Geçmişin iktidar cemaati olan Kadızádeliler’in yerini şimdi İsmailağa Cemaati aldı

"Kadızádeliler" denilen dini hareket 17. yüzyılda ortaya çıkmış ve Türk tarihine "devleti bile hákimiyeti altına alan radikal grup" olarak geçmiştir. O devrin Kadızádeliler’i ile günümüzün İsmailağa Cemaati söyledikleri, hayat biçimleri ve uygulamaları bakımından birbirinin aynı gibidir.

Kadızádeliler sarayda ve yönetimde nasıl etkili oldularsa, İsmailağa Cemaati de bugünün siyasetinde öyle etkilidir. Bu iş böyle olmasaydı, şimdilerin çok önemli bir politikacısı bir seçim günü oy verme işleminin başlamasından saatler önce İsmailağa Camii’ne gidip sabah namazını kıldıktan sonra Mahmut Hoca’nın elini öperek "Gazán mübárek olsun" duasını almaya gerek duyar mıydı?

İSMAİLAĞA Camii’ndeki cinayetten ve linç hadisesinden sonra, Mahmut Hoca’nın cemaati Türkiye’nin gündemine yerleşti.

Cemaat mensuplarının giyim-kuşamları, siyasilerle ilişkileri, haklarında açılan soruşturmaların sümenaltı edilmesini sağlayacak derecedeki güçleri ve sahip oldukları mali kaynaklar, bana Türkiye’de bundan 300 küsur sene öncesinin bir başka cemaatini hatırlattı: Bir ara devlete bile hákim olacak derecede güçlenen ve tarihlere "Kadızádeliler" yahut "Fakılar" diye geçen hareketi...

17. yüzyılda ortaya çıkan ve Türk tarihinin devleti en uzun süre hákimiyeti altında tutan dini hareketi olan Kadızádeliler, isimlerini Balıkesirli kadı Doğanizáde Mustafa’nın oğlu olan, 1600’lerin başında doğan ve "Kadızáde" diye tanınan Mehmed Efendi’den almışlardı.

Kadızáde Mehmed Efendi, zamanın en büyük álimlerinden olan Birgili Mehmed Efendi’nin derslerine devam etti, sonra camilerde vaazlar vermeye başladı ve zamanla İstanbul’un en meşhur vaizi oldu. Kürsüye önce Sultanselim Camii’nde çıktı, şöhreti artınca da Ayasofya’yı mekán tuttu.

Vaazlarında, İslamiyet’in ilk zamanlarındaki hayata dönülmesi gerektiğini söylüyordu. Kadızáde’ye göre ölülerin /images/100/0x0/55ea0e98f018fbb8f8683695ardından kırkıncı gün duaları yapmak, mevlid okutmak, ölenin ruhu için helva kavurup yemek, hattá Kur’an’ı musikili okumak bile haramdı ve dinden çıkmak demekti. Zenginlerin zevke ve safaya daldığını, rüşvetin heryeri sardığını, Anadolu’nun yanıp yıkıldığını, halkın zulüm yüzünden dağlara çıktığını, şarap içilmedik ve afyon çekilmedik yer kalmadığını söylüyor, "Şeriat!" diyordu.

MEVLEVİLER’E YASAK

Kadızáde
her taraftan yandaş toplamaya başladı ve vaazlarını verdiği Ayasofya Camii bir anda İstanbul’un bu en geniş dini akımının mekánı oldu. Ama, Kadızáde Mehmed’in ömrü fikirlerinin sarayı da etkilediğini görmeye yetmedi. 1635’te öldü, yerini "Üstüváni" unvanını kullanan bir Arap ile "Váni" diye bilinen Vanlı Mehmed Efendi ismindeki talebeleri aldı. Üstüváni’nin Arabistan’da adam öldürüp İstanbul’a kaçtığı ve adını değiştirip vaizliğe başladığı, çok sonraları öğrenilecekti.

Halk arasında itibarları gittikçe artan Kadızádeliler, zamanla devleti ele geçirme çabasına girdiler. Oruç ve farz namazları dışındaki ibadetlerin hepsini haram sayıyorlardı, hattá tekkelere bile karşıydılar ve tekkelerin din ve dünya hayatını birbirinden ayırdığına inanıyorlardı. "Devlete İslámi kimlik verip şeriatı hákim kılmak" uğruna bir hayli tekke şeyhini idam ettirdiler ve Mevleviler’in sema etmesini bile yasaklattılar.

Bizde, çok eski devirlerden itibaren varolan bir ádet, işte o zaman kendiliğinden uygulandı: Devletin dini grupları işine geldiği zaman istediği şekilde kullanıp ihtiyacı sona erdiğinde de bir tarafa atması, hattá temizlemesi ádeti...

HEPSİNİ SÜRDÜLER

Meselá, Dördüncü Murad, baskı rejimini Kadızádeliler’in dini yorumlarına dayandırdı. Kahvehaneleri kapatıp tütünü yasaklarken, Mehmed Efendi’nin sözünü dinler gibi göründü ve tütünle kahvenin "haram" olduğunu Mehmed Efendi’den aldığı fetvalara dayandırdı. Hükümdarın kahvehaneleri kapatmaktaki asıl maksadı, tütünün yahut kahvenin içilmesine máni olmak değil, halkın bu mekánlarda toplanıp kendisini çekiştirmesinin önüne geçmekti ve Kadızádeliler’in fetvaları, bu yasağın dini bahanesi oldu.

Kadızádeliler, özellikle Avcı Mehmed zamanında artık tayinleri bile yapar hále geldiler. Devlet, bu aşırı grubu halkın bitmek tükenmek bilmeyen savaşlardan ve çekilen ekonomik sıkıntılardan kaynaklanan ıstırabını unutturacak geçici bir vasıta gibi gördü. Hemen her konuda onlardan fetva alındı ve fetvaların karşılığında da istedikleri herşey yerine getirildi.

Ama, sahip oldukları bu güç Kadızádeliler’in başını döndürecek ve günlerden bir gün Fatih Camii’inde toplanıp "Şeriat isterüz" diyerek tekbirlerle sokağa dökülüp iktidarı ele geçirmek isteyeceklerdi. Devlet, Kadızádeliler’e fazla yüz verdiğini ancak o zaman farketti ve Sadrazam Köprülü Mehmed Paşa sokağa dökülenlerin bir kısmını boğdurdu, hareketin liderlerinden Üstüváni’yi, Divane Mustafa’yı ve Türk Ahmed’i de Kıbrıs’a sürdü.

SEÇİM SABAHI NAMAZ

Kadızádeliler’i hedef alan son temizlik, ayaklanma girişimlerinden birkaç sene sonra, 1683’te yaşanan Viyana bozgununun hemen akabinde ve bizzat zamanın hükümdarı Avcı Mehmed’den geldi. Kadızádeliler’in bozgun sonrasındaki çöküşte artık hiçbir işe yaramayacaklarını farkeden hükümdar, sarayda hálá sözü geçmekte olan Váni Mehmed’i Bursa’nın bir köyüne sürgüne yolladı ve adamlarını da imparatorluğun dört bir yanına dağıttı.

Türk tarihinde devleti en fazla etkisi altına almış olan Kadızádeliler’in öyküsü, kısaca işte böyle... "Kadızádeliler’in İsmailağa Cemaati ile ne alákası var?" diye soracak olanlara da küçük bir hatırlatma yapayım: Cemaatin Kadızádeliler ile dini konulardaki görüşlerinin benzerliği bir yana, özellikle seçim dönemlerinde oldukça etkilidirler ve Fatih’ten alınacak seçim sonuçlarını değiştirecek güçleri vardır. Partileri değil, kendilerine yakın olduğunu bildikleri adayları desteklemişler ve Fatih’te 1990’lardan itibaren özellikle yerel seçimlerde sürprizler yaratmışlardır.

Bu iş böyle olmasaydı, şimdilerin çok önemli bir politikacısı bir seçim günü oy verme işleminin başlamasından saatler önce İsmailağa Camii’ne gidip sabah namazını kıldıktan sonra Mahmut Hoca’nın elini öperek "Gazán mübárek olsun" duasını almaya gerek duyar mıydı?

Hayatı kurşunla noktalanan maceracı Şehzadenin bilinmeyen öyküsü İlk defa ortaya çıktı

PU-Yi, Çin’in son imparatoruydu. Bilmeyenler, Pu-Yi’nin hazin hikáyesini Bertolucci’nin dokuz Oskarlı "Son İmparator" filminden öğrendiler.

Tahta iki yaşındayken çıkmış ama ihtilálciler tarafından sarayına hapsedilmişti. Japonlar, İkinci Dünya Savaşı öncesinde, 1934’te Pu-Yi’yi Mançurya’ya götürmüş, orada kurdukları kukla yönetimin başına geçirmiş, imparator ilán edip Mançurya tahtına geçirmişlerdi.

Pu-Yi savaş sonrasında Ruslar’a esir düştü, Çin’e iade edildi, senelerini bir hapishanede geçirip serbest bırakıldı ve 1967’de dünyadan ayrılana kadar, Pekin’de bahçıvanlık yaptı.

Ama, bu Japonya macerasının pek kimselerin bilmediği bir tarafı daha vardı:

Dünya savaşı öncesinde, Rus hákimiyetindeki Doğu Asya’ya hákim olmak isteyen Japonya, buralarda kurmayı tasarladığı uydu devletlerin başına geçirmeyi tasarladığı adayları soylular arasından seçmişti: Mançurya tahtına Çin’in eski imparatoru Pu-Yi’yi ve Doğu Türkistan tahtına da bir Osmanlı şehzadesini, İkinci Abdülhamid’in büyük oğlu Selim Efendi’nin çocuğu Şehzade Abdülkerim Efendi’yi... Pu-Yi Pekin’den sürgün edilmesinden sonra Japonlar’ın yanına gitmişti, 1924’te ailesiyle beraber Türkiye’den sınırdışı edilen Şehzade Abdülkerim Efendi de, Suriye’de idi.

Japonlar tarafından davet edilen şehzáde, Beyrut’tan yola çıktı, haftalar süren bir yolculuktan sonra Kobe’ye ulaştı, burada törenlerle karşılandı ve Tokyo’ya geçti. Ama kısa bir müddet sonra Japonlar ile arası açıldı, taht beklentisinin yerini can korkusu aldı ve Japonya’yı terkedip önce Doğu Türkistan’a, oradan da dünyanın öbür ucuna, New York’a gitti.

1935 Ağustos’unun ilk haftasında, 43. caddedeki küçük bir otelin odasında, bahtsız şehzadeyi elinde bir tabanca olduğu halde şakağından vurulmuş vaziyette buldular. Abdülkerim Efendi’nin ölümü, polis raporlarına "intihar" diye geçecek ama ailesi cinayete kurban gittiğine inanacak, şehzadenin iflás etmiş olan Türkistan politikasının intikamını almak isteyen Japonlar tarafından öldürüldüğünü söyleyeceklerdi.

Osmanoğlu ailesinin birçok mensubundan bundan senelerce önce dinlediğim bu hüzünlü hadiseyi yeniden hatırlamamın sebebi, hafta içerisinde okuduğum bir kitap: Ankara Üniversitesi Dil Tarih Coğrafya Fakültesi Japon Dili ve Edebiyatı öğretim görevlisi Dr. Merthan Dündar’ın yeni çıkan "Panislámizm’den Büyük Asyacılığa" isimli eseri... Doktora tezi olan bu çalışmasını Japonya’da hazırlayan Dr. Dündar, eserinde Türkiye’de bugüne kadar üzerinde pek durulmamış olan konularda, meselá Japonlar’ın Türkistan politikaları, Birinci Dünya Savaşı yıllarındaki Panislámizm hareketinin Panasyacılığa dönüşmesi ve Osmanlı İmparatorluğu ile Orta Asya hanlıkları arasındaki münasebetler gibi konularda önemli bilgiler veriyor.

"Panislámizm’den Büyük Asyacılığa" isimli eserinde, uzak diyarlardaki ülkelerle geçmişteki maceralarımızı ortaya koyan Dr. Merthan Dündar’ı böylesine şık bir ilmi çalışma yaptığı için tebrik ediyorum.
Yazarın Tüm Yazıları