” der gibiydi...
Eli kolu bağlanan Kazım’ı bir yana bırakırsak, maçın en iyi oyuncusu Daum’du. Rijkaard karşısında üstünlüğü o sağladı. Kanatlarda Topuz ve Gökhan’la Arda’yı, Carlos ve Vederson’la da Keita’yı kilitledi. Maçlarında, oyunu rakip ceza sahasının önünde kuran Galatasaray’ın top taşımasını engelledi. Yani Bünyamin Gezer Kazım’ı, Daum Galatasaray’ı bağladı.
Ergün Penbe “Kadıköy’deki bir maçımızda, aramızdaki bir arkadaşın ilk Fenerbahçe derbisiydi. Soyunma odasında heyecandan kusuyordu. Hasan Şaş o kadar Galatasaraylıydı işte, düşünün” diyor.
Bu maçta soyunma odasında kusan oldu mu, bilmiyorum.

Yazının Devamını Oku

Afara Cu Becali!

23 Ekim 2009
STEAUA Bucharesti’nin taraftar sitesi yayınını durdurmuş ve sayfanın ortasında kocaman bir yazı; “Afara Cu Becali!”<br><br>Taraftarlar, kulübün sahibine “Defol git Becali!” diyor. Bütün forumlarda, internet sitelerinde taraftarlar Becali’ye kin kusuyor.

Haklılar mı? Kesinlikle.
Çavuşesku döneminin kalıntıları Rumen futbolunda hala hüküm sürerken, nam-ı diğer Jijinho’nun kafa yapısını biraz daha anlamak için Galatasaray’la eşleştikleri dönem ne söylediğine bakalım;
“Hristiyanlar olarak Müslüman bir takım karşısında zafer kazanmak zorundayız. Bunun için Meryem Ana’ya dua edeceğim...”
Dinler arası savaş için yeşil sahayı seçen Becali’ye o gün Meryem Ana kızdı mı bilemiyorum. Ama o maçın sonucunu düşünürsek, işe yaramadığı kesin. Kimbilir belki de tek yapması gereken iyi futbol oynamayı amaçlayan bir mantalite oluşturmalıydı.
Çünkü Steaua evindeki son iki uluslararası maçını seyircisiz oynandı. Sebebi mi?
Irkçı tezahüratlar...

MIKE TYSON vs EVANDER HOLYFIELD

Tarihe geçmiş bu maçı hatırlarsınız. Hani Tyson’ın rakibinin kulağını ısırdığı boks karşılaşması...

Yazının Devamını Oku