Aziz Devrimci

Kontrolsüz duygular...

3 Ağustos 2023
“İnsanları değiştirmeye çalışmayın. Onları olduğu gibi reddedin.” (Niccolo Machiavelli)

Hiçbirimiz dört dörtlük değiliz... Hepimizin kontrol etmekte zorlandığı veya hiç edemediği duyguları, davranışları vardır mutlaka. Bu duygu ve davranışların hayatımıza yüklediği zorlukların yanı sıra sonuçlarının kısa sürede kendini göstererek bizi soktuğu abuk durumla yüzleşmenin mahcubiyeti ve olumsuzluklarını görmezden gelmek de... Ne bileyim? Fevri misiniz mesela... Yani anlık da olsa gözünüz kararıyor ve kendinizi kaybediyor musunuz? Saman alevi gibi yanıp kısa sürede kendiliğinden sönse bile yaktığını kül ediyor haliyle... Kırılan kalpler ya da işlenen günahların bedeli ne olur bilinmez...  Asabiyet var bir de, o da kontrol edilemiyor ama bu fevrilikten farklı bir duygu... Sürekli burnundan soluyarak yaşama durumu... Memnuniyetsiz, gergin ve tepkili gezinme hali... Olumsuzlukları görmeyi görev edinmiş olumsuz insanların genel tavrı. Bedeli koca bir yalnızlık... Zamanla çevresinde kimseleri bulamadığında asabi durumu sürer mi? O da belli değil... İlahi bir durum olmamasına rağmen yalan söylemek de kontrol edilemiyor maalesef... Yalanın hayatlarına kattığı sanal ihtişamı kısa süreliğine de olsa yaşamanın verdiği öz güven, alışkanlık yapıyor... Doğruyu söylemek akıllarına bile gelmiyor... Bir çeşit bağımlılık yani... Mübalağa veya abartma, kabartma sanatı da var. Bilirsiniz işte... Hani şu pireyi deve yapan cinsler... İnsanlığın en çok sığındığı ya da kullandığı durum ya da dikkat çekme hali... Hepimizde var biraz diyebilirim. En fenası da saflık olmalı. Hani şu aptallık derecesindeki saflık var ya... O işte... Sürekli aynı hatayı tekrarlayan saflara başka ne deniyor bilmiyorum... Siz söyleyin... Cühela mı? Kurnaz mı?

ŞU FIRAT’IN...‘BALCAN KEBABI’

Fırat nehrini bilirsiniz... Hani “Şu Fırat’ın suyu akar serindir... Oy... Oy derdo ölem... Akar serindir...” türküsünde suyu serin akan “Fırat Nehri.” Bu nehrin kenarında yetişen sebze ve meyveler de Fırat’ın türküsünde bahsedilen serin suyuyla sulanıyor. Hele bir patlıcanı var ki Fırat’ın kıyısında ‘Birecik’in Mezra köyü ve civarında yetişiyor, adına da “Mezra patlıcanı” deniyor. Hem çekirdeksiz hem sulu ve yumuşak etli olduğundan, başta “Patlıcan (Balcan) kebap” olmak üzere tüm patlıcan yemeklerine lezzet katıyor. Küçükesat, Bağlar Caddesi’ndeki “Efsane Kebapçı Selçuk Usta”ya “Patlıcan geldiğinde haber sal” demiştim; sağ olsun saldı haberi hemen gittim tabii... Yaza girdiğimiz şu sıcak ağustos ayının en serin tarafı Fırat boyundan gelen Mezra patlıcanıyla Selçuk Usta’nın babası Ahmet Usta’nın pişirdiği Balcan kebabı olmalı. Yerken Fırat’ın kenarında esen serin havayı soluyorsunuz... Selçuk Usta’ya gidin... Serinleyeceksiniz.

ROMA DONDURMACISI ‘METO’

Ben yaştakilerin çoğu “Roma dondurması”nı bilir mutlaka. İtalyan usulü kaymak dondurmanın müptelası olmamak mümkün değil. Roma dondurması ararken “Meto”yu duymuştum ama detayları bilmiyordum. Dikmen, Keklikpınarı, Hürriyet Caddesi’ndeki Meto Dondurmacısı’nda dördüncü kuşaktan ve aynı zamanda da babasından el almış bir dondurma ustası “Hüseyin Vatansever” anlattı. “Met” Yugoslavca’da “Bal” demekmiş, Meto da “Ballı” anlamındaymış. Ankara’daki en iyi dondurmacıların çoğu aslen Arnavut kökenli ve birbiriyle de akraba sayılabilirler. Meto’nun serüveni büyük büyük dedeyle İtalya’da başlıyor. İtalya’da dondurmacılığı Roma’da öğrendikten sonra memlekete dönen dedenin çocukları Ankara’ya geliyor ve Roma dondurmacılığını başlatıyorlar. Ankara’da 1956 yılından bu yana dondurmacılık yapan Vatansever ailesinin kurduğu “Meto Dondurma” halen eskiden olduğu gibi Roma’nın lezzetini Ankara’da uygulamaya devam ediyor. Karadutlusunu çok sevdim şahane ama yoğurtlu dondurması efsane... Mutlaka gidin.

BİZİM KÖFTECİ 

Yazının Devamını Oku

Hassasiyet mi, hayat mı?

27 Temmuz 2023
“Hepimiz kendi dışımızdaki koşulların tutsağıyız...” (Fernando Pessoa)

Kendinizle muhakemeye oturduğunuz oluyordur mutlaka... Bu muhakeme esnasında kendinizle çeliştiğiniz de olmuştur elbette. Ama sonuç çıkardınız mı? Emin değilim... “Aşırı mı hassasım yoksa hayat mı dayanılmaz bilmiyorum...” Vincent van Gogh’un sorduğu bu sorunun cevabını verebilecek var mı, inanın onu da bilmiyorum. Kafama takılmasından ziyade, cevabı olup olmadığı konusunda da ciddi endişelerim var. Bu sorunun cevabını bulabilmek adına günlerdir kendi kendime düşünmenin yanı sıra, nazımın geçtiği sevgili dostlarıma da soruyorum. Herkes hassas değil tabii ki... Kimi soruyu... Kimisi beni garipsedi. Bir kısmı “Ben de bilmiyorum” dediğinde cevabı kaçamaktı... Belki de hak verdi... Bir kısmı “Nereden çıktı şimdi bu” dedi içerledi... Bazısı Van Gogh’un bu ve buna benzer soruların içinden çıkamadığından ve intiharından bahsetti... Tüylerim ürpermedi desem yalan olur... “Fazla kurcalama” diyenlerin yanında soruyu yumuşatarak cevap vermeye çalışanlar da vardı... Farklı cevaplar verdiler... Verdikleri her cevapla birlikte yeni bir soru ortaya çıkıyordu... Her soru yeni bir bilinmezlikle birlikte yeni bir soru ve bakışa kapı açıyor. Her soru aslında görmezden geldiğimiz birçok sorunun da cevabı. Korkularımızın, zihnimize kilitleyerek cevapsız bıraktığı bir tomar bilinmezlik ve bu bilinmezliklerin ruhumuzu içerisine soktuğu kısır döngüyü yeni yollara çıkarıyor... Düşündükçe verdiğimiz cevapların yetersiz ve eksik kaldığının farkına varıp bir daha gözden geçiriyoruz... Ve her seferinde hayata farklı bir bakış açısıyla bakmanın verdiği şaşkınlığa bürünüyoruz... Ne dersiniz... Kurcalasak mı?

PİZZANIN MAESTROSU  ‘ATEŞ TEZER’

Müzik ve yemek birlikteliğinin nefis sonuçlar verdiğini söylemeye gerek yok sanırım. Yemeği yerken ya da pişirirken duyduğunuz melodinin ruhunuzu dinginleştirerek yaptığınız işi tüm bedeninizle hissetmenizi sağladığını da biliyor olduğunuzu düşünüyorum. O halde bir adım öteye gidelim: “Bir müzisyenin ellerinden yemek yediniz mi hiç?” Mesela gitarın tellerine beş parmağıyla ayrı ayrı dokunabilen ellerden... Piyanonun tuşlarına basarken zihinden ayrılıp kalbe bağlanan parmaklardan... Ya da sevgili dostum “Ateş” gibi, tuttuğu bagetlerle hizaya koyduğu notaları incitmeden davula vuran ellerden... Boğaziçi Üniversitesi İşletme mezunu, caz bateristi Ateş Tezer; yüksek lisans bahanesiyle gittiği New York, onun için müziğini geliştirme ve dünyaca ünlü caz ustalarıyla birlikte çalışma fırsatı yaratmış. Anlaşılan o ki; New York müziğini geliştirmenin yanı sıra damak tadının da gelişmesini sağlamış olmalı. Çeşme’nin Ovacık Köyü’ndeki çiftlik evine gittiğimde bahçesinde yetiştirdiği sebzelerden hazırladığı yemek ve pizzaları tadarken aslında denek olduğumun farkında bile değildim... Her seferinde farklı lezzetler tattırıp “Nasıl olmuş” diye sormaya başlayınca kafasında tasarladığı şahane fikrin, kendi elleriyle yemeklerini pişirdiği butik bir “Kır Lokantası” yani “Leaven Ovacık” olduğu ortaya çıkıyordu.

PİZZA ROMANA VE LÜBNANLI HUMUS

Roma usulü pizzaya “Pizza Romana” deniyor. Dikdörtgen ya da oval olarak açılan ve kare kare dilimlenen “Romana”nın hamuru Napolitan pizzaya göre daha çıtır çıtır. Yerken hem üzerindeki sosu hem peyniri hem de ekmeğinin lezzetlerini ayrı ayrı alabiliyorsunuz. En azından ben öyle düşünüyorum... Yanına alacağınız “Fena kırmızı” renkli içeceğin ne olduğunu söylememe gerek yok sanırım... Sevgili Ateş Tezer, Romalı pizzayı Lübnanlı humusla eşleştirmiş ve şahane birliktelik doğmuş. Klasik humusu müzisyen diline göre uyarlayarak sebzesini, zeytinini, humusun yüzeyine döktüğü zeytinyağını, yanına kendi elleriyle açtığı küçücük pitaları koyarak oluşturduğu armoniyi duymanız ve duyumsamanız gerek. Tatildeyseniz... İzmir, Çeşme ya da Alaçatı fark etmez istikametiniz “Leaven Ovacık” olsun.

‘SALT’  MANZARA

Yazının Devamını Oku

Mutfak hanenin ruhudur...

20 Temmuz 2023
“Hamdım... Piştim... Yandım.” (Mevlana)

Anadolu mutfak kültüründe; insanın yaşadığı maneviyat süreci ile yemeğin pişme aşamaları arasında benzerlikler kurularak, yemeğin malzemesine ve pişirilme metoduna tasavvufi motifler ile sembolik anlamlar yüklenmiş ve bu sayede birçok ritüel ortaya çıkmış. “Mutfak hanenin ruhudur” nitelendirmesi Anadolu’nun neredeyse her bölgesinde hemfikir olunan bir felsefe haline gelirken, hem mutfağın hem de insanın mutfaktaki davranışlarının önemi de vurgulanmış... Aslına bakarsanız “hanenin ruhu” benzetmesi ile mutfağa “can” verilmesi “saygı ve sevginin lezzetlendiği yer” anlamı taşımalı ve “ruh” tüm canlılarda “lezzet” anlamına da gelmeli. Zira canlılık; lezzetin de ta kendisidir. Yemek de canlıdır ve elbette ruhu vardır... Olmalıdır. Pişirilen yemeğin içeriğindeki detaylar, coğrafya, iklim, pişirenin kültürü, görgüsü yemeğe ruhunu, yani lezzetini veriyor. İnsanın lezzeti; ruhunu belirginleştiren en önemli ayrıntıyken, yemeğe ruh katan ayrıntıların; doğallık, samimiyet ve ahenkle bir araya gelişinin kaynağı ve hatta sebebi de olmuştur. Sosyoloji, kültür ve edebiyat gelenekleri oluştururken, yaşam sanatının geleneklerden türeyen sağlıklı ağız tadıyla zenginleşmesi binlerce yılın deneyimlenmiş mirası ve sonucudur. Toprağın ruhunu bilen gelenekler, yer altından başlayarak yer üstüne yansıyan doğurganlığın dönemsel gelişimi, sağlık ve lezzetin hem doğrusunu hem de doruğunu hesaplayabilme özelliğine de sahip olurlar. Saygı ve sevgi; geleneği olan mutfakların baş aşçıları olmalıdır ve tüm Anadolu mutfaklarında da öyledir. Geleneksellik barındıran efsunlanmış ellerin, ruhun lezzetini temsil ettiği ve hak edene devredildiği; “El almak, el vermek” deyimleri yemeğe ve pişirene duyulan saygıyı gösterir. “Yemeği de, yemeyi de önemseyin.”

TURKISH CULINARY ACADEMY (TCA)

Türkçe’sine “Türk Mutfağı Akademisi” denebilir. Burası Ankara’nın ilk mesleki olarak profesyonel aşçı yetiştiren özel okulu sayılıyor. Yurt içi ve yurt dışı staj ve iş garantisi vermesiyle bilinen TCA; 2006 yılında kurulmuş. Yaklaşık 18 yıldır başta Ankara olmak üzere Türkiye’nin ve hatta dünyanın, özellikle de İspanya ve Amerika’da bağlantıda oldukları restoran ve otellere aşçı gönderiyor. TCA, beş aylık temel bilgiler ve ardından üç aylık staj ile eğitimini tamamlayan aşçıların çalışacakları mutfaklara giderken sertifikalarıyla birlikte güzel duygularını da götürmelerini sağlıyor. Böylesine kapsamlı işler yapan okulu haliyle merak ediyorsunuz, ben de ettim ve Hilal Mahallesi, Alexander Dupçek Caddesi’ndeki okula gittim. Girişte farklı renklerdeki şık kıyafetleri ile sohbet eden aşçı adayları ilgi çekici hatta gıpta ediciydi diyebilirim. Okulun yöneticileri Elif ve Semih Çiloğulları, babaları Bahtiyar Bey’in kurduğu okulu sürdürmek ve daha da gelişmek istediklerini heyecanlı anlatımlarından anlamak zor olmadı. Kısa dönemli hafta sonu (Workshop) kurslar açarak yoğun iş temposu olan mutfak meraklılarını da ihmal etmemişler. www.turkishculinaryacademy.com sayfasından detayları görüyorsunuz.

RAION SUSHI

Japonca’da “Aslan” anlamına gelen Farabi Sokak’taki “Raion Sushi Bar” ve farklı yerlerde hizmet vermek için tasarlanan seyyar sushi arabası ilgimi çekmişti. Haliyle ilgilendim tabii; arkasından yukarıda keyifle anlattığım TCA ve Raion Sushi’nin kurucuları Yiğit ve Yağız Yücel ikiz kardeşler çıktı. İkizlerden Yağız olanı TCA mezunu ve bir süre de okul kanalıyla İspanya’da çalışmış. Raion Sushi, menüsü, mobil arabası fikri Semih Çiloğulları ile birlikte TCA’da kurgulanmış. Sushinin sevimli arabasını görmek için Tunus Caddesi’ndeki “Pub Local”e gittiğimde tanıştığım sushi ustası aslında sosyolog “Müge Naz Ünal” da TCA mezunu olunca, okulun önemi iyice belirginleşti. Sushi sunumu için hazırlanan şahane tabakları, seramik sanatçısı “Göksu Güvendik” hem tasarlamış hem pişirmiş. Tadım yaptığım sırada bu nefis tabaklarda sunulan şahane sushileri “Alara Çetin” benim için fotoğrafladı. Nadir Şef’in reçetesi ile hazırlanan “Shrimp Ball” da karides, somon, kuşkonmaz ve özel bir sos var. Klasik “Kyoto” ve “Sake Avokado Maki”nin lezzetindeki dokunuşlar da Nadir Şefin. Ba-yıl-dım.


Yazının Devamını Oku

Zamansızlık ve klişeler

13 Temmuz 2023
“Olduğum şeyle olmadığım şey arasında, hayal ettiğim şeyle hayatın beni yaptığı şey arasında bir boşluğum.” (Fernando Pessoa)

Zamansızlık... Bu kelimeyi “vaktim yok” anlamında kullanmıyorum. Yapılacak herhangi bir eylem için “zamanı değil” ya da “henüz vakti gelmedi” gibi bir anlamda da söylemedim. Mesela geçenlerde mevsimi, yani zamanı olmamasına rağmen gelen yağışa ne demeli? Tabii ki bu durumu da kastetmiyorum ama yeri gelmişken değinmek gerek. Yağmur yağarken ya da aniden yağmaya karar verdiğinde “yağarsam el ne der?” gibi bir takıntı içinde miydi? Gökyüzündeki fiziki şartları oluştuğunda sizce tarihe ve saate bakmış olabilir mi? Hadi baktı diyelim “aaa temmuz ayındayız yağmamam gerek” demiş midir? Ya da yağmur temmuz ayında olduğumuzu unutmuş olacak ki durup dururken iniverdi. Hem de şakır şakır... “Hem yaz, üstelik de temmuzda yağmaz” diye bir klişe varken yağılır mı hiç? Kabaca bir davranış, “aşk olsun yağmur...” Saplantılı bir biçimde bağlandığımız inanışlarımız da öyle değil midir? “İnançlı insan iyi, inançsız insan kötüdür” klişesi gibi yani... Tamam inanış demeyelim. Yargı ve yargılar desem uyar mı? Korktuğumuz için zorunlu hissettiğimiz davranışlara bağımlı kalıyoruz. Zamanla bu davranış ve düşünce biçimi klişeleşiyor. Oysaki hiçbir dayatma olmadan, kendimizi özgür ve rahat hissettiğimiz ölçüde samimi olabiliriz. Peki... Sizce hayatımızın önemli bir bölümünü kaplayan klişe ve yargıları gözden geçirmek gerekmiyor mu artık? Kendimize ve zihnimize çekidüzen vermek, silkelenip gereksizliklerden kurtulmak iyi gelmez mi bize? İhtiyacımız olan tek şey; sadece bir nokta. Düşüncenin ilerlediği ama zamanın durduğu bir nokta. Yani zamansızlık...

FOOD TRUCK (YEMEK KAMYONU) 2023

Temmuz ayında yağışlı bir hafta sonuna denk gelse de oğlum Erk Devrimci ile katıldığımız, Ankara’da ve hatta Türkiye’de ilk kez yapılan bir etkinlikten bahsetmem gerek. Bilkent Center açık otoparkında 7-8-9 Temmuz günleri Yemek arabası, kamyon ya da karavanlarının katılması amacıyla Bilkent Center yönetimi ve Lego Medya tarafından düzenlendi. El yapımı takı, workshop ve çeşitli eğlence etkinliklerinin yanı sıra, Yüksek Sadakat, Jabbar ve Ceylan Ertem konserleri ile şenlenen festivale, sadece 10 tanesi karavanlı toplamda 50 civarı yemek ve gıda üreticisi restoran katıldı. Bunların arasından ilgimi çekenler oldu tabii ki. Mesela “Ayı Yemeği” isimli sosyal medya fenomeni kamp yemekleri pişiriyor. “Evde Sushi”yi önceden biliyordum restoran açmış ona ayrıca gideceğim. Oğlum Erk ise en çok “Aynen” isimli sokak lezzetleri pişiren karavanı beğendi. Bunları ilerleyen günlerde detaylı işleyeceğim.

ADIM ‘ORHAN’ TARZIM ‘ASPAVA’

Aspava’nın açılımını muhtemelen duymuşsunuzdur. Benim bildiğim iki tane açılım var. Birincisi 50’li yılların polisiye yazarı Ümit Deniz’in dedektif karakterinin “Şerefe” yerine kullandığı “Aspava” açılımı “Allah, Saadet, Para, Aşk, Versin, Amin.” Bir diğeri de şampiyon güreşçi “Mahmut Atalay”ın 1964 yılında Ulus, Hükümet Caddesi’nde açtığı “Aspava Şöhretler pide, kebap” açılımı “Allah, Sağlık, Para, Afiyet, Versin, Amin.” Geçenlerde Ankara’yla özdeşleşen “Aspava” tarzının en eski temsilcilerinden biriyle tanıştım. Sevgili Orhan Kızıl, Demirören Medya Gurubu çalışanlarının da müdavimi olduğu “Orhan Aspava”nın kurucusu ve çekirdekten yetişme Aspava sevdalısı. İlk açıldığında sadece pideci olan Aspava’lara yaprak döneri koyan adam ve dönerci ustası olarak da biliniyor. Yaklaşık 40 yıldır farklı Aspava’lar açıp işletmiş ve son olarak 2013 yılında geldiği Mustafa Kemal Mahallesi’nde vazgeçilmez olmuş. Yaprak dönerinden hazırlanan “SSK yani Sos, Soğan, Kaşar” efsaneleşmiş. Ben ayrıca kuşbaşı-kaşarlı pidesine ve kuzu şişten yapılan “Ali Nazik Kebap”a bayıldım. İkramları saymıyorum... Nasılsa gideceksiniz... Canlı canlı görürsünüz.

HATAY MEDENİYETLER MEZE EVİ

Yazının Devamını Oku

Ah insanlar!

6 Temmuz 2023
“Ah insanlar! Her şeyi bulup kendini bulamayanlar...” (Charles Bukowski)

Tatil bitti, geri döndünüz... Bildiğim kadarıyla “Tatil” kelimesinin karşılığı “Dinlence” yani dinlenmekten türeyen bir anlamı var. Sükûnet, ferahlık ve neşe içinde geçirilen zamana, tatil ya da dinlence deniyor... O halde, klasik soruyu soralım... “Yediğiniz içtiğiniz sizin olsun, gördüklerinizi anlatın.” Muhtemelen “Ahh çok yorulduk!” diyeceksiniz, “Çok kalabalıktı yahu!” dersiniz. “Off her şey ateş pahası kardeşim” serzenişlerinin ardından “Çabucak bitti, yeterince gezemedik, hanımla kavga ettik, kocam huysuzdu, çocuklar huzur vermedi, baldız, kaynana susmadı, kaldığımız yer kötüydü, gürültü vardı, sivrisinek ısırdı, plaj kirliydi, deniz anası vardı, yemekler soğuktu, hava sıcaktı, oda rutubetliydi, trafik kilitlendi vs...” Aslında soru ve soruya verilen cevaplar, biz insanlarla ilgili o kadar çok şey anlatıyor ki. Bencilliğimizi, kibrimizi, acımasızlığımızı, vicdansızlığımızı, hırsımızı, vs... Bu liste uzadıkça uzar. Düşünebilme yetimizi kullanabildiğimiz, diğer canlılara açık ara üstünlükle hâkimiyet kurduğumuz bu dünyada, halen kendimize hâkim olamamak ne acı değil mi? Savaş içindeyiz... En başta kendimizle tabii ki... Her şeyin anası doğayla savaşıyoruz... Denizle, okyanusla... İçindeki balıklarla, üzerindeki kuşlarla, böceklerle ve doğadaki diğer hayvanlarla da husumetimiz var... Gökyüzüyle savaşıyoruz, güneşe, yıldızlara saldırıyor, evreni kurcalıyor, tanrıya bile meydan okuyoruz. Kadınla savaşıyoruz, erkekle savaşıyoruz, inançlarla savaşıyoruz, renklerle, seslerle savaşıyoruz... Düşünceyle, fikirle, yaratıcılıkla savaşıyoruz... Mutlulukla savaşıyoruz... Sevgi, aşk, insanlık arıyoruz ama onlarla da savaşıyoruz. Olmadık, olmuyoruz, olamıyoruz... Kendi benliğimizle hep savaştayız... Ama çok kötü yeniliyoruz...

GÖLBAŞI ‘ABAYS’

Ankara Barosu’na bağlı “Ankara Barosu Yardımlaşma Sandığı” hem Abays’ın açılımı hem de Gölbaşı sahildeki Ankara Barosu Özdemir Özok sosyal tesislerinin de işletmecisi. Tesislerin işletme müdürü ve bir dönem Hürriyet’in güvenlik biriminde de çalışmış sevgili Rıfat Toroslu’nun davetiyle gittim. Böylesine şahane bir doğal ortamla karşılaşabileceğimi düşünmeden gitmiştim. Bambaşka bir dünyaya giriş yapmış gibiydim. Çam ve akasya ağaçlarının yanı sıra iğde, selvi ve kavak vardı. Gökyüzünü görmenizi zorlayacak cinsten yükseklikleri ile Mogan Gölü’ne bakarken sarkan dallarının süslediği manzara nefes kesiciydi. Derin nefes alarak temiz havayı bir süre ciğerlerimde biriktirdim, bayram ettiler. Yaptığım tasvirden anlayacağınız üzere teraslanmış manzaraya hâkim keyifli bir bahçesi var. Çocuklar için geniş bir oyun alanı olması ebeveynlerinin gönül rahatlığıyla sohbet ve manzaranın tadını çıkarmalarını sağlıyor.

YEMEKLER ŞAHANE

Göl manzarasıyla birlikte suyun yakınında olması, insanı haliyle balık yemeye heveslendiriyor. Somon ızgara yedim. Balığın ızgarasını kıvamında pişirebilmek hakikaten ustalık gerektiriyor, somonun pişiriminde ustalık vardı, mest oldum. Mutfağın Usta Başı Murtaza Bolat beni “Cafe de Paris Soslu bonfile” ile iyice şaşırttı. Uzun zamandır bu kadar lezzetlisini yememiştim, bayıldım. Geleneksel yemeklerimizden “Çoban Kavurma” da sizi şaşırtacaktır, bu denli lezizini yemediğinizi düşünüyorum. Efsane diyebilirim, demezsem Murtaza Usta’ya ayıp etmiş olurum. Finalde geleneksel tatlılar “Şekerpare ile kalbura bastı” iyice gevşetti, mutluluktu. Her şey eskiden olduğu gibi elle hazırlanan bir mutfağı ve ustasının el lezzeti var. Hafta içi ve cumartesi günleri “Serpme kahvaltı”, pazar günleri “Brunch” var. Her gün öğlen 13.00 itibarıyla gece yarısına kadar Ala Carte servis açık. Rezervasyon yapmadan gitmeyin ama mutlaka gidin. Emin olun, gittiğinize değiyor.

BİLKENT’İN ‘BORRDO’SU

Yazının Devamını Oku

NİRVANA’YA BİR-İKİ...

29 Haziran 2023
“Hiçbir şeyini özel bir gün için saklama. Nefes alabildiğin ve yaşadığın her gün özeldir. Her saniye kıymetlidir çünkü zamanın telafisi yoktur...”(George Bernard Shaw)

Kafamız çok karışık. Her anlamda çok karışık hem de...
Hayat, dünya, evren, maneviyat gibi ağır ve felsefik konular var; onlar hep bir köşede duruyor. Allah’tan çok sık değil, arada yokluyorlar. Geçmişin hatıraları, geleceğin hayalleriyle epeyce oyalanıyoruz. Geçim derdi her an aklımızdayken; anı yaşamak, yarını planlamak gibi evrensel düşünceler lükse kaçıyor ve hatta aklımızın ucundan bile geçmiyor.
Komşunun kızı, kaynımın oğlu, arkadaşın eşi dedikoduları bir nebze ferahlatıyor ama bazen de kabak tadı vermiyor değil hani. Armudun sapı, üzümün çöpü, ciğercinin kedisi alınganlıkları var; o ayrı bir dert zaten.
Aşk, meşk gibi yanık konular da var mesela... Güzeldi, yakışıklıydı, baktıydı, bakmadıydı heyecanı basıyor, şirazeden çıkıyoruz; en çok da bunlara kafa yoruyoruz. İlk tanıştığımız gün, ilk buluştuğumuz gün, doğum günü, sevgililer günü, bayram günü, seyran günü diyerek, ayrıcalık oturtup özelleştirdiğimiz günler var bir de... Hatırlaması, hazırlanması, sürprizi, egosu, kaprisi ile girdiğinde içinden çıkamadığın bir labirent, ve hatta bambaşka bir dünya. İyi hissetmek, mutlu olmak, huzuru duyumsamak için sürekli yeni duygular, ritüeller ya da totemler deniyoruz ama yine de Nirvana’ya ulaşamıyoruz. Ne kendimizden hoşnut, ne de bir başkasından memnunuz. Şikâyetler diz boyu ancak çözümsüzlük ya da çözümlememe arzusu adam boyu neredeyse... Başınız halen göğe ermediyse kalkıyoruz. Haydi! Nirvana’ya bir-iki...

KELİME MÜZESİ

(Bu müze, yazar “Şermin Yaşar” tarafından Türk diline bir vefa borcu olarak kurulmuştur.)

Bunca yıldır yazı yazıyorum. Hatırı sayılır sayıda kitaplar da okudum. Görmediğim, duymadığım, duysam bile farkında olmadığım o kadar çok kelime, deyim ve hikâyesi varmış ki; halen şaşkınım! Mesela “dağarcık” kelimesi genelde çobanların kullandığı bir tür küçük heybeye veya küçük çuvala deniyormuş. Bir başka anlamı da “bellek, hafıza.”

Yazının Devamını Oku

Gökkuşağı

22 Haziran 2023
“Kendinden dışarı çıkıp kendine bakmadıkça kim olduğunu asla bilemezsin...” (José Saramago)

İnce taneli yağmurun serinliği gün ışığıyla renkleniyor, parkı çevreleyen ve neredeyse bulutlara değen çatılarının arasından süzülen gökkuşağı, binaların kasvetine meydan okuyor. Şehrin iç karartan ruhsuzluğuna inat, kısa süreliğine de olsa doğanın merhametiyle her şeyin güzel görünmesini sağlıyordu. Şehrin büyüklüğünde yeşil bir leke gibi duran havuzlu park, küçük olmasına rağmen içinde yükselen devasa kavak ve çınar ağaçlarının heybeti, şehrin ürkütücü büyüklüğünü gölgede bırakacak bir karşı koyuşla parkta eğleşen canlılara güven veriyordu. Serçelerin, kumrularla altlı üstlü dallara tünemesi ağaçların güvenilirliğini pekiştirirken, ıslanmamak için gölgesine sığınan insanları yağmurdan koruyor ancak ruhlarındaki huzursuzluğu gidermekte zorlanıyordu. Herkesin kafasında aynı güzellikler niye yok, neden olmaz ki? Bedenlerimiz aynı ama zihnimiz ve içindekiler birbirini tutmuyor... Oysa ben içimde tam olarak anlamlandıramadığım bir sevinçle girmiştim parkta gördüğüm resmin içine. İnsanların karamsarlığını da görmüştüm ama kapılmadım. Gökkuşağı ve çiseleyen yağmurun cazibesi iyi gelmişti belki de... İnsanların somurtkan ve anlamsız suratlarını doğaya yakıştıramadığım için de olabilirdi kapılmayışım. Bir inat, karşı duruş... Ve hatta insanları uyarıcı bir tavırla içimdeki belli belirsiz sevinç zerreciğini yansıtma hevesi diyebilirim. Umurlarında olmadı... Sanki içlerindeki derinlere çekilmişlerdi insanlar... Yoksa... Ruhları çekip gitmişti de farkında değiller miydi?

‘DÜŞÜNCE PRATİĞİ’

Haziran ayı, mevsimi olmamasına rağmen yağmurun yoğun yağdığı bir ay olurken, aslında bir nevi uyarıda da bulunuyordu. Uyarı şuydu: Kafanıza yerleştirdiğiniz klişelerden kurtulun! İnsan yaratıcılığı klişelerle çevrelenen çitlerin arkasına sıkıştığında, boğuluyor... Sınır koyduğunuz zihniniz, düşünce pratiğinden uzaklaştıkça ruh kayboluyor ve haliyle sanattan da uzaklaşıyor. Evet... Haziran ayı beklenmedik biçimde yağmurluydu ancak sanat etkinlikleri ‘Gökkuşağı’ gibiydi ve yağmura çok yakışıyordu... Yer yine Farabi Sokak ve ‘Tosca Sanat Galerisi.’ Serginin adı ‘Düşünce Pratiği’. Katılımcı genç sanatçılar Aleyna Zülal Cevher, Melih Uçmaz, Gülşah Sözbir, Büşra Göçer, Fatmanur Bostancı, Furkan Cin, Zübeyde Koçak, Onur Yakut, Civan Atik, Esin Arslan, Yasir Yurtoğlu, Yağmur Candar, Yakup İskender, Pervin Hozatlıoğlu, Derya Akbay, Elif Atılır, Özlem Akpınar. Serginin küratörü Zuhal Baysar’ın, sergi metnindeki şu cümlesi ilgimi çekti; “Sanatsal yaratım süreci eser ortaya çıkana kadar bir sanatçının yıkma, bozma, inşa etme, tartışma hallerini; korku, coşku, huzur, öfke gibi çeşitli duygu durumlarını ve mücadelesini yansıtan bir savaş alanıdır.” Fikrin, biçim almış halini gözlerinizle görmek için ‘Tosca’ya uğrayın.

YEMEK SANATÇISI ‘NİLAY LALE’

Sanat ve sanatın insana etkisini anlatan bir girişle başladık. Yemeğin ve yemek pişirmenin de aslında ‘Beş duyunun sanatı’ olduğunun yeniden altını çizmem gerek. Saf ve temiz olmayan ruhlar ağır olur, genzi de damağı da yakar, bedene yayılamaz. Yemek pişirenin öncelikle saf, temiz ve yaratıcı bir ruhu olmalı ki; bedeninin her hücresine sirayet edebilsin. Parmaklarına yansıyan ruhun saflığıyla dokunduğu her şeyin duygu kazanıp sanata dönüştüğünü damağınıza bıraktığı hazzı duyumsadığınızda anlıyorsunuz. Gözlerinizi yumuyor ve o saflığa kapılıyorsunuz. Şef Nilay Lale’yle ilk tanıştığımda tattırdığı yemekten sonraki hislerimden unutamadıklarımı yazdım. 2019 yılında Ankara’da bana göre bitmemesi ve ısrarla sürdürülmesi gereken şahane bir fikir; dünyaca ünlü şeflerin reçetelerinin kavanozlara sığdırılması sanatı ‘Chefs and Jars’ projesini yönetiyordu Nilay Lale. İlmek ilmek yiyecekle işleyerek cımbızla doldurduğu kavanozları sorduğumda “Keyif ve macera dolu” demişti... Sanatına ve yaydığı şahane enerjiye hayranlığım taaa o zamandan. Sevgili Nilay’ın benim için gurur verici bir başka tarafı da Ankaralı olması.

BODRUM ‘TUZZ RESTORAN’

Yazının Devamını Oku

Padam... Padam... Padam

15 Haziran 2023
“Kalbinizde yeşil bir ağaç bulundurun, belki şarkı söyleyen bir kuş gelip konar.” (Çin Atasözü)

Efsanevi Fransız şarkıcı ‘Edith Piaf’ın melodisi ile nakaratı dünyada en çok bilinen şarkısı ‘Padam Padam’ı bilenler, başlığı görür görmez içinizden mırıldanmaya başladınız değil mi? Çevreye aldırmayanlar, içlerinde tutmayıp seslerini dışarı verdiler... Kimisi şanslı ve sevdikleri yanlarında, haliyle dokunmak için ellerini uzattılar... Ve hatta bir adım daha öteye gidip ellerini tutarak ayağa kalktılar, hafifçe dönmeye ve dans etmeye başladılar bile... ‘Padam padam padam...’ Birkaç gündür dilimde ve içten içe tekrarlayıp duruyorum... Size de bulaştırmak istedim... ‘Padam’ın bir kelime anlamı yok ‘kalp atışı’nı seslendiren bir ünlem, bir deyim... Dilimizde kalbin atması ile ilgili kullandığımız ‘güm güm’ gibi bir tarif. Sevgilinizi, sevdiğinizi ya da platonik aşkınızı gördüğünüzde kalbin içten dışa yansıttığı tepkinin sesi... Ne bileyim işte... Ruhun ‘ben canlıyım bu da benim sesim’ dediği bir tını. En samimisinden bir yaşam göstergesi, naif, doğal ve saf... Kırgız yazar Cengiz Aytmatov’un ‘Selvi boylum al yazmalım'ı’ geldi aklıma... İlyas (Kadir İnanır) ve Asya’nın (Türkan Şoray) aşkları gibi naif, samimi. Unutamadığım kamyon içi sahnesi vardı... İlyas başkasıyla evlendirilecek Asya’ya kızmış ve kaşlarını çatmıştı, bir daha görüşmeme ihtimalleri vardı. Asya kamyondan inmeden önce, fonda Cahit Berkay’ın müziği çalıyor, Asya, aşık, zarif ses tonu, buğulu ve melül bakışlarla ‘Hele bir bak bana’ diyor ve zaman duruyor. O bakış aşkı öyle güzel anlatıyor ki... Saflık cümleye yansıyor... ‘Padam padam’la ne alaka demeyin lütfen... Kalbinizde ağaç yeşertin! Alaka kendiliğinden kuruluyor..

GEÇİTTEKİ KAHVE  DÜKKÂNI ‘PADAM’

Padamın dilime nereden dolandığını anladınız sanırım. ‘Padam’ Atatürk Bulvarı’ndan Tunalı’ya çıkan bir ara geçitte yedi yıldır var. İlk açıldığında bitişiğinde ‘Dost Kitabevi’ ve en sevdiğim kokular, kitapla kahve birlikteydi. Bir süre sonra ‘Dost’ taşındı, ‘Padam’ yalnız kaldı. İlk başlarda hüzünlüydü ama zamanla oluşan müdavimleriyle şahane bir ruh oluşturdu. Önünden her geçtiğimde sokağa açık geniş penceresiyle, içeri bağ kurmuş tezgâhına yaslanarak içten dışa karşılıklı kahvesini yudumlayanlara gıpta ediyordum. Geçenlerde komşusu Kıtır’ı ve sarı içeceği pas geçtim, Padam’a oturdum. Amerikano şahane havam da yerindeydi. Birazdan pusetle mekânın asıl sahibi geldi. Dolu dolu yanakları, pofuduk kolları ve masmavi bakışlarıyla aklımı da başımdan almıştı, kalbim ‘Padam Padam’ atıyordu. Barista, mama sandalyesine oturturken duydum, adı ‘Vera’ymış... Annesi elmasını soyarken sabırsızdı. Arada bakışmalarımız sürdü... Kalkarken yandan süzmeyi ihmal etmedi... Konuşabilse kim bilir neler söyleyecekti... Aklım ‘Padam’da kaldı...

MADAM PADAM...

Hande Kayıhan... Nam-ı diğer ‘Madam Padam’ Hem @padamcoffeeshop kurucusu hem de Instagram hesabı @madampadamm’dan pişirdiği nefis tatlıların tariflerini yayınlıyor. Şahane bir enerjisi var. Bu olumlu ve yüksek enerji hem kahve dükkânına hem pişirdiği tatlılara hem de Padam’ın müdavimlerine yansıyor. Sohbet ederken ben de nasibimi aldım tabii ki. Eşinin çok başarılı bir balet oluşunda sevgili Hande’nin yüksek enerjisinin payı vardır mutlaka. Henüz tanışmadık ama küçük kızı Nehir’in de bu enerjiden sebeplendiği muhakkak. Günün yarısını dükkânın üst katını dönüştürdüğü mutfakta birlikte çalıştığı Belde hanımla beraber geçiriyor, dükkâna ve siparişlere tatlı, tuzlu pişiriyorlar. Şeftalili tart şahaneydi... Lungo’yla yakıştılar... Fırından sıcak sıcak çıkan mantarlı tereyağlı ‘kiş’e şahit oldum nefis görünüyordu. Her gün taze pişiyorlar, kokular yoldan çıkarıyor... Yolunuz mutlaka düşer, geçitten geçerken uğrayın... Müdavim olacaksınız...

 

Yazının Devamını Oku