Mahkemeleri eskiden de basardık ama türban değil, kadın bahanesiyle

Danıştay’ın uğradığı kanlı saldırı, bana eski devirlerde yaşanan mahkeme baskınlarını hatırlattı.

Biz mahkemeleri eskiden de basardık ama baskının bahanesi genellikle kadın meselesi olurdu ve 16. yüzyılın başlarında Üsküp’te yaşanan bir baskın, uzun zaman dillerden düşmemişti. O devrin en önemli akıncı beylerinden Báli Bey’in padişah torunu olan karısı, kocası seferdeyken yatakta bir delikanlıyla yakalanıp kadı efendinin huzuruna çıkartılmış ve kocasının arkadaşları mahkemeyi basıp kadının sevgilisiyle beraber altı kişiyi parça parça etmişlerdi. İşte, tarihlere "Báli Bey’in avradı" diye geçen kadının sebep olduğu bundan 400 küsur sene önceki mahkeme baskınının öyküsü...

TÜRKİYE, günlerden buyana Danıştay’a türban kararı bahanesiyle yapıldığı söylenen kanlı saldırıyı tartışıyor.

Biz mahkemeleri eskiden de basardık. Meselá 16. asır Anadolu’sunda yaşanan isyanlar sırasında da mahkemelerin basıldıkları olurdu ama en meşhur baskının bahanesi bir fuhuş meselesiydi ve 1500’lü yılların başlarında Üsküp’te meydana gelen mahkeme baskını, uzun zaman dillerden düşmemişti.

İşte, padişah torunu olan ve "Báli Bey’in avradı" diye bilinen bir kadının sebep olduğu bundan 400 küsur sene önceki mahkeme baskınının öyküsü...

Rumeli taraflarında sancakbeyi olan Báli Bey, Yavuz Selim zamanının önde gelen akıncılarındandı. Cesaretiyle, özellikle de muharebe planları hazırlamadaki ustalığıyla tanınırdı. Fetihler yapmış bir aileye, "Yahya Paşalular"a mensuptu.

Ama, bu büyük savaşçının şansı, evliliği bakımından pek parlak değildi. Gerçi karısı hanedana mensup sayılırdı, zira İkinci Bayezid ile Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan’ın torunu Ahmed Göde Bey’in kızı ile evlenmişti. Fakat, iki hükümdar soyundan gelen bu hanım, Báli Bey’e láyık bir eş olamaması bir yana, çıkarttığı rezaletlerle kahramanın ismini de kirletmişti.

Büyük bir servete sahip olan kadın, varını-yoğunu genç erkeklerle yemekte, çıkan dedikodulara, hakkında anlatılanlara aldırış bile etmemekteydi.

BİLİNEN İLK JİGOLOMUZ/images/100/0x0/55eaab1ef018fbb8f88f19ed

Rezaletlerin ilki, Üsküp’te yaşandı.

Báli Bey sınır boylarında akınlar düzenlediği sırada Üsküp’te kalan karısı, bir delikanlıyla yaşamaktaydı. Günün birinde dedikodular haddi aştı, kadının evi basıldı ve Báli Bey’in hanımı, yatağında o zamanın tabiriyle "aradan kılıç geçmeyecek" vaziyette, genç bir erkekle yakalandı ve her ikisi de kadı efendinin huzuruna çıkartıldı.

"Bre namussuz" diye haykırıp hiddetlenen kadı efendinin falakaya yıktırdığı delikanlı daha ilk sopanın inmesiyle "Ama bana hem para veriyor hem şık elbiseler alıyordu..." deyiverdi. Delikanlı, bu sözleriyle kayıtlı ilk jigolomuz olduğunu, hattá tarihlere Fransızlar’ın tábiriyle "gigolo de robe" yani "giyim kuşam jigolosu" olarak geçtiğini tabii ki bilemezdi.

Çıkan rezalet Báli Bey’in Üsküp’teki arkadaşlarının kanına dokundu ve yalın kılıç mahkeme salonuna dalan bir akıncı, tarihimizin bu ilk jigolosunu kadı efendinin gözlerinin önünde bir güzel doğrayıverdi. Sonra hızını alamadı ve işe karışan altı kişiyi daha hemen oracıkta öldürdü.

Mahkeme mezbahaya dönmüş, kadı efendi ise kahraman kabul edilen bir akıncının karısı hakkında karar vermekten kurtulmuştu. Geçici bir tedbir aldı ve "Kocan gazádan gelene kadar kapıdışarı çıkmayacaksın!" diyerek Báli Bey’in artık evlere sığmaz hale gelmiş olan karısını bir başka konağa kapattı.

Asıl rezalet işte bundan sonra yaşandı.

Kadın, Üsküp’ten kaçıp İstanbul’a geldi. Parası ve pulu boldu, dolayısıyla kimselere muhtaç değildi, hemen bir konağa yerleşti ve kendisine bir başka sevgili buldu: Dellákoğlu adında genç bir háfız... Üstelik háfızla düşüp kalkmakla da yetinmedi ve bir de bebek peydahlar.

Dedikodular gene başını alıp yürüyünce iş bu defa İstanbul’daki kadılardan birinin önüne geldi. Kadı genç háfızı buldurup huzurunda temiz bir sopa çektirince kellesinin derdine düşen delikanlı kadını da, yeni doğmuş çocuğunu da unutup Edirne’ye kaçtı ama Trakya’yı kasıp kavuran sıtmaya yakalandı. Báli Bey’in karısı o sırada delikanlıyı yeniden İstanbul’a getirtmenin yollarını ararken háfız birkaç gün hiç durmadan titreyip durdu, sonra da ölüverdi.

KARDEŞİNİ AYARTTI

Bu sevgilisini de kaybeden Báli Bey’in karısı, artık zıvanadan çıkmıştı. Edirne’ye gidip háfızın mezarını ziyaret etti ama hasreti daha da arttı, ziyaretle kalmayıp mezarı açtırdı. Cesedi saatler boyu seyrettikten sonra gömdürüp İstanbul’a döndü ve bu defa da Háfız’dan kalan tek canlı hatıra ile, háfızın Dellákoğlu Bakı ismindeki kardeşiyle beraber yaşamaya başladı.

Olup bitenlerden habersiz bir halde cephelerde akından akına koşan Báli Bey’in dostlarının artık yapacak tek bir işleri kalmıştı, herkesin gözleri önünde cereyan eden bu rezaletleri zamanın hükümdarı Yavuz Selim’e rapor etmek... Raporu, Üsküp’teki mahkemeyi basıp kadının sevgilisini doğrayan kişi kaleme aldı. "...Oğlan suçunu kabul etti, ben de dayanamayıp katlettim. ...Bu karının Kemerveş adlı bir cariyesi ile Ferayet adlı bir Çerkez kulu vardır. İshak adında bir de adamı vardır ve bu işte o da ortaktır. Pezevenklik edenler işte bunlardır" demekte ve herşeyi anlatmaktaydı.

APAÇIK YAZDILAR

Yavuz Selim’
e hitaben kaleme alınan bu belgede yazılanları, rahmetli Çağatay Uluçay’ın 1956’daki bir yayınından naklettim. Yavuz Selim’in meseleyi öğrendikten sonra ne yaptığını ve akrabası olan bu delikanlı düşkünü kadın hakkında ne karar verdiğini şimdilik bilmiyoruz, zira saray arşivinden bu konuda henüz bir belge çıkmadı.

Ama, Báli Bey’in, yani bütün bu rezaletlere sebep olan kadının kocasının sonraki senelerdeki hayatını ayrıntılarıyla biliyoruz. Yahya Paşazade Báli Bey, yaşadığı acıları düşmanlarından çıkardı. Rumeli’de akından akına koştu, kaleler fethetti, özellikle de Kanuni Sultan Süleyman’ın Mohaç zaferi sırasında gösterdiği kahramanlıklarla minyatürlere bile konu oldu. Karısının macerası ise, tarihlere "ilk mahkeme baskını" olarak geçti.

İşte, önceki hafta yaşadığımız Danıştay baskınına kadar bizdeki en meşhur mahkeme baskınının öyküsü...

Nevzad Bey, lutfedin ve hiç olmazsa fasıl musikisinden elinizi çekin

KÜÇÜK yaşlarımdan itibaren Türk Müziği’nin içinde bulunmama, şimdi hayatta olmayan son büyük üstadları tanımama, hattá onlarla beraber müzik yapma zevkini bile tatmış olmama rağmen, bugün Türk Müziği’ni dinlemek bir yana, ne klasikleri, ne de günlük icrayı artık işitmeye bile tahammül edemez haldeyim.

Zira, günlük icra akıl almaz seviyede kalite kaybetmiş vaziyette. Üslup kişiliksiz, nağmenin tahtında inilti hüküm sürüyor, sazların tınıları bile bir başka ve ortada kadın seslerinin kalınlaşıp erkek seslerinin incelmesi gibisinden bir garabet var.

Klasik musiki ise, yerlerde sürünmede... "Klasik" kavramının "ciddiyet", ciddiyetin de monotonluk ve ruhsuzluk olduğunu zanneden bir şef yüzünden geçmiş asırların gümbür gümbür, dinamik eserleri artık birer hıçkırık yığını. Ritim çoktan ölmüş, repertuvar derseniz zaten yok, programlar da durmadan çalınmalarından dolayı bıkkınlık getiren ikiyüz civarında eserle sınırlanmış halde. Üstüne üstlük, klasik icraya özellikle 12 Eylül sonrasında árız olmuş bir başka illet daha var: Musikiye mistik bir hava verme merakı... En canlı aşk şarkılarını bile her nedense tasavvuf kalıplarına sokma çabası, dolayısıyla kayıt sırasında hamam kubbesinden beter ekolardan medet ummalar, hattá bazı çalgılara kutsallık atfederek sazları öpüp başa koymak gibisinden garabetler... İşte, Türk Müziği’nin hál-i pür melálinden sadece birkaç enstantane...

TUHAFLIKLAR BİTMİYOR

Bütün bu garabetlere, geçtiğimiz günlerde çıkan iki adet CD vasıtasıyla "fasıl geleneğini de halletme" çabası iláve edildi.

İstanbul’daki Devlet Korosu’nun sabık şefi Dr. Nevzad Atlığ’ın idare ettiği ve Bakırköy Musiki Konservatuvarı Vakfı’nın çıkarttığı CD’lerde neler var, daha doğrusu neler yok, neler... Ritim yok, tempo yok, ruh yok, tad yok, nağme yok, velhasıl müzik yok! Várolan, sadece kalın perdelerden gelen ve musiki olduğu iddia edilen bir uğultu ve Nevzad Bey’in CD kitapçıklarında "fasıl musikisi" ile ilgili kendine mahsus iddiaları...

Fasıl, İslám ülkelerinin ortak musikilerindeki sözlü süit formunun bizdeki ismidir. Fas taraflarında "novba", Azerbaycan’da "mugam", Orta Asya’da "şeşmakam" adı verilen bu biçime bizde "fasıl" denir ve fasıl geleneğinin temeli serbest ve son derece canlı bir icra ile güçlü bir ritim unsurudur.

Nevzad Bey’in çıkarttığı fasıl CD’lerinde musikinin niçin "olmadığını" burada tek tek sıralamaya gerek görmüyorum, sadece şu kadarını söylemekle iktifa edeceğim: CD’lerdeki icranın CD kitapçığında sözü edilen Hakkı Derman ve Şerif İçli fasılları ile hiçbir alákası bulunmamaktadır, eski fasılların kayıtlarını dinleyen her normal kulak bunu hemen hissedebilir. Dört ses pestten ağır, yeknesak ve en önemlisi ritim yoksunu bir icra asla fasıl değildir, Civan Ağa’nın "Dil seni sevmeyeni"ni bu hále getirmek ayıptır ve "kanunun, tanburun ve udun aynı zamanda ritim áleti şeklinde ele alınabileceği" iddiasında bulunmak da, 35 seneden buyana tanbur çalan bir kişi sıfatıyla söylüyorum, sadece ve sadece bir komiklikten ibarettir.

ATTİLA İLHAN HAKLIYMIŞ

Kızılordu Korosu’nun Çemberlitaş Hamamı’nda inlemesini andıran tuhaf bir uğultu yığınını bizlere "fasıl musikisi" olduğu iddiasıyla sunan şeften, şimdi birkaç küçük ricam var: Klasik musiki sáyenizde zaten dinamizmini kaybetti, şimdi lutfedin ve yaralı bir halde de olsa devam edegelen fasıldan elinizi çekin! Çekin ve rahmetli Attilá İlhan’ın "Generaller 11 Eylül akşamı Nevzad Atlığ’ın konserini dinlemiş olsalardı ertesi gün darbe yapamazlardı, zira uyuyakalırlardı" sözünü hálá doğrulamaya çabalamayın, Devlet Korosu’nu da bu işlere alet edip korunun ismini kullanmayın!

Hele, konservatuvar öğrencilerinden oluşan kalabalık bir grubu İstanbul’un önemli salonlarından birinde konsere çıkartmak maksatıyla günler boyu meşgul edip "Salon ya dolmazsa" endişesiyle kendi cebinden değil, o genç öğrencilerin hisselerine düşen mebláğı sarfederek bilet satın alıp oraya-buraya davetiye göndermek, bunca senelik kariyere yakışmaz!

Musiki námına yapılan bu gürültüyle, konser salonlarını davetiyesiz tabii ki dolduramazsınız!
Yazarın Tüm Yazıları