Ebru Çapa

Gencistanbaşı

18 Şubat 2007
Yeni Türkmenistan Devlet Başkanı’nın adı Kurbankulu Berdimuhammedov... Bu durumu göz önünde bulundurunca, ay ben, Ahmet Genç’in isminin nispeten kısa olmasından dolayı bi’ sevin bi’ sevin!!! Geçtiğimiz günlerde, 21 Aralık’ta ölen Saparmurat Türkmenbaşı’nın yerine seçilen Türkmenistan Devlet Başkanı, bizim Başbakan’ın da aralarında bulunduğu birçok devlet liderinin şehadet ettiği bir törenle göreve başladı.

Yeni Türkmenistan Devlet Başkanı’nın adı Kurbankulu Berdimuhammedov... Ben bu ismi okuyunca, ilk etapta bir gazeteci olarak, kendi adıma korktum. Adamla ilgili iki kalem bir şey çiziktirmeye kalksan ve koca yazının içinde ismi üç-beş kere geçse, en az birinin tashihli yazılması mümkün. Yok böyle git git bitmez bir isim.

Neden sonra, yeni Devlet Başkanı’nın, (İsim zikretmekten kaçındığımız, dikkatli okurun gözünden kaçmamıştır!) ölen Türkmenbaşı’na biraz olsun benzemesi ihtimalini düşünüp, kendi bencilliğimden utandım ve esas Türkmenistan’da yaşayanlar adına üzüldüm.

Bildiğiniz üzre, Türkmenbaşı’nın "hafif" tombiş bir egosu vardı. 1940’ta fakir bir işçi ailesinin çocuğu olarak Saparmurat Niyazov ismiyle dünyaya gelmiş, babasını 2. Dünya Savaşı’nda, ailesinin diğer fertlerini 1948’deki Aşkabat depreminde kaybetmişti. Yetimhanelerde ve uzak akrabalarının ellerinde büyümüştü.

1990’da Türkmen Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’nin ilk Cumhurbaşkanı olarak seçildi. Gerisi de tarih... Tarih dediysek; eleman; "Tarih beni iyi anacak; çünkü tarihi ben yazacağım" diyen Winston Churchill’den ilham almış olacak, tamamen kendisinin yazdığı bir tarih...

1993’te kendisini Türkmenbaşı ilan etti. Krasnovodsk kentinin ve Rusça’dan gelen Yanvar olarak bilinen Ocak ayının ismini Türkmenbaşı olarak değiştirdi. Memleketin dağına taşına ve her köşe başına kendisinin ve annesinin devasa posterlerini astırıp heykellerini diktirdi. Kendi yaşamını yazdığı Ruhname’nin bütün okullarda okutulmasını buyurdu. Nisan ayının ismi annesinin adı olan Kurbansultan’la, Eylül ayının adı da Ruhname ile değiştirildi. Haftanın günleri de onun emriyle Dinçgün, Başgün, Yaşgün gibi anılmaya başladı. Yetmedi; giderayak kendini peygamber ilan etti ve müracaatı Allah katında ne kadar kabul görmüştür bilinmez, gayet dünyevi bir kalp kriziyle terk-i álem eyledi.

Şimdi yeni Devlet Başkanı da böyle bir tip çıkarsa diyalogları düşünebiliyor musunuz?

"Doğum günün ne zaman?", "21 Berdimuhammedov canım."

"Merhaba hemşerim, yolculuk nereye?", "Berdimuhammedov’a hocam..."

"Ne okuyorsun abi?", "Berdimuhammedovname’ye başladım ama daha başlığı bitirme faslındayım."

Ölme eşeğim ölme...

Bu durumu göz önünde bulundurunca, ay ben (!) Ahmet Genç’in isminin nispeten kısa olmasından dolayı bi’ sevin bi’ sevin!!!

Eyüp de bir nev’i özerk cumhuriyet olsa gerek; dere tepe cadde sokak, her yere Eyüp Belediye Başkanı Ahmet Genç’in ismi nakşediliyor zira... Pierre Loti’den ismini alan Piyer Loti kahvesinin bulunduğu Haliç’e bakan tepe de halk arasında Piyer Loti olarak anılıyor ve Büyükşehir Belediyesi itiraz etmeseydi, ismi Eyüp Tepesi olarak değiştirilecekti ya...

Milliyet’in manşetten gördüğü haberde araştırmışlar... Eyüp’te Fahri Korutürk, Turan Güreş gibi cadde ve sokak isimleri değiştirilmiş. Onların yerine ErGenç, FiGenç, ÖzGenç GürGenç ve şahsi favorim olan GezeGenç şeklinde sokak isimleri münasip görülmüş. Gerçi Genç, kendisinin uçmadığı, birtakım "dangalak" bürokratların kendisini uçurmaya çalıştığı iddiasında bir şeyh...

Mehmet Demirkaya imzalı haberde şöyle diyor: "Toplantıda ’Kim bu dangalak?’ dedim. Böyle bir isim koyabilir mi? Böyle aptalca bir şey olur mu? Çalışmayı Büyükşehir ve Eyüp Belediyesi ile TÜİK (Türkiye İstatistik Kurumu) ekipleri yürüttü. Hálen bu sokak isimlerinin hiçbirine bakmış değilim. 800 yeni ismin nereye konulduğunu bilmiyorum. Fahri Korutürk Caddesi de yerinde kalacak. Turan Güneş de yerinde kalacak."

İyi bari... En azından bundan böyle bu gibi değişiklikler gerçekleşirse, hadisenin bir "dangalaklık" olduğu, kendi ağızlarından teyit edilmiş durumda...

Oy oy Kleo hani o güzellikler?

Perşembe günü haberleri tararken şahsımı en çok eğlendiren haber -ki memleket ahvaliyle alákadar olanlar hak verecektir: eğlenebileceğiniz bir durumla, hele ki bir haberle çok sık karşılaşamıyorsunuz maalesef- Mısır Kraliçesi Kleopatra üzerine olanıydı.

Efendim, İngiltere’deki Newcastle Üniversitesi uzmanları, MÖ 32 yılına ait, bir yüzünde Kleopatra, bir yüzünde Antonius’un suretinin bulunduğu -isterseniz tekrar edip iyice bir sindirin- tam 2 bin 39 yıllık bir sikkeyi inceleyip, tabiri caizse gerçek karakterlerin Elizabeth Taylor ile Richard Burton’a benzemediklerine karar vermişler.

Meğersem Kleopatra’nın çenesi çıkık, dudakları ince, burnu keskinmiş. Antonius’u hiç sormayın: Pörtlek gözler, kalın boyun ve çengel boyun!!!

Gerçi uzman Müze Müdürü Lindsay Allason-Jones; "Romalı yazarlar, zaten Kleopatra’nın zeki ve karizmatik olduğunu, baştan çıkarıcı bir sesi olduğunu yazıyor, güzelliğinden hiç söz etmiyor" da demiş ama... Biz yine de cümleten Kleopatra’nın "çirkin çıkması" karşısında dehşete kapılmış durumdayız.

Haberin duyurulduğu başlıklara buyrun:

Hürriyet: Kleopatra ve aşkı Antonius sanılanın aksine çirkinmiş

Milliyet: (Üst başlık) Hollywood herkesi kandırmış! (Başlık) Kleopatra’nın çirkin yüzü!

Vatan: Kleopatra da sevgilisi de çirkin çıktı!

Akşam: Kleopatra çirkinmiş!

Radikal (Şahsi favorim): Kleopatra bizi kandırdı

Görüyor musunuz; adi Kleopatra ile hain Antonius çirkin çıktı!!! Sezar mezarında şöyle fırrr döne döne bi’ kalksın, sonra bi’ daha bi’ koşu düşsün oldu olacak...

Gerçi meselá Rönesans döneminin tablolarındaki tombul ablalar ya da Mona Lisa bugün yaşıyor olsa, Calvin Klein ya da ne bileyim Yıldırım Mayruk defilelerinde podyuma biraz zor çıkartır; bayi toplantılarında filan da biraz zor rağbet görür ama...

Zamanında güzel olarak algılanıyorlarmış işte...

Kimbilir, hani estetik operasyonla, tornadan çıkmış gibi görünen şimdinin sıfır beden güzellerini de belki o dönemlerde kimselere kakalayamayabilirdik... "Bu ne be? Üzerinde bir dirhem et olmayan, ele gelmeyen, burun deliklerinden beyninin gri hücreleri görünen, boyası gelmiş kadın rengine boyalı saçlı kadından kadın mı olur?" filan şeklinde bir tepkiyle karşılanabilirdi.

Cık cık cık; çok ayıp. Hiç hoş değil yani... Onlar yazıtlarına; "Bakın, 2036 yıl sonra Türkiye diye bir ülke olacak. Hah, işte onların şu şu şu isimli mankeni çirkin çıktı!" yazıyorlar mı?
Yazının Devamını Oku

Sevgililer Günü vesilesiyle soruyorum: Hálá aşk var mı?

17 Şubat 2007
Hadi gözümüz aydın ve hatta geçmiş olsun; bu satırların kaleme alındığı gün, bir Sevgililer Günü patırtısını daha taze atlatmış bulunuyoruz. E, iyi misiniz bari?

Hediye stresiydi, restoran rezervasyonu yaptırma derdiydi, normalin üzerinde para bayıldığınız hálde kalabalıktan dolayı kaliteli servis alamamış olmanın siniriydi; hepsini kazasız belásız aşabilip, üzerine afiyetle sevişebildiniz mi?

Bendeniz, tanımayanlar da girizgáhtan anlamış olmalılar; manitalı dönemlerim olsun, manitasız dönemlerim olsun; oldum bittim bu müstesna günden hazzetmeyi becerememiş, becermeye niyeti de olmayan o "uyuz" takımındanım.

Yanlış anlaşılmasın. Her kadın kadar romantizme meraklıyım. Seneler içinde doğruluğu teyit edilmiş şeyler oldukları, ekseri komik de bulduğum için klişe denen naneden ve onun verdiği rahatlık duygusundan da hoşlanırım.

Gelin görün ki benim romans anlayışım biraz farklı olduğundan mıdır nedir; bir kalıp olarak "romantizm klişeleri"ne tahammül edemiyorum; hafakanlar basıyor. Romans ve klişe kelimeleri bir araya geldiğinde, benim bünyede nitro ve gliserinin bileşiminin yarattığı etkiyi yaratıyor.

O gün üzerinize afiyet, biraz kırığım. Etim ayrı, kemiklerim ayrı, iliklerim ayrı, boğazım ayrı, başım ağrı ağrıyor. Direkt eve sığınma kararındayım.

Marketten bir şeyler aldım; eve doğru yola koyulacakken, kapının önünde gencecikten bir kıza rastladım. Cep telefonunu kulağına yapıştırmış, manitasına çemkiriyor: "Bak sana daha önce de söyledim Berk! Kötü bir şey söyleyeceksen yüzüme söyleme... Hayır, kulağıma da söyleme! Mesaj çek! Hem de böyle bir günde; inanmıyorum sana yaaa..."

AŞK BAHANE

Takdir edersiniz ki ohafalanoldumyani... Ben bu toplara girmeyeli, literatür epey bir değişmiş. Yani, benim bildiğim, insan boktan bir şeye maruz kalacaksa, ne bileyim terk merk edilecekse, ya da böyle "özel" bir günde ekilecekse, bunun yüzüne, ya da en azından telefonda "kulağına" söylenmesini tercih eder. Mesajla geçiştirmek daha büyük edepsizlik, geçiştirilmek, daha ağır bir şey değil midir?

Neyse ya... Eve çıkıp, televizyonun karşısına konuşlandım. ComedyMax’deki sit-com’ların "sevgililer gününe özel" bölümlerinden mola aldım ve vazife aşkıyla müzik kanallarının arasında dolanmaya başladım.

Veee, her köşesinde bir kalp pörtleyen ekranda beliren onca aşk şarkısı içinde, bu "özel günün" yüzü suyu hürmetine, Redd’in Hálá Aşk Var Mı? adlı şarkısının klibinde karar kıldım.

Bilenler bilmeyenlere anlatsın; başlıkta aşk geçiyor olabilir ama şarkı, dünya düzenini çomak sokmacasına sorgulayan, sağlam sözleri olan güzel bir şarkı:

"Çöpü kalmış, elma masal / Bu toklukta adem n’apar / Esir olmuş, televizyon bakar / Külü kalmış, ateş masal / Akıl vermiş, neye yarar? / Hapı yutup rüyaya dalar / Bu boşlukta insan n’apar / Canı sıkılır Ay’a dalar / Kendi bakar maymunu yollar / Gözü döner, adam asar / Sonra Mars’ta hayat arar / Canlı yayında şeytanlar / Bir melek, bir tanrı, bir şeytan var mı? / Bir çirkin, bir güzel, hálá aşk var mı? / Bir melek, bir şehir, bir dünya var mı? / Bir insan, bir güzel, hálá aşk var mı?.."

SIRADA BÜLTENLER

Kirli Suyunda Parıltılar albümünün ikinci çıkış şarkısı olan Hálá Aşk Var Mı’nın, videosu Murad Küçük yönetmenliğinde, 16 mm. filme çekilmiş bir performans klibi... Görüntü yönetmenliğini Doğan Sarıgüzel üstlenmiş. (Evet, bildiniz, bülten faslına geldik.)

Doğal ışıklar kullanılarak bir rock band prova stüdyosu ortamı sağlanmış. Şarkının içeriğine gönderme yapan gazete kupürleri (Ki klipteki "Temiz medya istiyoruz" benzeri manşetleri gerçek hayatta da görmeyi, hatta daha da iyisi, öyle başlıkları görmeyi gerektirmeyecek temizlerden daha temiz, beyazlardan daha beyaz bir basın ve medya sektörü görmeyi, bir sektör azası olarak, biz de çok isteriz doğrusu.) ve albümdeki şarkı sözlerinden alıntılar, görsel zenginlik olarak mekána eklenmiş. (Olmasa Mektubun’un klibini hatırlayanlar elini kaldırsın?)

AŞKI NASIL BİLİRDİNİZ?

Vee: Efen’im: Şarkıda aşk kavramını, herhangi bir şeye karşı duyulan koşulsuz ve çıkarsız pozitif yakınlık hissi olarak kullanan Redd, "Hálá aşk var mı?" sorusu ile medeniyet ve modernliğin insanı soktuğu háli eleştiriyor(muş). Fırsat eşitsizliğini, güçlünün zayıfa karşı kendini haklı gösterdiği eziyeti, televizyonlar karşısında gündemi değişen insanoğlunu ve iyiyle kötünün bile yoruma açık olduğu günümüz dünyasını "Bir melek, bir tanrı, bir şeytan var mı?" sözleriyle sorguluyor(muş). Ayrıca "Gözü döner adam asar, sonra Mars’ta hayat arar" cümlesiyle olduğu gibi, insanın yaşamak için mi öldürmek için mi modern hayatın ekipmanlarını daha fazla kullandığının üzerinde duruyor(muş).

Korkarım bu sorulara böyle derin gireceksek; kafadan "Aşkı nasıl bilirdiniz?" diye sormak da mümkündür.

Ne diyordu o genç kardeşimiz Berk’e?: "Hayır yani Berk, kaç kere söyledim, kötü bir şey söyleyeceksen yüzüme söyleme, mesaj çek!!!"

Hálá aşk var mı ha? Vardır herhálde. Olsun ister deli gönül...
Yazının Devamını Oku

Şakül

16 Şubat 2007
Uzuuun süredir, allame-i cihan takımından bir arkadaşımızın memleket ahvaline bakıp kurduğu o cümle, beynimde yankılanıyor. Farz edelim ki benim beyin bir alışveriş merkezinin asansörü, fonda Richard Clayderman inadıyla, mütemadiyen, aynı cümle dönüyor:

"Bu ülkenin muhakeme şakülü şaşmış..."

...Demişti sepsevgili dostumuz. Şaşakalmış şaşkın şakül; düzelmeler bilmiyor.

Geçtiğimiz günlerde, 30 yaşındaki Özgür A. isimli bir vatandaşın, yediği ve yakalandıktan sonra "Özgürlük için yaptım" cümlesiyle açıkladığı haltları okudunuz mu?

Cihangir Parkı’nda bulunan Oğuz Aral heykelini benzin dökerek ateşe verdi.

Daha sonra Taksim Eğitim ve Araştırma Hastanesi giriş kapısında bir molotof kokteylini ateşleyip yere fırlatarak kaçtı.

Yaklaşık beş dakika sonra, İstiklál Caddesi’nin kalabalığının içine dalıp, bir giyim mağazasının önünde bir molotof kokteyli daha yaktı.

Tam mağazaya atacağı sırada kendisini fark eden Çevik Kuvvet polisi hadiseye müdahale etti.

Özgür A., bu sırada elinden düşürdüğü molotofun alev alması üzerine karnından ve ellerinden yanarak yaralandı.

Yakalandıktan sonra, az önce kapısına molotof kokteyli fırlattığı Taksim Eğitim ve Araştırma Hastanesi’ne kaldırıldı.

Niye? Özgürlük için...

Memlekette deliler özgürlüğünü ilan etmiş, özgürlük uğruna öyle siyasi bir figürün filan değil, ömrünü düşünce özgürlüğü yolunda, mizah gibi anarşist bir sanatın peşinde yaşamış Oğuz Aral gibi bir adamın heykelini yakmaya soyunuyor...

Bununla birlikte, TBMM’nin gündem maddelerinden biri, Metin Şentürk’ün rekor girişimi...

Jet-ski maceralarının gördüğü ilgi kesmemiş olsa gerek ki Şentürk, otomobille 300 km hız yaparak rekor kırarak ve Guinnes Rekorlar Kitabı’na girmesi yolunda yardımcı olunması için Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’dan ricacı oldu bildiğiniz gibi.

Başbakanımız da tüm erdem ve hasletlerinin yanında, bir Adnan "Abi" Şenses olsun, bir Metin Şentürk olsun, bu tarzda performans sergileyen beyefendi sanatçılarımızı kırmamakla da tanınan, yumuşak kalpli bir hizmet insanı, yine bildiğiniz gibi.

Şentürk’ün ricası üzerine, "Hemen ilgilenilsin" talimatı vermesi, muhalefetin tepkisini çekti. CHP İzmir Milletvekili Ahmet Ersin, Başbakan Erdoğan’ın yanıtlaması istemiyle, Meclis’e bir yazılı soru gönergesi sundu. Ve; "Bu davranışınızla, hem sanatçının yaşamını tehlikeye attığınızın hem de kötü örnek olduğunuzun farkında mısınız?" diye sordu.

Farkında mıdır değil midir, hatta umrunda mıdır bilemem de... Keşke Oğuz Aral’ın heykelinin dikildiği dönemde "Cihangir Parkı’ndayım" diyebilseydi, deseydi...

Ha, ama kendileri karikatürden, meselá "Beraber yürüdük biz bu yollarda" nakaratıyla terennüm edilen Bana Her Şey Seni Hatırlatıyor şarkısı kadar hazzetmiyor, hatta hiç hazzetmiyor. Doğru ya... O da var di mi...

"Ne alaka?" mı diyorsunuz? "Delinin biri özgürlük için Oğuz Aral’ın heykelini yakıp oraya buraya molotof atıp saçmaladı diye, bunun faturasını da mı Başbakan’a çıkaracağız?"

Şaşkın muhakeme şakülü kimsenin tekelinde değildir derim. Taammüden saçmalama özgürlüğümü kullandığımı belirtir, bu konuda 400 km süratle saçmalama rekoru kırma hedefiyle akselerasyonumu artırma iddiasında çalıştığımı gururla beyan ederim.

Keyif benim, şakül benim kardeşim. Siz karışamazsınız bi’ kerem... Evet, bildiniz, her şey özgürlük için...
Yazının Devamını Oku

Doğumgünü hediyesi

15 Şubat 2007
Salı sabahı annemin 81 adet cevapsız çağrısının üzerine pes etmeyip 82. defa aramasıyla uyandım. Bağcılar mahkemesine doğru yollanmam gerekiyordu fakat akşam, avukatın telefonunu beklediğimi anneme söylemeyi unutmuşum. Kargalar kahvaltı etmeden uyandıramamış olmanın paniğini yaşıyor.

"Sana kalsa üniversite sınavına gireceğin gün de uyuyacaktın. Allah’tan o zamanlar elimizin altındaydın da orandan burandan çekiştirip sürükleyebiliyorduk. Hapse gir de gör gününü..."

Cevap vermeye takatım yok; "Hö? Ne? Sınava mı geciktim? Bu yetişkinlikte görülen o kábuslardan mı?" filan şeklinde geveliyorum.

Neden sonra doğumgünüm olduğu için insafa geldi. Geldi gelmesine de... Hayatımda böyle öfkeli bir doğumgünü tebriği aldığımı hatırlamıyorum.

"Hadi bebeğim sağlıklı, mutlu, aklı başında, sevgi dolu bir yıl olsun" filan diyor ya, tonlamasına bakacak olursanız, sanki mahkeme kapısında "Akıllı ol akıllııı!" şeklinde çemkiriyor.

Bir şekilde kendimi yataktan kazıdım, duşumu aldım, yola döküldüm.

Bağcılar dediğiniz, hani il olsa hakkıdır, sınırından merkezine bir dünya yol, git git bitmiyor.

Öğlen tatilinden önce, ifade verecek son kişi olarak içeri girdim ki ne göreyim?

Soner’le (Yalçın) bu hafta içinde görüşmek üzere sözleşmiştik, kendileriyle mahkemenin sanık kafesinde buluşmak üzere randevulaşmışız meğer; haberimiz yokmuş.

Ben içeri girip onu öyle görünce gülme tuttu. Bastırmak için şekilden şekile giriyorum. Onun bana ensesi dönük olduğu için varlığımdan bihaber.

Onun davanın tanığı dinlendikten ve Soner azledildikten sonra, arkasını döndü; "Metroseksüel gördüm seni?" diye fısıldadım. Adamla ne kadar uzun süredir görüşmediğimizin payını saçlardan biçtim. Ben bıraktığımda iki numara falandı, şimdi maşallah, atkuyruğu Alinur Velidedeoğlu’na basar...

Ta 14 yıl önce yazdığı kitaptan yargılanıyor. "Basıldığı tarihin önemi yok şekerim" dedi; "geç okumuş abi n’apalım, okudukça açıyorlar, okudukça açıyorlar..."

Sonunda hadiseyi, "E bunu saymayalım, biz yine dışarda da bi’ buluşalım" tadında bağladık.

O kalktı sanık sandalyesinden, ben oturdum. İbrahim Tatlıses’in avukatı hanımefendi, 180 cm boylarında, Demet Akalın saçlı, manken edalı bir hanımefendi. Kendileri, İbo Bey yani, avukat seçerken bile estetik kaygılar güden, kadından anlayan biri anlayacağınız... Baktım baktım, takdir edesim geldi.

Hanımefendi şikayetçi olduklarını beyan ettiler. Ben savunmamı sundum. Ve ayıptır söylemesi, beraat ettim.

Karar açıklandıktan sonra, dağılırken; "Bu bir suç duyurusudur" başlıklı bir yazıdan dolayı hakkımda dava açılması da ziyadesiyle ironik, değil mi?" demiş bulundum.

Hakim Bey, son derece haklı bir noktaya parmak basarak; "Demek ki ne yapmıyormuşuz? Öyle durup durup suç duyurusunda bulunmuyor, mahkemeleri meşgûl etmiyormuşuz" dedi. Cümleten gülerek hemfikir olduk.

Fakat gelin de bunu o davaları açanlara anlatın.

Yine de bu aralar yarı yarıya su ihtiva eden bardağın dolu kısmını görmeyi bir yana bırakın, boş bir bardağa bakıp da "Dolu bu canım, bir damla daha olsa, vallahi taşacak" demecesine, eblehçesine iyimser bir tavır sergileme gayretindeyim. (Muhtemelen hayata geçirilemeyecek 35 yaş kararları no. bilmemkaç: Kasvet, kasvet nereye kadar; bundan böyle karamsar sulara yelken açılmayacak; hayatın güzel yanları da bulunduğu gerçeği bünyeye, telkin telkin üzerine, dayatılacak.) Bakınız, işte, hayat şirin sürprizlere gebe olabiliyor nitekim. Kim derdi ki, bu güzide yaşımın en güzel doğumgünü hediyesini İbrahim Tatlıses’ten alacağım?

Söylemiş miydim? Beraat...

Mahkemeden çıktım, gazeteye doğru gelirken, hadi bari günün şerefine şansımı zorlayayım dedim ve ağzıma, içinden mani çıkan fallı sakızlardan bir adet attım.

Ne çıksa beğenirsiniz? "Yıkıldı, değişti fikir / Gün geldi döndü devir / Yolda kısmet arama / Yárin internettedir."

Hö? Maniye gel...

Pes diyorum başka bir şey demiyorum. Devir, harbiden değişti. E háliyle Çapa da değişti. Hayatımda o topa girmişliğim yoktur; MSN olayına da mı gireceğiz yani şimdi?

Yok, yani o kadar da değil... Aşar beni... 50 yaş kararlarında bir daha düşünürüz...
Yazının Devamını Oku

Kişisel yazı

11 Şubat 2007
Sevgili günlük;<br>İki gün sonra, tastamam 35 yaşımı dolduruyorum. Ve bil bakalım, doğum günümü sabah saatleri itibarıyla nasıl bir faaliyetle kutluyorum? Memleketin en bi’ maço Pavarotti’sinin şahsıma açtığı davanın ikinci celsesinde ifade vermek üzere Bağcılar Mahkemesi’nin yolunu tutuyorum; iyi mi... Nasıl program?..

Hani bu yıl ayın 13’ü cumaya da denk gelmiyor ama yine de "Kader kardeş, espri anlayışın buysa, ben bi’ cumaya kadar gidiyorum, dönücem" diyesim var.

Zaten bu aralar, ’pek Kafkaesque’ (!) bir tonda seyrediyor hayat benim cephede.

Geçenlerde gazeteye gelen bir başka mahkeme davetiyesinde, nüfus cüzdanımda üç isimli olmama rağmen, M. Ebru Çapa (M’nin açılımı senle benim aramızda kalsın mümkünse!) olarak değil, sadece Ebru Çapa olarak, üstelik de 1972 değil, 1976 doğumlu ve tanımadığım bir ana-babanın, bilmemnebey’den olma, bilmemn’anımdan doğma "OĞLU" Ebru Çapa olarak çağırılıyordum. (Ben şimdi bir Rauf Denktaş olsun, bir Kaya Çilingiroğlu olsun, nesiller boyu çocuklarına kendi isimlerini koyan tombiş egolu mümtaz şahsiyetlerden aldığım ilhamla ve bu hadisenin de gazıyla, heyecanla beklediğimiz oğlan yeğene Ebru ismini koymamızı önermez miyim?!.)

Bir süre mahkeme davetiyesine salak salak baktıktan sonra, bizim hukuk bürosuna telefon açıp "Benim şimdi bu davetiyeyi kaale almam gerekiyor mu?" diye sordum.

Gerekebilirmiş... Neden olmasınmış; olabilirmiş... Neticede o káğıdın doldurulduğu bilgisayarın başına oturan da insan evladıymış; hata yapabilirmiş...

Nitekim, hakikaten de eskiden kalma, sürmekte olan, beni bağlayan bir davaya ait çıktı davetiye. Üzerinde, mahkemeye gitmemem hálinde, uzlaşmaya yanaşmadığım kanaatine varılacağına dair ibare var bir de!

Sümme haşa, di mi ama günlükçüm... Hukukun karşısında boynumuz kıldan ince... Uzlaşmaktan öte, kendilerinin uygun gördüğü şekilde kimlik, hatta cinsiyet bile değiştiririz icap ederse. Hem hadiseye avantajlı yanından bakalım. Durduğum yerde dört yaş gençleştim. Üstelik yine olumlu tarafından düşünecek olursak, bu kimlik bunalımı, neticede memlekette esen hava açısından, son derece trendy bile sayılabilir...

Hani eski MİT eski Yurtdışı İstihbarat Daire Başkanı Nuri Gündeş’in, Can Dündar’ın NTV’de yayınlanan programı Neden’de, Alaattin Çakıcı’ya, "Şimdi dinliyorsa beni yanaklarından öperim, eğer devlete bir hizmeti varsa" şeklinde mucccuklarını göndermecesine kahraman vatanperver muamelesi çektiği; kimin hangi birimin istihbaratçısı ya da tetikçisi olduğunun belli olmadığı bir ülkede, bizim kimliğimize gölgesi düşen şuncacık rötuş, çift hörgüçlü devede kulak bile sayılmaz.

Bu aralar 35 yaşın yüzü suyu hürmetine, dönüp biraz kendime bakmayı ve imajımda (!) birkaç değişiklik yapmayı hedefliyordum zaten. Benim açımdan işleri kolaylaştıran bir gelişme oldu, ne yalan söyleyeyim...

İmaj meselesi şöyle: Verilmiş sözlerim var... Meselá, bundan teee üç-dört yıl evvel bir ara, Neyyire, benim üzerinden bufalo sürüsü geçmiş gibi görünen botlarıma, yırtık pırtık gömlek, tişört ve kotlarıma bakıp da içi karardıkça; "Ebru be, hadi sana şöyle birkaç etek, elbise filan alalım" diye takılmayı huy edinmişti... Ben de "Daha gencecikten serseri bir ruhum; ama bak 35’imde söz Neyyire’ciğim" diye durumu bertaraf etmeyi...

Bununla birlikte, Ayça’nın saçımı uzatmam konusundaki ısrarları abartılı bir safhaya vardı. Benim saçları çekiştire çekiştire kendisi uzatacak derecede... Üstelik buna neden bu denli takmış olduklarını anlayabilmiş değilim ama valide de utanmasa ve yüreği elverse "Bak analık hakkımı helál etmeyeceğim" tonundan çalacak neredeyse. Belki biraz saçları filan uzatırım diyordum. Madem kaderde "hanımefendi sanatçı bağğğyan" olmak var, 35 yaş esprisi bábında biraz da öyle takılmayı deneriz; nedir ki diye düşünüyordum...

Birkaç hobi mobi edinirim... RTÜK’ün, gelen şikáyetler nedeniyle kadın kuşağı programlarına sınırlama getirmesi üzerine kadınlar kendilerini hobi ve el işleri programlarına vermiş meselá... Bursa Tuhafiyeciler ve Benzerleri Odası Başkanı Nedim Özbalaban, orlon ve yünün yanı sıra örgü şişi satışlarında da patlama olduğunu açıklamış. Ne bileyim, örgü mörgü örerim... Diyordum... Ki...

Şu "bilmemkim oğlu Ebru Çapa" faslı, huzura geldi. Şimdi imajımı silbaştan sorguluyorum. Gidip saçları şöyle iyice bir kazıtır, mahkeme huzurunda efendi ve saygılı bir görünüm arz etmek için kıravat takar, málûm müşteki şahısla da artık iyi geçinir, ondan "çi küfte" sanatının inceliklerini öğrenip onunla birlikte poligonda birkaç el silah milah sıkarım belki.

Hayat şak emrediyor, bakınız tak yapıyorum. Biraz daha büyüyünce vatana hizmet aşkıyla kırmızı bültenle aranıp yakalandığında hapse girme şerefine nail olabilecek bir ağır abi filan olmayı planlıyorum. Bizim yanacıkların nesi eksik? Şöyle ekranlardan mekranlardan bir öpenimiz çıkar diye umuyorum.

Hadi iki gözüm günlükçüm. Bundan sonra n’apıyoruz? Delikanlı álemlerde kurt misáli akıyor, reytingimize reyting katıyoruz. Ne yapmıyoruz? Meselá ööö’le karı gibi gülmüyoruz.

Topla kendini, kırıtma, oranı buranı kırdırtma...

Meçhul malın reklamı

Vatan’ın TV ekinden, Senaryo Gerçek Oldu başlıklı bir küçük haber: "Yeşim Salkım ile İlker İnanoğlu, bir süredir ’Babam Çok Değişti Anne’ adlı bir sit-com çekiyordu. Dizide İnanoğlu ve Salkım, boşanmış bir karı-kocayı canlandırıyordu. Ancak proje ikili boşanınca rafa kalktı. Henüz bir kanalla anlaşamamış olan ikilinin çektikleri pilot bölümleri ne yapacakları ise merak konusu."

Şu "Zihinlere bilmem ne sorusunu düşürdü", "Merak konusu oldu" haberlerinde beni esas meraka düşüren hep; "Şu meraklı turşucu zihin kime ait be abi?" sorusu oluyor.

Hani hakikaten böyle bir sit-com söz konusuyduysa, o pilot bölümler de gerçekten çekildiyse, hiç merak etmediğimiz hálde yakında en azından geyiğinin önümüze düşeceğinden hani neredeyse adım gibi eminim.

Hatta el artırayım: Talip bir kanal çıkması hálinde, dizinin de -muhtemelen üçüncü bölümde yayından kaldırılmak üzere- önümüze "Ayrıldık ama seviyeli bir dostluğumuz, hatta dizi iyi reyting alırsa, sizin güzel hatrınız için bir ömürlük aşkımız var" tadında saadet manzaraları eşliğinde geleceğinden de eminim...

Haberi ilk okuduğumda, "Ne bu artık; fıkra mı?" demiştim; kafadan vazgeçtim. "Ve şimdi ve hep ama hep reklamlar" daha münasip düşer kanaatindeyim.
Yazının Devamını Oku

Karanlık ve zor bir aşk

10 Şubat 2007
Bugün hesapta bambaşka bir klipten dem vuracaktım ama Mor ve Ötesi’nin Küçük Sevgilim’i yayına girmiş; mümkünü yok, pas geçmeye içim elvermez. Küçük Sevgilim, Büyük Düşler albümünden en azından bu aralar- favori şarkım. Durup durup farklı bir şarkıya daha da fazla kıymetini bilmecesine takılıyorum. Bu, benim için Mor ve Ötesi’nin albümleri söz konusu olduğunda, değişmez bir durum...

Bir ara Kış Geliyor favorim diyordum, bir ara Çocuklar ve Hayvanlar’ı gözbebeğim ilan ediyordum...

Ne zamandır ilk kez kafam biraz gönül işlerine yorulduğu için midir, bilemem, bu aralar paso Küçük Sevgilim’i dinliyor, ortalıkta bir ilişki milişki de yokken, dolayısıyla ne benim birine yaptığım bir şey, ne birinin bana yaptığı bir şey varken, durduk yerde gamlı baykuş gibi dertleniyor, içli köfte tadında içleniyorum.

İnsan uzun süre hiç kimseye karşı hiçbir şey hissedemeyince, bir noktadan sonra kendisinden korkar oluyor. "Ben biraz daha arayı açarsam, bu gidişle hadisenin fikrinden bile uzaklaşacağım; nasırlı duyargalarımın imkán tanıdığı rahatlığa iyiden iyiye alışacağım, aşk meşk meselesinin kepenklerini sonsuza dek kapatacağım" gibilerinden bir vehme kapılıyor.

Bu gibi endişelerin paniğiyle, biraz kendini kandırıp, biraz kendini sırtından itekleyip zorlayıp, kıpırdayası olmayan kalbine ve beynine zorla kıpırtı empoze ediyor.

Anlayacağınız, laf olsun torba dolsun hesabına, kendisine yeşillenecek birilerini arıyor, aramakla kalmayıp bir de üstüne buluyor.

Bunlar bünyeye lázım şeyler. Yok, yoksa, aşk şarkılarında hislenmek için hep envanterden faydalanmak gerekiyor. Geçmiş ilişkiler milişkiler hatırlanıyor, eski defterler açılıyor. Bitmiş gitmiş davaların peşinde, üstün başın manasızca küf kokuyor.

Bu gönül işlerinde envanterden kime ne hayır gelmiş ki canım?

E, uzun lafın kısası, bendenizde buldum öyle "hafif" bir şey, kendi başıma ve kendi çapımda oyalanmaktayım.

Yolda karşımıza daha iyi bir şey çıkarsa değerlendiririz elbet; şimdilik bu kadarı da yetiyor. Hatta yetmek de ne, insan hayat belirtisi verdiği için resmen mutlanıyor.

KETCHE BEY’İ TANIMAYANLAR PARMAK KALDIRSIN

Para parayı, manita manitayı çeker derler. Ki şahsi tecrübelerim de bu itikátı doğruluyor. Biz kenarından topa girelim, gerisi kendiliğinden gelir derim...

İşte böyle ıvır kıvır mevzularla cebelleşmekteydim. Kiii... Ne göreyim:

Müzik kanallarında Küçük Sevgilim...

Büyük Düşler’in ikinci videosu olan Küçük Sevgilim’in 16 mm film formatındaki klibini, piyasada Ketche olarak tanınan beyefendi yönetmiş. (Kenan Doğulu’nun Baş Harfi Ben’inin yönetmeni...)

"Karanlık ve zor bir aşkı anlatan" (Evet, her zamanki gibi tanıtım bülteninin yalancısıyız. Grubun ve yönetmenin sanatına kendimizce anlam yüklemekten kaçınmacasına, saygılıyız. Yerine ve adamına göre yapmayacağımıza da söz veremeyiz gerçi; ayrı...) anlatan şarkıya "film-noir etkisinde, yer-zaman-gerçeklik algılarıyla oynayan, sıra dışı bir klip" çekilmiş.

Klipte, karanlık ve zor aşkın erkek ayağını solist Harun Tekin canlandırıyor; kadın ayağında kendisine Güney Afrikalı oyuncu Caroline Roy eşlik etmiş.

Görüntü yönetmenliğini Takva ve Beyza’nın Kadınları’nda görev alan Soykut Turan, montajını Artun Topçudere üstlenmiş. Veee klibin telesine sanatçısı, daha önce David Bowie, Tori Amos, Jamiroquai gibi isimlerle çalışmış olan, dünyanın önde gelen renklendiricilerinden Dominic Aarons imiş...

Harun Tekin, kliple ilgili şu şekilde dile gelmiş: "Yıllardır birlikte çalışmak istediğimiz yönetmen Ketche ile bu özel klipte buluşma fırsatı yakalamış olmamız çok sevindirici; bunun ne kadar anlamlı bir deneyim olduğunu o günü geçirmeden öğrenemezdik. Ketche’nin sezgilerinin gücünü, şarkıyla kurduğu bağın derinliğinde ve bunun ekrana yansımasında hissettik." (Yıllardır mı? Bu Ketche Bey’in ismiyle, pardon, müstearıyla yeni müşerref olan da bir tek benim herhálde?)

Bu arada, grup, haftaya bu akşam, Beyoğlu Yeni Melek’te konser veriyor. Onu da belirtelim ve şu bülten konusunu kapatalım derim.

ÇOK ŞEY İSTİYORUM, ÇOK...

Her şey bir yana... Ben şimdi, aşktı meşkti, o toplara da girdik girmesine ya, yine de, yanı sıra, bir şeyin daha derdindeyim... İstiyorum, ama çok istiyorum ki üçüncü klip Darbe’ye çekilsin. Ve çok ama çok istiyorum ki o klip Türk ekranlarında yayınlanabilsin.

Rap bile yayınlamaktan tırsan tatlı su müzik kanallarının olduğu bir ülkede, e, dünya háli, háliyle ticari kaygıları da olan bir grup, nasıl olsa yayınlayan çıkmaz düşüncesiyle bundan çekinebilir. Hakkımız kalmaz ayrıca; zira mantık ve özellikle de "akıl" bunu gerektirir, yanisi hak da verilir, haklar helál de edilir...

Yine de Televizyon Makinası’nın yılbaşından önceki gece yayınlanan bölümünde "Aman da bu gece aşktan meşkten dem vuralım, böyle politize ve kaka konulara hiç bulaşmayalım" tribine rağmen, hazır laf da açılmışken, çıktıkları her programda ve verdikleri her röportajda yaptıkları üzre, yine Darbe’den dem vurdular, hatta şarkıyı canlı yayında icra ettiler ya...

Olmaz olmaz demeyelim, olmaz olmaz; neden olmasın, diye düşünmeden de edemiyorum. Ve o şarkıya dair iki çift kelámın hakkını, nasipse, klibinin yayınlanacağı bir baharda sarf etmek üzere, bir kenarda mahfuz tutuyorum.

Garibin ekmeği umut modeli...

Dedim ya; çok, çok ve ama çokkk istiyorum... Fakat tabii diyebilirsiniz ki bu da benim eblehliğim. Bendeniz meselá, Marmaris’te yaşayan ve haftasonu magazin dergilerinden kestiği artizlerin çıplak fotolarına bakarak nü tablolar yapıp kendini ressam sanan birilerinin yargılandığını ve ceza aldığını görmeden ölmeyeyim de istiyorum.

Bunun yanında, Mor ve Ötesi’nin bu ayki Billboard’da yayımlanan röportajlarında da bahsi geçtiği üzre, 17 Mart’ta İstanbul’da gerçekleşecek Irak işgalini protesto eylemi öncesinde vereceği konserin, iki yıl önce Sultanahmet’te gerçekleştirmeyi planladıkları seferkinin akıbetine uğramamasını, yani yasaklanmamasını da hararetle umuyorum.

Çok çok çok çok çok şey istiyorum. Ha, bana sorarsanız, doğal olarak olması gerekeni istiyorum; o da ayrı...

İsteyenin bir yüzü kara; vermeyen hayatın utancından yüzü kızarsın diyelim...
Yazının Devamını Oku

Gözlere çiklet

9 Şubat 2007
"Televizyon, yapacak hiçbir şeyi olmayan insanların hiçbir şey yapamayan insanları seyretmelerini sağlayan bir aygıttır" demiş Fred Allen. Tasarımın Özüsözü adlı, kendisi de son derece "şık" bir tasarım olan ve bu tasarımın kapsama alanına giren muhtelif altbaşlıklar çerçevesinde toparlanan aforizmalardan derlenen kitaptan öğreniyoruz.

Geçenlerde televizyonda, Sidney Lumet klasiği Network’ü yakalayıp tekrar izlemek gibi bir şansım oldu. William Holden, Faye Dunaway, Peter Finch ve Robert Duvall’ın başrolleri paylaştığı, 1976 yapımı, şahane bir filmdir; hararetle tavsiye edilir.

Film, ABD’nin hayali UBS kanalının, özel hayatındaki çalkantılar nedeniyle balatayı sıyırmış, ekranın önündeki zırvalamaları televizyon seyircileri tarafından büyük ilgi görünce kanal yönetimi tarafından iyice gaz verilmiş ve hepten zıvanadan çıkmış anchorman’i Howard Beale’ın (Peter Finch) hazin hikáyesini anlatır.

Hikáye boyu, fonda, UBS’in haber bölümünün başındaki Max Schumacher (William Holden) ile gözü kariyer hırsından dönmüş, yılan tabiatlı programlar sorumlusu rolünde Faye Dunaway’e Oscar kazandıran Diana Christensen karakterinin arasında yaşanan aşkı ve onların "ölen hiç değilse kurtuluyor; bize yaşamak ölüm" tadındaki daha da hazin hikáyelerini de izleriz.

Olayların nasıl geliştiğini açmayayım; meraklısı arayıp bulacaktır; izlememiş olanlar için hadisenin gazozunu kaçırmayayım. Fakat sonunu söylemek durumundayım: Reyting derdindeki yöneticilerin bir kumpası neticesinde Howard Beale, stüdyoda taranmak suretiyle hayatını yitirir. Teşbihte hata olmaz, "Atları da Vururlar" tadında, harbiden iyi filmdir.

Geçen pazar, Ziya’yla oturmuşuz, "Buzda Dans" ile "Popstar Alaturka" arasında zaplayıp hoplamaktayız.


"Popstar Alaturka"da Orhan Gencebay, Bülent Ersoy’un tahammül fersa höykürmelerini bertaraf ediyor olanca zarafetiyle... "Ah, ben Şırnak’ta savcı olacaktım, hesaplarımda şöhret olmak yoktu, hele ki böylesi bir şöhreti hiç arzulamamıştım ama bu arada söylemiş miydim, yakında stand-up komediye soyunacağım" tadında takılan ve birileri de ona moda guruluğu yaparsa çok sevineceğimiz Armağan Çağlayan, onun bunun kıyafetine çemkiriyor: Standart...

"Buzda Dans"a geliyoruz ve bende film yine, niçin ve hangi sıfatına hürmeten orada olduğunu anlamakta güçlük çektiğim, botokstan sorumlu ıstakoz taciri sosyete jürisi Sema Çelebi’ye geldiğinde kopuyor.

Aristokrat bir insan olduğu için hamsi yemediğine, lüfer ve kalkanla beslendiğine dair mühim beyanatlarını okuduğumuz Sema Çelebi, ahlak, saygı, terbiye dersleri veredursun, diğer kanalın şarkıcı yarışması "Profesyonel"de Tuğba Ekinci’nin daha deli bir türevi türedi bile.

"Bir Tuğba Ekinci kolay yetişmiyor" diyemeyeceğiz yani maalesef, maşallah mitos çoğalmayla ürüyorlar.

Ziya’ya dönüp, "Ne saçmayız be" diyorum; "Sen en son ne zaman dünya şampiyonası filan izledin? Millet orda feriştahını kayıyor, yüzüne bile bakmıyoruz; Okan Karacan’ın buz üzerinde durabilmesini takdir etmeyi yeğliyoruz. Film filan mı seyretsek?"

"Dur bi dakka; SMS yolluyorum" diyor Ziya bunun üzerine. Geçen gün de Ajda Pekkan’ın, "Beni al onu alma"yı söyledi diye eleştirdiği adama destek mesajı geçmiş. Pes ediyorum, iki yarışma arasında zaplamaya devam ediyoruz.

Yine Tasarımın Özüsözü’nden öğreniyoruz ki; Frank Lloyd Wright da, "Televizyon gözlerin çikletidir" buyurmuş; hak veriyoruz. Çiğne çiğne; ne tükürebiliyor, ne yutabiliyoruz...

* Tasarımın Özüsözü: Akın Nalça Kitapları (Dört) / Derleyen ve Çeviren: Celál Üster Kitap Konsepti ve Tasarımı: Bülent Erkmen
Yazının Devamını Oku

Şartlı refleks

8 Şubat 2007
Geçtiğimiz hafta, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in, yedi yıllık bir gelenek olan ve saatlerce süren maraton basın toplantılarından biri daha düzenlendi. Yerli ve yabancı 1200 gazetecinin katıldığı basın toplantısının haberini Moskova’dan, Nerdun Hacıoğlu bildirdi.

Bir gazeteci "Sizi her zaman dinç ve hazırcevap Putin olarak tanıdık; moralinizin bozuk olduğu günler hiç olmaz mı?" diye sormuş.

Putin, bu soruyu "Elbette oluyor. Moralim bozuk olduğu zaman en iyi ilaç köpeğim Koni" diye yanıtlamış: "Onunla hem oynar hem de sohbet ederek kafamı kurcalayan sorulara birlikte yanıt ararız. Benim iyi bir danışmanım."

Ben bunu okuyunca eski bir tanışı hatırladım. Köpeğinin Türkçe ve İngilizce, toplam 300 kelime bildiğine dair böbürlenirdi; biz de herhálde bunlar oturup akşamları rakı sofrasında muhabbet koyuyorlar; diye düşünürdük.

Yani, otur, kalk, takla at, pati ver, koş, yakala, ye, iç, sus, ısır, terliğimi getir filan... Say say nereye kadar? Bir türlü akıl erdiremez, abartıdan hazzeden, biraz palavracı bir kardeşimiz olduğu konusunda anlaşırdık.

Günahını alıyormuşuz meğer...

Yanlış hatırlamıyorsam, bu arkadaşı çekiştirdiğimiz diğer tanış da onun bu "Benim köpek yabancı lisan bile biliyor" çıkışlarına göndermede bulunarak, "Ben de bir köpek alacağım, adını da Max koyacağım" diye tutturmuştu. Çünkü niye? Çünkü efen’im, öfkelendiğinde köpeği olası en aristokrat ve dublaj tınısı taşıyan şekilde; "Kendinden utanmalısın Maximillian!" filan gibilerinden azarlayacakmış ki hayvan sahibinin kendisine tavır koyduğunu anlayacakmış!

Rica ederim, yanlış anlaşılma olmasın. Köpeklerin zekásını hakir görecek son kişiyim. Yaşlandıkça kedileri de iyiden iyiye, çok çok ve daha da çok sever oldum ama illá ki bir tercihte bulunmam gerekse, ezelden ebede köpekçiyim...

Endişem tam da bu yüzden... Memleket sınırları dahilinde var olan tüm muhaliflerini zehirlemekle itham edilen Putin kalkıp bir de "Ben bu akılları Koni’deni alıyorum; yoksa iki gözüm önüme aksın ki insanlıktan nasiplenmiş, süt gibi herifim" der mi; diyebilir valla; onun derdindeyim.

Ha bir de bu süper güç liderleri (Hoş, Rusya’nın maalesef süperlikten yana artık pek esamisi de okunmuyor ama...) yüzünden köpeklerden soğuyacağım diye kendi adıma korkuyorum.

Geçtiğimiz Noel’de meselá, Bush’un kuçusu Barney, beşinci Noel şirinliği skecini çekti. Başroldeki Barney’nin Beyaz Saray’da dolanıp durduğu ve prezidan Bush, en birinci leydi Laura Bush, Hazine Bakanı Henry Paulson, Eğitim Bakanı Margaret Spellings ve Basın Sözcüsü Tony Snow’un filan figürasyonda rol aldığı; "Ah Barney’cim, bu yılki Holiday Extravaganza bütçemiz kısıtlı, yaratıcılığını konuşturmana ihtiyacımız var" şeklinde gıcık ötesi "esprimsi"lerin yumurtlandığı şirinlik muskasını izlediğimde, sinirimden yumruklarımı ısırmıştım. Elime es kaza Barney’i geçirsem, onu da ısırırdım.

Bush’u her düşündüğümde, Pavlov’un kuçusu gibi şartlı refleks neticesinde Terrier’lere de gıcık kapar mıyım, Putin’e her gözüm değdiğinde, "kafana edeyim Koni" hállerine kaptırır mıyım; bu salak saçma triplerde, yakında huni de takar mıyım?!.

Sormayın; dert dediğiniz umman; bendeniz kayıp balık Nemo...
Yazının Devamını Oku